0 0
Read Time:7 Minute, 59 Second

1980 sonrası dönem işçi sınıfının bir kez daha asli görevine döndürüldüğü, 1930’lu yılları aratmayacak, 1960’lı ve 1970’li yıllardaki “sol sapma”dan arındırıldığı bir dönemdir. Devlet çalışma yasaları ile bunu sağlarken, sermaye cephesi de işsizlik tehdidi ile bunu sağlar. 21. yüzyılın başındaki emek piyasası, işçiler açısından 1930’lu, 1940’lı yılları aratmayacak acımasızlıktadır…

1920’li ve 1930’lu yıllar rejimin oturtulduğu, düzenin yerleştirildiği yıllar olup, bu dönemin temel özelliği, toplumsal yaşamın çeşitli alanlarında kapitalizmin yerleşmesi ve gelişmesinin önünde yükselen birçok engelin ortadan kaldırılmasıdır. Siyaset, hukuk, eğitim, ideoloji/kültür alanları büyük bir sarsıntıyla yeniden düzenlenmiş ve kapitalizm öncesi dünyanın toplumsal biçimleri yerini, kapitalizmin içinde çok daha hızlı gelişebileceği bir kabuğa terk etmiştir.

 

İktisat kongresinde işçiler

Cumhuriyet dönemi işçilerinin makus talihi 1923 yılı başında İzmir’de toplanan İktisat Kongresi’nde belirlenmiş gibidir. Rejimin belirlendiği, çıkar gruplarının isteklerinin tespit edildiği bu kongrede dile getirilen “esasların” ne zaman ve nasıl hayata geçirildiğine bakmak bu açıdan önemlidir. Çiftçilerin talebi olan “aşarın kaldırılması” Cumhuriyet’in ilanının hemen ertesi yılında büyük gelir kaybı göze alınarak gerçekleştirilmiş, tüccarların isteği doğrultusunda ticaret hızla millileştirilmiş, sanayicilerin isteği doğrultusunda 1927 ve izleyen yıllarda sanayi teşvik edilmiştir. İşçilere gelince. Onların taleplerinin yerine getirilmesi bir yana, Osmanlı döneminde olamayan yasaklarla da karşılaşmışlardır. Zira onlara reva görülen çalışmak, daha çok çalışmak; Cumhuriyet’in hamalları olmak… Zenginliğin kaynağı olmak!… Oysa, işçilerin beklentisi farklıdır. Cumhuriyet’in ilanından önce toplanmış olan ve ilk kez genel düzeyde işçilerin durumunu ele alan İzmir İktisat Kongresi’nde işçiler “İşçi Grubunun Esasları” olarak düzenlemelerin yapılmasını talep etmektedir. Toplam 34 maddeden oluşan bu “Esaslar”da, ulusal düzeyde, işçi hakları oldukça ilerici ve köklü bir biçimde dile getirilmektedir. İşçi Grubu, Kongre’de, sendika hakkının tanınması, 1909 yılında kabul edilen Tatil-i Eşgal Kanunu’nun yeniden işçilerin hakkını tanımak üzere gözden geçirilip, düzenlenmesi, günlük çalışma süresinin sekiz saat ile sınırlı tutulması, kadınlara doğum izni verilmesi, hafta tatili hakkı ve yıllık ücretli izin hakkı verilmesi gibi oldukça ileri taleplerde bulunmuştur. Ne ver ki, sosyal politika alanında oldukça önemli gelişmeleri öngören “İşçi Grubu Esasları”nın yasal düzenlemeleri ve uygulanışı oldukça uzun bir zaman almıştır. Kuşkusuz, bu gecikmede, Cumhuriyet’in kurucularının ve yönetici kadroların sınıflara bakış açısı önemli bir rol oynamıştır. Öyle olduğu için sanayileşme çabalarının yoğunlaştığı 1936 yılına kadar bireysel iş ilişkilerini düzenleyecek bir İş Kanunu çıkarılmaz. 1936 yılında kabul edilen İş Kanunu, 1937 yılında yürürlüğe girer, ancak koruyucu hükümleri II. Dünya Savaşı nedeni ile Milli Korunma Kanunu aracılığı ile askıya alınır. Öyle ki, 1947 yılından itibaren kurulan sendikaların temel mücadele alanlarından biri İş Kanunu’nun uygulanması oldu! Denilebilir ki, Cumhuriyet’in ilk İş Kanunu, ölü bir İş Kanunu’dur. Üstelik Kanun bütün işçileri de kapsamamakta, 1940’lı yılların sonunda bile işçi olarak kabul edileceklerin yaklaşık üçte birini kapsamına alabilmekteydi. Öte yandan, Osmanlı İmparatorluğundan devralınan Tatil-İ Eşgal Kanunu ise 1947 yılına kadar yürürlükte kalır ve sendika yasağını sürdürür, ancak bu yasanın bir uzlaşma sürecinden sonra uyuşmazlık halinde greve gitmeyi serbest bırakan düzenlemesi 1936 İş Kanunu ile kaldırılır, grev yasağı getirilir. Ekonomi alanında devletçilik politikasının benimsenmesi, sanayileşme yönünde önemli adımların atılması ve sermaye birikiminin sorunsuz elde edilmeye çalışılması; siyasal yaşamda ise sınıf savaşımını önleme çarelerinin aranması, ulusun tüm bireylerini kucaklayacağı belirtilen tek-partili otoriter bir rejimin sürmesi, devleti çalışma hayatı ve ilişkilerinin tek düzenleyici ve otoriter aktörüne dönüştürmüştür.

