Read Time:28 Minute, 25 Second
‘Anadolu’nun Historiyografik İnşasında Üç Tarih, Üç Figür:
Hititler, Selçuklular ve Mustafa Kemal
EZ (*)
Ötekiler ’den farklilik ve bunun tarih içinde sürekliliği inanci genel olarak kimliğin iki ana ögesi olarak kabul edilmektedir. Kimlikler yeniden biçimlendirilirken ya da yeni kimlikler inşa edilirken, bu ögeler ya yaratilir ya da yeniden tanzim edilir. Bunun en uygun ve etkili araçlari tarih ve mitostur; çünkü, kimliği kurmak ya da sağlamlaştirmak için ihtiyaç duyulan geçmiş özellikle tarih ve mitos araciliğiyla yaratilmakta, böylece toplulugun kim olduğuna, nereden gelip nereye gideceğine ilişkin yanitlar/kararlar verilmektedir.
Hititler, Selçuklular ve Mustafa Kemal
EZ (*)
Ötekiler ’den farklilik ve bunun tarih içinde sürekliliği inanci genel olarak kimliğin iki ana ögesi olarak kabul edilmektedir. Kimlikler yeniden biçimlendirilirken ya da yeni kimlikler inşa edilirken, bu ögeler ya yaratilir ya da yeniden tanzim edilir. Bunun en uygun ve etkili araçlari tarih ve mitostur; çünkü, kimliği kurmak ya da sağlamlaştirmak için ihtiyaç duyulan geçmiş özellikle tarih ve mitos araciliğiyla yaratilmakta, böylece toplulugun kim olduğuna, nereden gelip nereye gideceğine ilişkin yanitlar/kararlar verilmektedir.
(*) ’den farklilik ve bunun tarih içinde sürekliliği inanci genel olarak kimliğin iki ana ögesi olarak kabul edilmektedir. Kimlikler yeniden biçimlendirilirken ya da yeni kimlikler inşa edilirken, bu ögeler ya yaratilir ya da yeniden tanzim edilir. Bunun en uygun ve etkili araçlari tarih ve mitostur; çünkü, kimliği kurmak ya da sağlamlaştirmak için ihtiyaç duyulan geçmiş özellikle tarih ve mitos araciliğiyla yaratilmakta, böylece toplulugun kim olduğuna, nereden gelip nereye gideceğine ilişkin yanitlar/kararlar verilmektedir.
Kriz dönemlerinde dahi geçmiş yeniden yazilarak kimlik süreklileştirilebilmektedir. Kertzer’in, Duvar’in yikilişindan sonra İtalyan Komünist Partisi’nin başarili bir biçimde geçmişi yeniden inşa edip politik sürekliliğini koruduğuna ilişkin gözlemi, bu tür bir çabanin partiler bir yana, aslinda daha küçük gruplar için bile sözkonusu olabilecegine işarettir (bkz. Kertzer 1996). PKK eski genel sekreteri Abdullah Öcalan’in hapsedilmesindan sonra, PKK’de gözlemlenen tarih ve mitoslarla yeniden oynama çabasi da bu tür bir yeniden kimlikleşme sürecine tekabül etmektedir. Bu degişim dönemlerinde yalnizca tarih degil, mitoslar da yeni içerikler kazanirlar. Sözgelimi, Kürtlerin modern zamanlardaki Demirci Kawa mitosunda gözlemlendiği gibi, Afrika’nin bazi bölgelerinin demirci tanrisi Ogun, sonradan Brezilyali siyahlar için beyaz egemenligine karsi bir karşi koyuşun figürü ve dolayisiyla siyah kimliğinin simgesel bir ögesi haline gelebilmiştir (Wachtel 1986: 217).
