AÇIK GÖRÜŞ II 16 MART 2008
Devletin valisinin aradan 30-40 yıl geçtikten sonra “Atatürk’ün doğduğu eve bombayı ben atmıştım” diye ortaya çıktığı, emekli bir orgeneralin “6-7 Eylül muhteşem bir operasyon olmuştu; hedefine de ulaştı” dediği bir ülke. Hatta o kadar eskiye gitmeye de gerek yok: Daha yeni emekli olmuş subaylar da çıkıp ‘terör’ bölgesinde hakimlerin-savcıların evlerinin yakınlarında bomba patlattıklarını, sahte ‘terörist’ baskınları düzenlediklerini, kendi adamlarını ‘terörist’ kılığına sokup yola çıkarttıklarını iftiharla anlatıyorlar.
Ve Gabar’da, Dağlıca’da onca insan ölünce neredeyse “Allah’ın emri” hâline gelen havalı-karalı operasyonlar ve yine öldürülen yüzlerce insan; ‘şehit’iyle, ‘leş’iyle. Darısı 26. operasyona, hayırlısıyla; zira, televizyon bülbülü emeklilerden biri şöyle diyordu açıkça: “En büyük korkum PKK’nın silah bırakması; beş-altı bin teröristi nereye tıkacağız ki; hepsini dağdayken yok etmek lazım”. Değil beş-altı bin, -evvelsi gün Genelkurmaydan bir general açıkladı- 35 binini yok etmişsin; ama hâlâ varlar; demek ki öldürmekle olmuyor.
Öyleyse senin niyetin bu savaşı bitirmek değil; tam tersine, sürdürmek ve bu sınıfsal bir tercih: Savaş oldukça/sürdükçe etkili olabileceğini biliyorsun; ayrıca, Tanrı’nın ‘şehitlik nasip etme’ konusunda general çocuklarına pek cömert davranmadığını da. Bu savaş da zaten 12 Eylül rejiminin -doğrudan kotarmasa da- hemen bütün şartlarını hazırladığı bir savaş: Askerî darbeye kadar PKK (Apocular), toplam mevcudu birkaç yüzü aşmayan onlarca ‘sol/Marksist-leninist’ gruptan sadece bir tanesi. 1984’e gelindiğinde ise karakol basacak kadar güçlenmiş; en önemlisi lojistik destek bulmuş.
1980 Ekim’i, İstanbul’dan komşular telgraf çekmiş; annem, yaşlı, dul, yalnız, varisleri patlamış, acilen hastaneye kaldırmışlar. Tabiî hemen yola çıktım; sabaha karşı Hendek yakınlarında asker durdurdu; 2-3 saat herkesi beklettiler. İşte, o sırada formüle etmiştim: Her askerî darbe -hele emir-komuta zinciri içinde gerçekleşmişse- bir ülkenin kendi ordusu tarafından işgal edilmesidir; ama insan bunu doğrudan algılayamaz; yolunu kesen de kendisine benzediğinden, özellikle de kendisiyle aynı dili konuştuğundan.
Formülümü, dil farklılığı bir yana, dil yasağını ve Diyarbakır zindanındaki işkence ve cinayetleri de ekleyerek hele bir uygulayın, göreceksiniz 12 Eylül 1980’den 15 Ağustos 1984’e (Şemdinli, Eruh baskınları) nasıl gelindiğini ve niye hâlâ onun ötesine geçilemediğini anlamak ne kadar kolaylaşıyor.
