Read Time:12 Minute, 52 Second
M. Can YÜCEHangi açıdan bakılırsa bakılsın Kürdistan’daki direnişler ve serhildanlar, yeni bir aşamaya sıçramış bulunuyor. Öncelikle bu yeni aşamanın özelliklerini doğru kavramak ve bu kavrayışın gerektirdiği görev ve sorumlulukları yerine getirmek gerekiyor. Devlet de bu yeni aşamaya göre kendisini yeniden konumlandırıyor, özel savaş yöntemlerini ve iktidar ilişkilerini yeniden düzenlemeye çalışıyor.
Diyarbakır’da başlayan ve giderek diğer alanlara yayılan direnişlerin kendine özgü özellikleri var. Bu direnişlerin en belirgin özelliği sömürgeci şiddete, onun katliam politikasına duyulan tepki ile kendi ulusal kimlik ve taleplerindeki ısrarın vurgulanmasıdır! Bu anlamda “20 yıl öncesine mi dönüldü” sorusu, bir yönüyle bir gerçeği anlatıyor. Evet, bunca devrimci savaş ve özel imha savaşına, alt üst oluşa, yıkıma, başarı ve başarısızlığa, teslimiyet ve ihanete, devletle buluşturma ve devletin yedeğine sokma çabalarına rağmen Kürdistan sorunu, bütün çelişki ve dinamikleriyle yerli yerinde duruyor, kesin bir biçimde devrimci çözümü dayatıyor!
TC’nin bakışı ve çizgisi bellidir: İnkâr, imha ve özel imha savaşı! Irkçı-şoven kışkırtmalarla bu çizgilerini daha kanlı ve sınırsız boyutlara vardırma çabası içinde oldukları günlük olarak yaşanan bir olgudur!
İmralı Partisi, Kürt sorununu genel af ve sıradan kültürel kırıntılar düzeyine indirgedi, çözümü düzen sınırları içinde gördüğünü açıkladı ve bunu programlaştırdı. Bu çizgisini tam bir tasfiye, bilinç ve ruh katliamı biçiminde somutlaştırdı ve yürüttü. Ama gerçekler ve gelişmeler her defasında kendisini yalanladı. Gelinen noktada tüm gelişmeleri ve dinamikleri Öcalan’a bağlamakta ve bunu, Kürdistan sorununun devrimci özünü boşaltmanın bir aracı haline getirmektedir. İmralı Partisi yönetenleri, gelişmeler tarafından sürüklenmekte, öteden beri yakaladıkları iktidar ve seçeneksizlik konumlarının avantajlarını sürdürmektedirler. Tek iktidar konumu ve karşılarında bir seçeneğin olmaması en büyük güç konumunu ve aynı zamanda Kürdistan sorununun en temel handikabını anlatmaktadır… İnkâr ve imha sistemine karşı bir “çözüm” olarak ortaya koydukları İmralı programının tasfiyecilikten başka bir anlamının olmadığı sayısız kez kanıtlanmıştır. Politik bir program ve askeri stratejiden yoksun bir “savaşın” ise esas olarak trajik sonuçlar doğurmaktan öte bir anlam ifade etmediği ortadadır.
Ama bunların dışında başka bir gerçek ve başka dinamikler var. Bu, Kürdistan devrimi ve serhildanlar dinamiğidir. 1990’lardan bu yana yerinden yurdundan edilen, açlığa, hastalığa, barınaksızlığa, işsizliğe her türlü sömürü ve aşağılanmaya maruz bırakılan Kürdistan halkının direnişi şu veya bu biçimde ve düzeyde sürdü, sürüyor… Son serhildanlar, aynı zamanda 1991–1995 döneminde uygulanan topyekûn imha, göçertme ve failli belli cinayetler politikasının orta ve uzun vadede işe yaramadığını, tersine yeni türden direnişleri mayalandırmaktan başka bir anlam ifade etmediğini göstermektedir.