Sendikaların doğuşu

Bu süreçte, işçi sınıfını düzenle bütünleştirecek bir de ideolojiye ihtiyaç vardı. Kadro Dergisi, hızla bu boşluğu doldurmaya başladı. Kadro Dergisi, ideolojisini sınıfların ve sınıf mücadelesinin yokluğu üzerine inşa etti. Çünkü, Cumhuriyet kadrosunun sığ ideolojisinde sınıfsızlık tezi önemli bir yer almaktaydı, bu tezin içeriğinin doldurulması gerekiyordu yasakçı ve baskıcı ideoloji ve uygulama, işçileri çalışma ilişkilerini düzenleyecek kuralların üretilmesini devletten bekler bir tutum içine sokmuştur. Bu nedenle, üretilen ve üretilmek istenen kurallar, olağan bir evrim süreci içinde sistemin aktörleri arasındaki etkileşimlerin sonucunda doğmamış; gerek çıkarılan yasalar gerekse hazırlanan tasarılar açısından başlıca rol devlete düşmüştür. Sınıf ideolojisinin kökünün kazınmak istendiği bir dönemde çalışma hayatını düzenleyen yasaların özelliğinin “rejim yasaları” olması bu nedenle sürpriz sayılmamalıdır. Kuşkusuz, 1946 yılına kadar sürecek olan 1938 yılındaki Cemiyetler Kanunu’ndaki değişiklik ile sınıf esasına dayalı dernek kurmanın yasaklanmış olması da bu çerçevede değerlendirilmelidir. II. Dünya Savaşı sonrasında dünyada esen “demokrasi rüzgârları” Türkiye’yi de etkiler, bir sendikalar yasasına ihtiyaç duyulur. Bu ihtiyacın kaynağı “sendikaların hür bir gelişmeye kavuşabilmeleri ve memlekette kendilerinden beklenen hizmetleri hakkıyla görebilmeleri için her türlü siyasi cereyan ve tesirlerin dışında kalmaları zaruri”yeti ile rejimin “milliyetçi karakterine uygun olarak sendikaların da milli teşekküller oldukları ve milliyetçi bir zihniyetle çalışacakları” düşünülmesidir. Dönemin Çalışma Bakanı S. Irmak “Türkiye’ye yakışacak ve Türk rejiminin hürriyet zihniyetine yakışacak olan” sendika tipinin “devletle beraber” olan, “milli karakterli” sendika tipi olduğunu belirtirken 1908’den 1947’ye kadar geçen zaman diliminde işçilere bakışın değişmediğini de göstermektedir. Çok partili dönemde işçilere bakışta değişen çok şey olmamıştır. Demokrat Parti’nin, Tek-parti yönetimi döneminin siyasal ideolojisine göre hazırlanmış olan, İş Kanunu ve Sendikalar Kanunu sistemini aynen benimasmesi bir önceki dönemden kopuş olmadığının temel göstergeleri olarak kabul edilebilir. Demokrat Parti’nin bireysel iş ilişkilerinde hafta tatili, öğle dinlenmesi, ücretli yıllık izin gibi alanlarda işçiler lehine önemli yasal düzenlemeler gerçekleştirmiş olması bu gerçeği değiştirmez.

