Yeni Bir Tezkere ve Sonrası…
Bir yıl önce yoğun bir psikolojik savaş kampanyası eşliğinde Güney Kürdistan’a askeri işgal ve müdahale yetkisini veren Tezkere Meclisten geçmişti. Bir karakola yapılan baskın ve ardından geliştirilen psikolojik savaş kampanyası iç ve dış kamuoyunun oluşturulmasında önemli bir araç olarak kullanılmıştı. Benzer bir gelişme şimdi de sahnelenmektedir. Yine bir karakol baskını, ardından düzenlenen ırkçı şoven histeri ayinleri ve Meclisten geçirilen yetki tezkeresi…
Ama belli ki özel savaş aygıtı bu kadarını yeterli bulmamaktadır. Daha fazla yetki, daha fazla sindirme ve yıldırma hareketlerine yasal, siyasal ve psikolojik alt yapı istiyor. Bunu “Olağanüstü hal” olarak tanımlamıyorlar, ama inkar ve imha sistemini daha da güçlendirecek, iktidar konumlarını derinleştirecek bir inisiyatif başlattıkları çok açıktır! Ardı ardına yapılan toplantılar bunun somut kanıtı niteliğindedir.
Bunun yanı sıra ordunun belli yönleriyle tartışma ve eleştiri konusu yapılması, henüz ciddi boyutlar kazanmasa da önemli bir gelişme olarak kaydedilmelidir. “Güvenlik boyutunun dışında sorunun başka boyutları da tartışılmalı” gibi bir arayışın açıkça ve yaygınca dile getirilmesi geleneksel Cumhuriyet politikalarının, bastırma ve imha çizgisinin iflasının başka bir tarzda itirafı olarak kabul edilmelidir.
Hiç kukusuz bu tartışmaların hiçbiri yeni değildir. 1990’lı yılların başlarını hatırlayanlar bunun böyle olduğunu anlamakta güçlük çekmeyeceklerdir. Askeri bastırma hareketlerinin çözümsüzlüğünün açıkça dile getirilmesi, aslında, öteden beri var olan bir eğilimin ifadesidir. Ancak baskın olan politik çizgi, bu tartışma ve eğilimlere rağmen resmi Cumhuriyet çizgisidir. Yeni bir savaş tezkeresinin Meclisten çıkarılması, bunun çok açık ve dolaysız kanıtıdır. Yine daha fazla yetki, Terör Yasasının daha da ağırlaştırılması istemi de bu bağlama oturmaktadır. Son olarak bugün yapılan devlet zirvesinde bir Koordinasyon biriminin oluşturulması, bu zirvelerin haftalık olarak rutin hale getirilmesi bu kanımızı doğrulayan başka bir resmi kanıt olmaktadır.
Burada şu soru önem kazanıyor: “Kürt sorunu başka, terör sorunu başka, askeri yöntemlerin dışında daha geniş kapsamlı iç ve dış politika açılımları gereklidir” biçimindeki tartışmaları ve eğilimleri nereye oturtmak, bunları nasıl değerlendirmek gerekir?
Hiç kuşku yok, askeri bastırma yöntemlerin tek başına çözüm gücü olmadığı sayısız kez ortaya çıkmış ve her yeni olayda doğrulanmaktadır. Bu durum yeni arayışların ve tartışmaların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Ancak bu önemli olmakla birlikte tek başına bir anlam ifade etmemektedir. Egemenler cephesinde yaşanan bu tartışmalar ve eğilim, gelinen noktada, bir çatlağı, bir farklılığı, farklı bir eğilimi ifade etmesine rağmen özel savaşın iç ve dış politikada kendisini güçlendirmede bir örtü işlevini de görmektedir. Aslında bu, paradoksal bir durumdur. Hem bir çözümsüzlük açmazını, hem de açmazda ısrarı perdelemede bir araç işlevini görüyor. Kendileri için tartışma sürecini hem soluklanma, hem de soluklanırken resmi çizgiyi daha da güçlendirme süreci olarak değerlendirmeye çalışmaktadırlar. Daha önce bu yapıldı… TV ve diğer basın yayın organları anılan tartışmaları yapıyorken, Genelkurmay ve hükümet yetkilileri Terörle Mücadele Yasasını ağırlaştırmanın çalışmasını yürütmekte, yapılan devlet zirveleriyle devlet güçlerinin ve kurumlarının koordinasyonu ve merkezi olarak harekete geçirilmesinin kurumsal çalışmaları yapılmaktadır. Bu tartışmalar dikkatleri dağıtırken ve bilinçleri bulanıklaştırırken, devlet kendini yeni döneme uyarlamanın, başka bir ifadeyle özel savaşı daha güçlü ve merkezi bir tarzda yenilemenin çalışmasını yapmaktadır.