Mesele, tabiî ki ne ‘terör’, ne de PKK meselesi; ama sadece ‘Kürt Sorunu’ da değil: Türkiye’nin topyekûn demokratikleşmesi; bunun için de ‘vatandaş’ın devlet tarafından biçilmiş bizatihi bir kimlik olmaktan çıkartılıp her türlü kimliğe eşit derecede açık salt hukuksal bir statü durumuna getirilmesi. Bunun ön şartı ise, ülkeyi Cumhuriyet adına cumhuriyetin çok uzaklarına savuran ‘zümreler hukuku’nun tasfiye edilmesi: Bugünkü sistemde, asker sivilleri de yargılayabiliyor; ama, siviller askerleri -neredeyse- asla; sivile geçmiş olsalar bile, cürmü asker iken işlemişlerse. Diğer bir şart ise, örtülü bir ‘apartheid’ aracı olarak siyasal istikrardan çok savaşta istikrara hizmet eden %10 barajlı mevcut sistem yerine, her bir vatandaşın oyunu eşit derecede kaale alan, yani hem ‘sıfır baraj’lı bir seçim, hem de eşit oya eşit milletvekilli bir bölgeleme sistemi, tabiî bu arada lider sultasını engelleyen bir siyasal partiler yasası. Tabiî en önemlisi de asgarî bir siyasal dürüstlük; halkın zaten en mağdur, okuma-yazma bilmeyen kesimlerine, oylarını geçersiz kılmaya yönelik birleşik oy pusulası tuzakları düzenlemeye tevessül/tenezzül etmeyecek kadar. Ancak bütün bunlar havada kalmasın istiyorsak, çok önemli bir uyarı var, beynimizin en derinine yerleştirip eylemimizin her anında hatırlamak zorunda olduğumuz: “… ‘mucizeleri’ siyasetten değil de … ‘hukuk’tan bekler hâle gelme…” riski (Kürşat Bumin; Yeni Şafak, 11/3/2008). Doğan Ergun Hoca’mızın da, bundan tam 41 yıl önce, ilk dersine girdiğimizde bize söylediği şu olmuştu:(mealen) “toplum, hukukla biçimlendirilebilir, dolayısıyla yine hukukla açıklanabilir bir şey olmadığı içindir ki, sosyoloji diye bir bilim vardır”.
Kürşat Bumin’in ne demek istediğini daha iyi anlamak için ise, bugünkü Anayasanın, hukuksal açıdan meşrû bir sürecin değil, siyasal alanı manipüle etmeye yönelik bir dizi (Gladyo-işi) operasyon aracılığıyla şartları hazırlanıp olgunlaştırılmış, yani beklenir/meşrû görülebilir hâle getirilmesi siyasal alan üzerinden kotarılmış bir darbenin ürünü olduğunu hatırlamak yeter. İşte bu yüzden de, işe, çeyrek yüzyıldır sürekli bir savaş durumunu ayakta tutan ve tutmaya da niyetli olanların egemen kıldığı retoriğin temel parametrelerini sonuna kadar deşip deşeleyip delik deşik etmekten, eski tabiriyle teşrih ve cerh etmekten başlamak gerekir. Bu ise, ister istemez dil düzeyinde/aracılığıyla başarılabilecek bir iştir. Öyleyse, özellikle şunun farkında olmalıyızdır ki, bu, en az bin yıldır bilip çocuklarımıza ad olarak verebilecek kadar benimsediğimiz ‘Merih’ yerine ‘Mars’ı kullanır hâle geldiğimiz, daha da vahimi her ikisinin de aynı anlama geldiğini bilemez hâle getirildiğimiz bir sosyo-kültürel zeminde gerçekleştirmek zorunda olduğumuz bir iştir: “Türk çocuğu Amazon’un genişliğini/ Mississipi’nin uzunluğunu bilecek de n’olacak” diyenlerin ‘millî coğrafya/tarih’ anlayışı doğrultusunda tesviye edilmiş (düzletilmiş) bir zemin. Bu zemin, “Avusturya’nın başkenti Vienna’yı kat eden Danube ırmağı kıyılarında …” diye ‘Türkçe’ ‘bilimsel’ makaleler yazıp profesör olunurken, Danimarka’yı cumhuriyet sanan kurmayların ‘ulusal strateji’ hazırlamaya soyunabildiği, Kanada’da Fransız kökenlilerin ve Fransızca konuşulan bir eyalet bulunduğunu, ancak Genel Kurmay Başkanı iken Quėbec’e gidince öğrenebilmiş bir Kenan Evren’in -ki, ben bunu taa ilk okulda annemden gizli okuduğum Teksas’taki Çelik Bilek’ten bilirim- ‘cumhur’umuza başkan olabildiği bir zemin.