1930’lu yıllar ve 1940’lı yıllar işçilerin mücadelesi açısından yasaklara rağmen çeşitli örgütlenme çabaları, grev girişimlerinin yanı sıra ihmal edilmeyecek kadar başka “direniş” biçimlerini de içerir. Uzun süreli çalışmama, sık sık iş değiştirme, işi terk etme bilinen en yaygın yöntemlerden biridir. Bu direniş biçimi bir bakıma işçileşmeye karşı direniştir de. Özellikle 1940’lı yıllarda kamu kesiminde yüzde 90’lara, özel sektörde yüzde 70’lere varan işgücü devir hızı işçiliğin ne kadar çekilmez bir meslek olduğunu da göstermektedir. Bu dönem işçi olarak çalıştırılmak istenenler, sermaye birikim sürecinde kendilerine biçilmiş olan hamallık rolünü adeta reddetmekte, bu sürece işçileşmeyerek direnmeye çalışmaktadır. Zira bu dönem ücretler düşük, çalışma süreleri uzun, çalışma koşulları ağırdır. Üstelik ciddi bir de barınma ve sağlık sorunu bulunmaktadır. Kamu kesiminde işçileşmeyi teşvik edici birçok politikaya rağmen 1940’lı yıllarda işçiler işçileşmeyi reddederek bu sürece direnirler. Sık sık hastalanmak, işe geç gelmek, ustayı, şefi, müdürü tehdit etmek, onlara karşı şiddet uygulamaktan kaçınmamak direnişin bir başka göz ardı edilmeyecek biçimleridir.

Cumhuriyet Türkiyesinin 1923-1960 döneminin belirgin özelliklerinden biri, kendisi de büyük bir işverene dönüşen devletin, bireysel işçi-işveren ilişkileri bakımından paternalist bir devlet anlayışını benimasmesi iken diğeri de toplu iş ilişkilerinde yasaklayıcı, devlet müdahaleciliğini üst düzeyde tutan otoriter bir anlayışın benimsenmiş olmasıdır. Dönem boyunca önce sendikaların yasaklanması yönünde bir eğilim taşınması, daha sonra izin verilen sendikaların devletin sıkı bir denetimi ve gözetimi altında tutularak yapılandırılması devletin işçi sınıfına bakışındaki kaygıyı gösteren temel bir özellik olmaktadır: İşçi sınıfı güvenilmezdir, sürekli potansiyel bir tehlike taşımaktadır; bu nedenle kontrol altında tutulmalıdır.

İthal ikameci, iç pazara yönelik üretimin yapıldığı 1960’lı ve 1970’li yılların daha “özgürlükçü” ortamında bireysel ve toplu iş ilişkilerini düzenleyen yasalardaki otoriter ve yasaklayıcı bakışın törpülenmiş, biraz yumuşatılmış olması, Cumhuriyet Türkiyesi’nin işçilere bakışında olmasa bile yaklaşımında bir değişiklik olduğunu gösterir. Hem sermaye birikiminin hem de tüketimin önemli araçları olarak görülür işçiler. İç pazara yönelik üretimin anlamlı olması için işçi ücretlerinin de artırılması gerekmektedir. Bu gereklilik, devleti ve sermayeyi işçilere karşı daha “özgürlükçü” bir yerde durmaya zorlar. Öyle olduğu için de devlet sahneden çekilirken, alandaki mücadeleyi “taraflara” bırakır. Ancak sahnenin bırakıldığı sermaye cephesi işçilerden daha hızlı hareket ederek, devletin “geri çekildiği” bu alandaki boşluğu dolduracaktır.