Benzer bir süreç Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra gerçekleşmistir. Türk devleti kurulmuş, ancak henüz Türk ulusu yaratilamamişti. Türk ulusal kimliginin yaratilmasi amaci doğrultusunda, tarihe ve mitoslara ihtiyaç vardi ve kuskusuz yeni rejim bu ihtiyaci kendi ideolojisine göre karşilayacakti. Ulusal kimlik için en önemli ögelerin başinda gelen ünik bir siyasi mekanin varligi ve kimliğe meşruiyet kazandiracak otoktonluk duygusu için de yine tarihe başvurulacakti. Kemalist rejim de bunu yapmiş, Anadolu’yu yalnizca ulusal bir mekan degil, ayni zamanda ve belki de ondan daha çok tarihsel bir Türk mekani olarak kurgulamaya çalişmişti. Osmanli dönemi Cumhuriyet’in ilanindan sonra bir bakima Türklük açisindan bir negatif olarak inşa edildiginden, Anadolu’nun Türklükle uyumlu tarihi de Hitit ve Selçuklu olmak üzere iki ana tarihsel dönemi temsil eden iki figür eşliğinde yazilmişti. Tabii ki yakin tarih ve bu tarihin ‘kahraman’i sayilan Mustafa Kemal de unutulmayacak, ulusun babasi olarak ‘anavatan’in kurtaricisi ve koruyucusu olarak portrelendirilip üçüncü tarihsel dönemi, Cumhuriyet dönemini temsil edecekti.
Antik Tarihte Anadolu ve Hititlerin Türklüğü!
Bir ulusal mekan duygusu yaratabilmek için Kemalist tarihyaziciligi yalnizca yakin tarihi değil, antik tarihi de Anadolu’nun ünikligi üzerinden yazmiştir; bu amaçla onun herşeyden önce ‘zamanda ve uzamda bir bütün’ olarak kurgulanmasi elzemdi. Fakat, antik tarih Türk milliyetçi anlatisinin en zayif oldugu noktadir (1); çünkü, Türk milliyetçilerinin şiddete ve soykirima dayali olarak inşa ettikleri bu siyasi mekanda (‘Anadolu’) kendileriyle birlikte yaşayan diğer pekçok halkla kiyaslandiklarinda, onlar otokton değillerdir. Bin yildan biraz daha eski bir tarihte onlar, modern dönemde Anadolu adi altinda çalarak biraraya getirdikleri coğrafyalarda henüz bulunmuyorlardi. İşte bu yabancilik duygusunun yikilmasi, sahte de olsa bir otoktonluk anlatisiyla mümkündü. Böylece, tarih Türk milliyetçilerinin bu kompleksine göre kurgulanmaya mecbur kilindi.
Sonradan gelme kompleksini örtmeye çalişan Kemalist tarih tezi, ilk etapta Anadolu’nun ilk sakinleriyle akrabalik kurarak bu tarihsel sanciyi sakinleştirmek, yatiştirmak istemişti. Hititler bu açidan mükemmel bir figürdü ve onlarla başlangiçta antropolojik akrabalik kurulmaya çalişildi. Hititlerle kurulan bu akrabalik Anadolu’nun Türkçü anlatisi için birkaç açidan önem taşiyordu. Herşeyden önce, onlar yakin bir geçmişte Elenler, Ermeniler ve Kürtler gibi bugünkü rejim açisindan herhangi bir sorun teşkil etmiyorlardi. Bu nedenle, Türk milliyetçileri arasinda Anadolu’nun mazisini, günümüzdeki rakiplere hiçbir şey borçlu olmadan anlatmanin en rahat yolu, Copeaux’nün da belirttigi gibi Hitit tarihiydi (Copeaux 1998: 311). Türkleri bir işgalci ya da en hafifinden bir mirasyedi konumuna düşüren Elenler ise, birçok defa Anadolu’da istilaci bir topluluk olarak lanse edilmiş ve bu istilacilarin karşisina da kim olduklari açiklanmayan, örtük olarak Türklüge arka çikan ‘Anadolu topluluklari’ çikarilmiştir (bkz. Başdemir 1998).