Bütün bunların bire bir tek merkezden planlandığını ve yürütüldüğünü anlatmıyoruz, ama kendi çözümsüzlüklerinin, sömürgeci politikanın iflasının ortaya çıkardığı arayış, tartışma ve eğilimlerin nasıl özel savaş aygıtı tarafından kullanıldığını vurgulamaya çalışıyoruz.
Yeniden Güneye savaş yetkisini veren Tezkerenin ardındaki politik dürtülere ve gerekçelere dönmekte yarar var: Geçen yıl çıkarılan Tezkerenin stratejik hedefinin, Güney Kürdistan ve onun yönetimi olduğu, Güneydeki gelişmeleri kontrol altına alma, Güney yönetimini teslim alma veya ilk planda sivri uçlarını törpüleme hedefi olduğu çok açıktır. Son bir yıllık gelişmeler bunun somut kanıtları niteliğindedir. 5 Kasım Washington Anlaşmasının ardında Güneye yapılan hava saldırılarıyla kimin iradesi teslim alınmaya çalışıldı? Anılan anlaşmadan önce TC’ye yapılan meydan okumalardan bir eser kaldı mı? Ya Kerkük referandumuna ne oldu? Aslında yapılan hava ve kara saldırısının fiili hedefi PKK / KNK olmakla birlikte politik hedefi Kürdistan yönetimiydi. Bunda önemli ölçüde başarılı olduklarını daha önceki yazılarımızda işlemeye ve göstermeye çalışmıştık.
Bu yeni tezkere, aslında eskinin bir devamı niteliğindedir. Güney Kürdistan Federe Yönetimini sürekli askeri baskı ve tehdit altında tutarak sınırlandırmak ve giderek kendisinin istediği doğrultuda tutmak ve buradan genel Kürdistan sorununu kontrol altında tutmak gibi bir hedefi var. Tezkere ve bir dizi toplantıdan sonra bugün bir heyetin Mesut Barzani ile görüşmesi, bu görüşmenin Hewler değil, Bağdat’ta gerçekleşmiş olması, anılan hedefin bir parçasıdır! Yani bu “Temas”, Güney Kürdistan Federe Yönetimini tanıma doğrultusunda bir adım değil, tersine onu teslim alma ve belli bir politik doğrultuya zorlama çabası olarak algılanmalıdır! Kendi akıl hocalarının da sık sık tekrarladıkları gibi bu “savaş sopasıyla terbiye etme” politikasıdır!
Yine bu tezkere ile Ortadoğu’da yaşanabilecek gelişmelere askeri düzeyde müdahalede bulunma seçeneğini el altında hazır tutma hesapları da var. Biliniyor, Rusya ve Gürcistan arasında yaşanan savaş, aslında dünya ve bölgesel güç dengelerinde yeni bir aşamanın habercisi oldu. Dünya çapında yaşanan “Mali kriz” bu süreci dönülmez bir noktaya doğru itekledi… Bu gelişmelerin Ortadoğu’ya çok daha hızlı ve etkin bir biçimde yansıyacağını hesaplayan TC, PKK bahanesi kullanarak elinde tuttuğu savaş silahını kullanmaya devam etmeyi gerekli görmüştür.
Bütün bunlardan ortaya çıkan sonuç şudur: TC, onun özel savaş aygıtı çatışma sürecinin sona ermesini istememektedir. Ama Güneyi ve Kuzeyi ile Kürdistan sorununun kontrol dışına çıkmasını da istememektedir. Bu da bir paradoksu anlatmaktadır ve kendilerini bu paradoksu çözmeye değil, onu yönetmeye göre yapılandırmaktadırlar. Bunun da sancısız olmadığı çok açıktır. Ergenekon davasının bu paradoksu yönetme ve kendini buna göre yapılandırma süreciyle bağlantıları vardır. Egemenler cephesinde yaşanan çatışmaların bu paradoksun kendisiyle ilgili boyutları var. Ama bunlar şimdilik bizim tartışma konumuz değildir. Şu çok açık ki kendi aralarındaki tartışma ve çatışmalara rağmen Kürdistan sorunu ve bunun yönetilmesi konusunda Genelkurmayın, daha genel bir ifadeyle özel savaş aygıtının ardında saf tutmuşlardır.
Gerçek yurtseverlerin bu süreci, TC’nin yönelimlerini doğru okumak, yaşanan çatışma sürecini doğru kavramak ve duruşlarını bu kavrayış temelinde belirlemek durumundadırlar…
14 Ekim 2008