1960’lı yıllar boyunca, işçi sınıfının bilinç düzeyi ve örgütlü mücadelesi yükseldikçe, sermaye cephesi işyerlerindeki çatışmayı daha genel bir çatışmaya dönüştürmek için devletin yeniden etkin rol oynamasını istemekten kaçınmayacaktır. Devletin denetim ve kontrolünden sıyrılmaya başlayan, kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenen, 15-16 Haziran Başkaldırısı ile bunu ispat eden işçi sınıfının mutlaka kırmızı çizgilerin içine çekilmesi gerekiyordu. 12 Mart Darbesi ile bunu bir parça başaran sermaye cephesi, 1976 1 Mayıs’ından sonra daha radikalleşmiş, çatışmayı sert müdahalelere dönüştürmüştür. 1977 1 Mayıs’ı bu sürecin değişimindeki en keskin aşamalardan biridir. 1980 yılına kadar artarak süren çatışma devleti bir kez daha otoriter yanını göstermeye ve yasakçı zihniyetini ortaya koymaya, kısacası tarihi rolünü oynamaya “zorlar”. 1980’li yılların ve sonrasının düzenlemeleri işçi sınıfının güvenilmez olduğu, bu nedenle sürekli denetlenmesi ve kontrol altında tutulması gereğinin bir parçasıdır.

İşçilere bakış değişmedi

1983 yılında toplu çalışma ilişkileri düzenlenirken, işin doğasına uygun olarak daha güçsüz, etkisiz bir sendikacılık; daraltılmış toplu pazarlık ve olanaksızlaştırılmış grev uygulamaları benimsenmişti. Öyle olduğu içindir ki bugün bazı istisnalar dışında gidilen az sayıdaki grev işverenin istediği zaman başlamakta, istediği zaman bitmektedir. Aslında bir başka anlatımla grevlerin birçoğu düpedüz lokavt özelliği taşımaktadır. 2000’li yılların başına kadar bireysel iş hukuku alanında düzenlemeye ihtiyaç duymayanlar, sömürüyü artırmak, işyerlerine hapishanelere çevirmek için 2003 yılında İş Kanunu’nun mutlaka değiştirilmesi gerektiğinin farkındaydılar. Gereğini de yaptılar. Verimlilik, üretkenlik artarken, kâr oranları yükselirken işçiler bir kez daha makus talihlerinin yoksulluk olduğunu gördüler.

1980 sonrası dönem tarihsel açıdan işçi sınıfının bir kez daha asli görevine döndürüldüğü, 1930’lu yılları aratmayacak, 1960’lı ve 1970’li yıllardaki “sol sapma”dan arındırıldığı bir dönemdir. Devlet çalışma yasaları ile bunu sağlarken, sermaye cephesi de yoksulluk ve işsizlik tehdidi ile bunu sağlar. Öyle ki 21. yüzyılın başındaki emek piyasası işçi sınıfı açısından 1930’lu, 1940’lı yılları aratmayacak kadar acımasızdır. Üstelik bu kez sermaye cephesi işletme disiplini ile işçileri daha etkisiz hale getirmenin, içiler üzerindeki hegemonyasını pekiştirmenin araçlarını da çoğaltmış ve daha da etkin kılmıştır. Kısacası Cumhuriyet’in kuruluş yıllarındaki bakış açısı özünde fazla değişiklikler olmadan bugün de “küreselleşmenin” bir gereği olarak sürdürülmektedir. Bundan doğal bir şey olmasa gerek. Sınıfsal konumu belli olan bir Cumhuriyet, elbette politikalarını da bu yönde belirleyecektir: kâr oranlarını artırmak, kâr alanlarını genişletmek, sermaye birikiminin önündeki engelleri kaldırmak. Böyle olduğu için de Cumhuriyetin işçilerine verilen görev bu nedenle aradan geçen 85 yıla rağmen değişmeyecektir. Peki, işçilerin bunu değiştirecek gücü olacak mıdır? Tarih hep ders verici olurken, zaman da en iyi öğretici olmuştur. Sorunun yanıtı buradadır.

Birgün / 10.11.08

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
News Reporter