Elenler ve Ermenilerin Hititler araciliğiyla ‘Anadolu’nun antik tarihinden silinmiş olmalarinin temel bir nedeni de, bir yarimada olarak Anadolu’nun Türk ulusal muhayyilesinde vatan addedilmeye başlamasiyla buradaki Ermeni ve Elen ulusçu hareketleri arasinda kurulan doğrudan ilişkide bulunabilir (Poulton 1999: 80). Sonuçta, Hitit figürü iki tarafli işliyor, bir yandan Türklere otoktonluk sağliyor, öte yandan Türklük için sorunlu özneleri (Elenler, Ermeniler, Kürtler) tarihten silmiş oluyordu ki, bu historiyografik etnik temizlik olarak görülebilir.
Hititlerin Türk milliyetci tarihyaziciliğinda olasi bir başka işlevi daha vardi. O bir akraba olarak İslam öncesi Türk dönemini de hatirlatmanin figürü olarak kullanilabilirdi ki, bu ise yeni rejimin laikliğini temsil etmesi demekti. Öyle ki, Anthony Smith’in yazdiğina göre;
‘Hititlerin kendileri ve Bogazköy’deki başkentleri bile Batililaşmiş Türklerin gözünde kültürel odak noktasinin Istanbul’dan Ankara’ya kaymasi için bir neden olarak ele alinmişti. Böylece laik ve sinirlari belli olan bir Türkiye’den söz etmek de daha kolay oluyordu.’
(Ersanli 2003: 216 dn. 39)
Hititlerin historiyografik Türkleştirilmesi, kafatasi mukayesesinin yani sira, onlarin birer köylü olarak tasavvur edilmesi araciliğiyla mümkün olmuştur. Farkli siyasal görüşlere mensup neredeyse bütün Anadolucularin bu noktada hemfikir olmalari dikkat çekicidir. İleriki bir bölümde buna değineceğim; ancak, şunu burada kaydetmeliyim ki, bu tarihsel anlatida Hititler dişindaki tarihsel öznelerin ise, Anadolu köylerine ve köylü kültürüne nüfus edemedikleri savi da ayni ölçüde ilginçtir. Nitekim, M. Şemseddin Günaltay’in Anadolu adli çalişmasi böyle bir tarihsel tasvirle sona ermektedir:
‘… Demek gerek Yunanlaşma ve gerek Iranlaşma yalniz dil ve din itibariyle ve ancak büyük şehirlerde olmustu. Köylerde kültürce oldugu gibi dilce de hic bir degişiklik vukua gelmemişti. Anadolu’nun kendine mahsus eski medeniyet ve kültürü gibi, dilleri de bu köylerde yaşiyordu. Anadolu köylülerinin Romalilar zamaninda, hatta küçük Asya’da hiristiyanligin neşrinden sonra bile, eski dillerini konustuklari tarihçe bilinen bir hakikattir.’
(Günaltay 1987: 364)
‘Anadolu’nun Fethi’ ya da İktidarin Mekansal Meşruiyeti:
Selçuklularin Gelişi
Rum Selçuklulari hakkindaki çalişmasinin başlarinda, Türkler için diyor Gordlevski, Selçuklularin tarihi yalnizca bilimsel değil, ayni zamanda ulusal ve siyasal bir sorundur (Gordlevski 1988: 33). Gordlevski’nin bu görüşünde kuşkusuz bir isabet vardir; çünkü, Selçuklu tarihi de Hitit tarihi gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasal amaçlari doşrultusunda kullanilmiş, Türk ulusal kimliginin temel payandalarindan birine dönüştürülmüştür.
Selçuklu tarihinin önemli oluşunun, dahasi abartilişinin nedenlerinden biri, yeni Cumhuriyet’in artik açik bir biçimde kendi karşiti olarak tanimlamiş olduğu Osmanli’yi tarihin ‘kara deligi’ne hapsetme arzusuydu. Dolayisiyla, Osmanli hanedaninca unutturulmaya çalişildiği kabul edilen Osmanli öncesi Türk tarihi hatirlanmali, Osmanli tarihi ise unutulmasa bile, bazi yanlariyla bir yozlaşma dönemi olarak yeniden yazilmaliydi (2). Bu, yeni rejime siyasal bir meşruiyet bağişlayacakti. Öyle ki, dönemin araştirmacilari nazarinda Osmanli tarihi Malazgirt ile Dumlupinar (1922) yengileri arasinda kaybolup gidiyor, Alparslan ve ‘Atatürk’ ise Türklügün kurucu babalari olarak görülüyordu (de Groot 1991:101). Fakat, bunun da ötesinde bir nokta daha vardi ki, o bütün bir ulusu ilgilendiriyordu. Ulusa vatan olarak seçilen cografyalarin Anadolu adi altinda kesin bir biçimde yekpareleştirilmesi ve bunun da hiç olmazsa binyillik bir tarihe baglanmasi Selçuklularla mümkün oluyordu. Böylece, Anadolu’nun sahipliği daha kesin bir biçimde Selçuklu tarihine havale edilerek, bu siyasal mekanin yeni sahiplerine yine bir meşruiyet kazandiriyordu.