Son dönem direnişlerinin diğer önemli bir özelliği, bu direnişlerin yeni bir kuşak tarafından yürütülüyor olmasıdır. Bütün gözlemcilerin ortak kanısı, bu direnişleri yürütenlerin 16–20 yaş kuşağında olmasıdır. 16–20 yaş kuşağında olan çocuk ve gençler, 1990’lı yılların direnişleri ve göçertilme zulmü içinde doğan, büyüyen ve gerçekleri yaşayarak gören bir kuşaktır! Savaşın bütün acılarını ve acımasızlıklarını yaşamış bir kuşak… Bu kuşak çok yönlü direnişlere, baskılara, zulme, ihanete, başarı ve başarısızlıklara tanık oldu. Bu süreçte Türk devletini yaşayarak tanıdı ve şu kesin sonuca vardı:
TC, kendileri için inkâr, katliam, işkence, zindan, göçertme, aşağılama demektir! Bu devlet ve onun egemen olduğu bu sitemde kendilerine yaşam hakkı, en sıradan hak elde etme olanağı yok! Bu devlet ve düzenle tam bir karşıtlık içindedirler!
Dolayısıyla devletle uzlaştırma, düzenle buluşturma, sisteme yamama çabaları sonuçsuz kalamaya mahkûmdur! Yaşanan ve kanıtlanan gerçeklik de budur!
Bu direnişlerin diğer temel bir özelliği, devrimci bir önderlikten yoksun oluşudur. Bu, aynı zamanda onun en büyük zaafı ve büyümesinin, iktidar mücadelesine dönüşmesinin önündeki en büyük engeldir. Bu sorun aşılmadığı sürece seerhildanların bağımsızlık ve özgürlük mücadelesinin, aynı anlama gelmek üzere iktidar mücadelesinin etkin ve sonuç alıcı bir dinamiği haline gelmesi mümkün değildir. İmralı Partisi PKK/Kongra-Gel’in varlığı ve çizgisi, serhildanların öncülük sorununu daha da ağırlaştıran, tekelci konumu çözümü zorlaştıran önemli bir etkendir.
Daha öncekilerde olduğu gibi bu son dönem direnişlerinin militan güçleri emekçi, yoksul, işsiz, bu düzende hiçbir şeyi olmayan toplumsal kesimlerden olması rastlantı değildir. Yine DTP yöneticilerinin ve Belediye başkanlarının orta sınıf ve “üst” sınıf mensupları olması da boşuna değildir. Emekçilerin, “baldırı çıplakların” radikalizmi ile orta sınıf temsilcilerinin reformist, dahası boyun eğişçi duruşları bir yönüyle Kürdistan sorununun özünün ne olduğunu da ortaya koymaktadır:
Kürdistan sorunu, bir devrim ve özünde emekçi sınıflar sorunudur!
Bu sistem, mutlak teslimiyeti ve inkârı dayatmaktadır. Hiçbir uzlaşma eğilimine pirim vermeme eğilimindedir! Bu, sömürgeci sistemin var oluş, kuruluş ve kendini tanımlama özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Mutlak teslimiyeti dayatma ve hiçbir hak talebini duymama, tersine her yolla bastırma tutumunun bir gereği olarak en bayağı uzlaşma ve boyun eğişçi yaklaşımlar ve kişilikler aşağılanmaktan, itilip kakılmaktan, dahası tutuklanıp cezalandırılmaktan kurtulamamaktadırlar. İşte daha önce HEP, DEP, HADEP ve son olarak DTP’lilerin başına gelenler, getirilenler bu sözlerimizin en somut kanıtı niteliğindedir!