Sözünü ettiğimiz savaşçı retoriğin bizce en önemli kavramı, terör; tabiî onunla beraberde terörist, terör örgütü ve terörle mücadele. Askerin kendisi açık açık 35 bin terörist öldürdük derken, Orhan Pamuk “bu topraklarda (bayağı iskontolu olarak) 30 bin Kürt öldürüldü” dediği için hain ilân edilip, yargilânıyor, hedef gösteriliyor; kısacası kendisi bu ülkede yaşamaktan, bu ülkede yaşayanlar da böyle konulara değinmekten yıldırılmak isteniyor: TDK Sözlüğü’nde terörün karşılığı olarak ‘yıldırı’ verildiğine göre, devletin terörist dediğine terörist demeyene terör uygulanıyor.
Terör Fransızca’dan aldığımız bir kelime; hem dehşet anlamına geliyor, hem de tedhiş, yani dehşet salma, dehşete düşürme. Türkçe bu noktada Fransızca’dan daha zengin, daha yetenekli: Onlar gibi iki ayrı kavramı aynı bir kelimeyle değil, Arapça d-h-ş kökünden türemiş iki ayrı kelimeyle karşılayabiliyoruz. Teröristi karşılamak üzere de tedhişçi’yi türetmişiz. Ancak son 15-20 yılda bu kelimelerimizi atıp ‘terör’e odaklanıyoruz, ABD’nin stratejik ortağı olarak. ABD için, özellikle uluslar arası haydutluk bağlamında bu kelimenin stratejik bir işlevi, işlemsel bir değeri var: Bir ülkeyi, bir grubu veya tek tek kişileri bir kere terörist ilân etti miydi, kendisini de bütün hukuk kuralları, uluslar arası sözleşmeler ve kurumlar karşısında bağımsız ilân etmiş oluyor; savaş bile ilân etmeden girip vuruyor, gidip yakalıyor vb… Terörist ilân edilen, bu durumda her türlü hukuk özneliğinden de düşürülmüş oluyor. Terörist, eğer bir bireyse, o artık ne vatandaştır, ne de yabancı düşman; yani hukuken üstü çizilmiş, dolayısıyla fiziken de yok edilmesinde beis olmayan, kendi fizikî varlığı üzerinde hiçbir hakkı bulunmayan bir canlı. Bizim tedhiş kelimesini terk edip ‘terör’ü kullanır hale getirilmemizle ise şöyle bir şey oluyor: Birilerinin terörist ilân edilebilmesi için ortada insanları dehşet içinde hem zihnen hem de fiziken mefluç hâle getirip yıldırmaya yönelik bir eylemde veya böyle bir eylemin hazırlığı içinde bulunmaları şartı ortadan kalkıyor. Şöyle ki, ne her korku dehşet, ne de her şiddet kullanımı tedhiştir: Kaplana ormanda rastlarsam korkarım, ama yatak odamda karşıma çıkarsa dehşete kapılırım; zira, bu beklenmedik bir şeydir, dolayısıyla aynı zamanda benim mutlak savunmasızlığıma da tekabül eder. Aynı şekilde, askerî çatışma alanında askere silah çeken de ister eşkıya deyin, ister haydut, isyancı, direnişçi veya gerilla, ama kesinlikle terörist olarak adlandırılamaz; zira beklenmedik bir yerde/zamanda, böyle bir şey beklemeyen birilerine onları dehşete düşürüp yıldırmak üzere şiddet uyguluyor değil, savaşıyordur; davasının haklı veya haksız, meşrû veya gayri meşrû olmasından bağımsız olarak.