Selçuklu tarihi Türk milliyetçileri açisindan özellikle Malazgirt (Mançikert) savaşini ifade etmektedir. Malazgirt ise, Türkçü muhayyilede Türklerin Anadolu’ya giriş kapisi sayilir. Herhalükarda burada bir sorun oldugu görülüyor. Şöyle ki; Malazgirt giriş kapisi olarak varsayiliyorsa, daha ilk bakişta Malazgirt’in doğusunda kalan, ancak bugün resmi Anadolu şablonunun içinde yeralan yerleri nasil adlandirmak gerekiyor sorusu akla geliyor. Kemalizmin kitabinda ne böyle bir soru, ne de bu sorunun yaniti vardir. Dahasi, bu tarih başka kurmacalarla ve başka sorunlarla doludur. Herşeyden önce, Malazgirt’in Anadolu’ya ait olup olmadigi ve burada meydana gelen Bizans-Selçuklu savaşinin Selçuklular açisindan bir fetih amaciyla ilişkili olup olmadiği noktalari tarihsel açidan sorunludur.
Önce fetihten başlayabiliriz. Malazgirt savaşi, Türk tarihçilerinin genel görüşünün aksine aslinda fetih amaçli bir savaş degildi. Yağmaci göçebe Türk boylarina Bizans’in ileri topraklarinda geniş alanlar açarak onlarin geri dönmelerini engellemeye yönelik zorunlu bir savaş idi. Alparslan’dan önce, Tugrul Bey tarafindan Bizans’a karşi askeri sefer düzenlemekle görevlendirilen İbrahim Yinal’in Oguz boylarina söyledikleri bunu gösterir:
‘Ülkem sizin de oturmaniza yetecek kadar geniş degildir. Bu nedenle dogrusu şudur ki, Rum gazasina gidiniz; Tanri yolunda cihad yapiniz ve ganimet aliniz; ben de arkanizdan gelip size yardim edecegim.’
Yukaridaki ifade Malazgirt için de geçerliydi. Zira, Alparslan Bizans imparatoru Romanos Diogenes’i tutsak aldigi halde, Bizans’tan toprak talebinde bulunmamiş, yalnizca ‘100 dinar fidye, yilda 360 bin dinar vergi’ ve ‘zaten müslümanlara ait bulunan’ kimi beldelerin Selçuklulara devredildiğinin kabulu ile yetinmiştir. Dahasi, kimi tarihçilere göre Alparslan bu savaş için önceden bir hazirlik yapmamiş, savaşa bir anlamda Romanos Diogenes’in zorlamasi sonucu girmiştir. Romanos Diogenes’in ordusunun sıkıştırmasi sonucu doğuya doğru gerileyen bu göçebe Türk boylari, Alparslan’in hükümranlik sinirlarina dayanarak onu tedirgin ettiği için savaş başgöstermiştir; yani, savaş ‘Türklerin Anadolu’dan kovulmasi’ni engelemeye yönelikti (bkz. Ceyhun 1993: 40-1). Lewis de benzer bir görüştedir. Ona göre, ‘Anadolu’nun fethi, aslinda Selçuklu devletinin hiçbir belirgin niyetine ve tasarisina dayanmaksizin, gezici boylarin ve bir grup gazilerin başarisi olmuştur.’ (Lewis 1975: 20). Kisacasi, Alparslan’in ne ‘Anadolu’yu fethetme’, ne de Bizans’i yoketme gibi bir düşüncesi bulunuyordu (bkz. Bodmer 2001: 37).