Son direnişler karşısında TC, bütün özel savaşçı, katliamcı kimliğiyle ortaya çıktı. Serhildanları kanla bastırmayı kendi tarihinin ve “ulusal kimliğinin” bir gereği saydı. 7, 8, 10 yaşlarındaki çocukları kurşunlamakta, panzerlerle üzerlerine yürümekte, işkence tezgâhlarından geçirmekte, işkenceyle katletmekte bir sakınca görmedi. Bunu büyük bir “vatanperverlik” görevi saydı, “Terörle mücadelenin” bir gereği bildi. Başbakanları da bir “ilke” imza attı: Kadın ve çocukların üzerine tank, panzer, cop ve tüm şiddet araçlarıyla saldırılmasını emretti. Böylece askerle, özel savaş kurmaylığı ile “vatanperverlik” yarışında hiç de geri olmadığını göstermek istedi… Bir yönüyle de inisiyatifi yitirmemeye çalıştı…
Son direnişlerle birlikte özel savaş kurmaylığı bütün inisiyatifi eline almıştır, hükümet ve diğer kurumların da belirlenen konsept doğrultusunda davranmalarını sağlamıştır. Özetlemek gerekirse;
Bir, Kürdistan halkına karşı başlatılan özel savaş, yeni bir aşamaya sıçratılmıştır; bu, topyekûn savaş aşamasıdır. Dağda Öcalan ve partisi eliyle “kurbanlık” hale getirilen, politik ve askeri bir stratejiden yoksun bırakılan gerilla, kimyasal silah dahil her türlü silahla yok edilmekte, halk eylemleri ve tepkileri kanla ve acımasızca bastırılmaktadır. İki, en geri ve teslimiyetçi çizgideki parti ve oluşumları bastırmakta, yönetici ve üyelerini tutuklamakta, aşağılamak için her yolu denemektedir. Üç, öteden beri yürütülmekte olan ırkçı-şovenizm dalgası yeniden körüklenmekte ve bu tam bir Kürt düşmanlığı biçiminde sürdürülmektedir. Bu ırkçı-şoven dalganın daha da tırmandırılmak istendiği açıktır. Bu konuda bütün partiler, basın ve yayın kuruluşları fikir ve eylem birliği içindedir ve birbirleriyle yarışmaktadırlar… Kimi emekli generaller Kürtlerin sürülmesi önerisini bile yapmaktan geri durmamaktadırlar. Bu, bir tedip ve tenkil histerisinden başka bir şey değildir. Dört, psikolojik savaş derinleştirilerek sürdürülmekte, düşünen beyinleri, duyan yürekleri teslim almaya çalışmaktadır. Beş, bu saldırı ve bastırma kampanyası uluslararası alana kadar genişletilmiştir. AB ülkelerinin daha etkin işbirliği içinde olmaları istenmekte ve dayatılmaktadır. Altı, bu saldırı kampanyasının diğer önemli bir ayağı da kuşkusuz Güney Kürdistan’dır. Direnişlerle Güney bağlantısı, Güneydeki federal oluşumun politik ve psikolojik etkileri gündeme getirilmekte, bu etkilerin önüne geçmenin yolları tartışılmaktadır. Bu önlemler arasında Güney yönetimini sıkıştırma, kendileriyle birlikte daha etkin tavır almalarını sağlama, ABD’yi askeri bir operasyona ikna etme girişimleri sayılabilir.
Son direnişlerle birlikte daha önce yaşanan ve çoğu kez kimi olaylarla su yüzüne çıkan “iktidar savaşı” da yeni boyutlar kazanmıştır. Hükümet, özel savaş kurmaylığının “daha fazla yetki isteme” tutumuna tam destek vermesine, onun istediği yasal ve kurumsal düzenlemeleri yapma sözüne ve pratiğine rağmen anılan “savaş”ta başarısızlığa uğramıştır. Şemdinli İddianamesi ile belli bir mesafe almayı uman hükümet gerilemiş, bu son direnişlerden sonra anılan iddianame gündemden düştüğü gibi ordu, yeniden ve daha güçlü bir tarzda inisiyatifi kapmış, gerçek iktidar gücü olduğunu göstermiş, T. Erdoğan’ın “Cumhurbaşkanı olma hayaline” belki de ölümcül bir darbe vurmuştur! Ordunun her açıdan politik ve psikolojik üstünlük yakalamasının genel siyasal sonuçları olacaktır. Terörle Mücadele Yasasının daha da ağırlaştırılması, çok sınırlı olanakları ortadan kaldıracak, yasal zemini son derece daraltacaktır. Şu tarihsel bir gerçektir: Kürdistan sorunundaki her gelişme ve onu bastırmanın her aracı Türkiye’de demokrasi sorununun çözümünün nereden geçtiğini açıkça göstermiştir! Kürdistan sorunu çözülmeden Türkiye’de demokratikleşmenin olması tam bir hayaldir. Kürdistan’ın sömürge konumu, tabi tutulduğu inkâr ve imha sistemi varlığını sürdürdüğü sürece ordu gerçek iktidar gücü olmaya, her defasında daha fazla yetki, daha fazla bastırma araç ve olanaklarını isteyecek ve bunlar harfiyen yerine getirilecektir.