Türk tarihçilerinin Selçuklularin Anadolu’yu fethi olarak kaydettikleri olayin bir fetih olup olmadiği bir yana, Türkler zaten bu tarihten önce Küçük Asya yarimadasinin sinirlarina dayanmişlardi. Küçük Asya’da Türk boylari Selçuklulardan çok daha önce 8-10. yy’lar arasinda boygöstermişlerdi (Gordlevski 1988: 37). George Schreiber olayi şöyle tasvir eder: ‘Mogollarin önünden kaçan Türk göçebe boylari Küçük Asya’ya geldiler.’ (Schreiber 1982: 14). Böyle olmakla birlikte, Türklerin ya da başkalarinin konu hakkindaki çalişmalarinda bu olay bir fetih, üstelik ‘Anadolu’nun fethi olarak sunulmaktadir. Türkiye’de yayimlanan Sosyalizm ve Toplumsal Mucadeleler Ansiklopedisi’nde (C. 6, Istanbul, Iletişim: s. 1729) şöyle yazilmistir: ‘Anadolu’yu fethetmek için Selçuklu Devleti bir tek meydan savaşi verdi (Malazgirt, 1071)’.
Claude Cahen, bugün Anadolu olarak adlandirilan yerin tarihsel topoğrafyasinin yeniden canlandirilmasinin güçlüğüne değindikten ve ‘burada, bu olgunun yol actigi güçlüklerin ayrintili bir açiklamasini yapmamiza olanak yok, ama böyle bir sorunun bulundugunu belirtmek zorundayiz,’ dedikten sonra, şöyle devam eder: ‘Anadolu’nun Türkler tarafindan fethedilmesi ve Türkiye diye bir ülke haline gelmesi, Avrupalilara her zaman kavranamayacak, kabul edilemeyecek ve biraz da hazmedilemeyecek bir durum olarak görülmüştür.’ (Cahen 1984: 78-9).
Olayin coğrafi olarak meydana geldigi yer, aslinda Anadolu degildir. Anadolu o dönem çok daha batidaydi ve bugün Türk devletince ‘İç Anadolu’ olarak tanzim edilmiş olan bölgenin bir kismini kapsiyordu. Bu noktada, kisaca da olsa Anadolu teriminden ve refere ettigi coğrafyanin tarihsel içerigine gözatabiliriz.
Önce terimin etimolojisiyle başlayalim. Bu ad (Anatoli) Asya adi gibi, Elence’de ‘doğu’, ‘güneşin doğduğu yer’ vb anlamlara gelmektedir. Asya, Asurca’da yükselmek anlamina gelen asu ile ilişkili olarak ‘güneşin yükseldiği ülke’ ya da köken olarak Sanskritçe’de şafak anlamina gelen uşa ile ilişkilendirilmektedir (bkz. Room 1997: 37). Asya adi, Elenlerde Lidya, Efes bolgesi ve ‘Asya’nin Roma’ya ait yerlerini tanimlamak için kullanilmişken, Küçük Asya ise başlangiçta İlyada’da geçtigi üzere Gediz ovasini ifade ediyordu. Anatoli ise, 3. yy’dan itibaren Küçük Asya’yi tanimliyordu (Georgacas 1971: 40); ancak, Küçük Asya kavraminin içeriğinin Anadolu gibi zamanla genişlemiş oldugu unutulmamalidir. Doğulu toplumlar ise ayni yerler için daha çok Rum adini kullanmişlardi. Latince’de bile bir zamanlar Romania adi Küçük Asya için kullanilmiştir. Bu nedenle, hernekadar bugün araştirmacilar arasinda Rum Selçuklulari tabiri daha az kullaniliyor olsa da, merkezi Konya olan Selçuklu hanedani o dönem Rum Selçuklulari olarak biliniyordu (3).