Dillendirilen yaygın yanılgının tersine demokratikleşmenin, en sıradan burjuva demokrasinin gelişmesinin önündeki engel Kürtlerin direnişi değil, Kürtlerin sömürgeci egemenlik altında her türlü haktan yoksun bırakılmasıdır! “1925 Şeyh Sait Ayaklanması olmasaydı M. Kemal, Kürtlerin haklarını tanıyacak, Cumhuriyet hızla demokratikleşecekti” deniliyor. Öcalan da bu resmi tezi İmralı Savunmalarında tekrarladı. Yine “15 Ağustos 1984 Atlımı olmasaydı, Türkiye demokrasiye geçecekti, bu, tam bir provokasyon oldu” sözünü tekrarlayanlar da az olmadı, hem sol, hem sağ cephede, hem Kürt, hem de Türkler cephesinde… Aynı resmi görüşler şimdi de bir tekerleme türünden tekrarlanıyor, hem de psikolojik savaşın etkin bir unsuru olarak…
Bu resmi yalan ve çarpıtma, Kürt halkına boyun eğme, teslim olma, direnmeme, en vahşi saldırılara tepki göstermeme tutumunu öğütlemekten başka bir şey değildir. Denilen şu: “Size ne yapılırsa yapılsın boyun eğmek zorundasınız, itiraz etme, direnme, tepki gösterme, hak talebinde bulunma hakkınız yok!”
Kuşkusuz Kürt halkının her türlü baskı ve zulme, işgal ve sömürgeci zora karşı direnme hakkı vardır ve bu, meşru ve devredilemez bir hakkıdır!
Direnme hakkı meşrudur, sömürgeci baskıya karşı koyma hakkı meşrudur; doğru, ancak bu meşru hakkın meşru araçlar ve yöntemlerle yürütülmesi, hedeflerinin doğru ve ahlaki olması da kaçınılmazdır. Bu noktada İmralı Partisi Kongra-Gel’in bu savaşın doğrudan tarafı olmayan, sivil halkı hedef alan, kör şiddet eylemlerinin Kürdistan davasına verdiği zarara, bu yanlış ve devrimci ulusal kurtuluş davasıyla hiçbir ilişkisi olmayan eylem anlayışının ırkçı-şoven çizgiye, psikolojik savaşta devletin elini güçlendirdiğine vurgu yapmak durumundayız! Kürt halkı ve onun devrimci temsilcileri eylemelerinin hedeflerini ve sonuçlarını çok dikkatli çizmek, amaç ile araç arasında ahlaki bağlantıyı göz ardı etmemek durumundadırlar. Bu, hem ilkesel olarak, hem ahlaksal, hem de politik açıdan böyledir!
Açık ki Kürdistan sorunu, halkımızın direnişleri bütün canlılığı ve sıcaklığı ile gündemdedir. Devlet topyekûn savaş konseptini devreye sokmuştur. Halkımızın direnişleri ise devrimci bir önderlikten yoksundur, dahası İmralı Partisi gibi tasfiyeci bir partinin denetimindedir. Bu, mücadele açısından çok büyük bir handikaptır. Bu noktada Kürdistan devrimcilerinin derlenip toparlanmak, mücadele sahnesinde etkin yer almak durumundadırlar. Tam da rollerini oynama zamanıdır!
7 Nisan 2006