Bir siyasi bölge olarak Anadolu ise, sanildiginin aksine Selçuklu değil, Bizans patentli bir kavramdir. 7. yy’da Bizans krali (basileus) Heraklius, hükümranligindaki topraklari thema denilen idari bölgelere ayirdiğinda, Konstantiniopolis’e göre doğuda kalan bölgeye de thema Anatolicon adi verilmiş olup, bu bölge bugün ‘İç Anadolu’ da denilen bölgenin batisindaki topraklarin bir bölümünü içeriyordu. VII. Konstantinos Porphyfogenetos döneminde (912-959) ise, bugünku Eskişehir civarindan başlayip güneyde Bati Toroslara ve Konya’ya dek uzaniyordu (Tuncel 1991: 107). Dolayisiyla, Selçuklularin meydan savaşi verdigi yer Anadolu sinirlari içinde değildi. Kaldi ki, Kanuni Süleyman devrinde bile tesis edilen Anadolu eyaleti de, kismen eski thema Anatolicon’a tekabül etmekle birlikte, ondan daha geniş bir alani kapsamaktaydi (Darkot 1965: 429). Bu baglamda, Romanos Diogenes’in ölümünden sonra kisa bir zaman için tahta geçen VII. Mikhael Parapinakes’in sonunda kralliktan çekilmeye zorlanmasi üzerine, yerine Anatolikon themasi strategosu III. Nikephor Botaneiates’in geçmiş olmasi, Türk tezini yine alabora etmektedir. O halde, Türk resmi ideolojisinin ‘Anadolu’nun fethi’ olarak lanse ettigi bu olay, coğrafi olarak da yeniden değerlendirilebilir (4).
Malazgirt savaşiyla Selçuklularin hangi coğrafyayi ya da ülkeyi ele geçirdiği konusunda yaygin olan anlayis Anadolu’da düğümlenmektedir; ancak, farkli görüşler de yok degil. Sözkonusu coğrafya yine de pekçok kaynakta farkli geçmektedir. Kimisinde Anadolu ya da Küçük Asya, kimisinde Ermenistan, kimisinde Kürdistan, kimisinde ise Mervani topragi … Yani, ortada açikliğa kavuşturulmamiş bir sorun vardir ve bu sorun derinlikli irdelendiginde, tarihyaziciligi metodolojisi bakimindan kaydedilmesi gereken kimi önemli notlar çikarilabilir. Buna gelmeden önce, bu farkli savlari anmak ve üzerinde düşünmek gerekir.
Önce Türk resmi tarih tezine bakalim. Birinci Anadolucu akimdan olan ve harekete siyasal, ideolojik bir içerik kazandirmaya çaliştiği söylenen Mükrimin Halil (Yinanç) bu alanda öncülük ediyor ve 1934 yilinda bilindiçi kadariyla Türkiye’de ilk defa Selçuklu tarihini kaleme almiş oldugu Türkiye Tarihi Selçuklu Devri (I) adli kitabini yayimliyor. Kitabin alt başligi ‘Anadolu’nun Fethi’dir. Mükrimin Halil Türklerin Anadolu’daki tarihlerini işte bu olayla başlatmaktadir. Daha bu kitabi yayimlanmadan çok önce, Anadolu mecmuasinda yayimlanan ‘Milli Tarihimizin Mevzuu Meselesi’ adli makalesinde şöyle yazmaktaydi:
‘Bu tarihin başlangici Türklerin Anadolu’ya gelişiyle açilir. Türklerin ne zaman Anadolu’ya geldikleri meselesi uzun münakaşalara yol açmiştir. Bazi tarihçiler Anadolu’da yaşayan eski kavimlerinden bir kaçinin Türklerle irkça akrabaliklari oldugu kanisina varmişlar ve tarih karşisina en önce çikan kavimlerden biri olup, Anadolu’nun en eski kavimlerinden olan Hitit’lerin Oral-Altay kavimlerinden ve germen’lerin bir kolu oldugunu sanmişlardir. Bugün Hititlerin Hint kavimlerinden biri oldugu tahakkuk etmiştir. (…)
Romalilar zamaninda Türk kavmine mensup bazi kavimler ezcümle Hunlar, Kumanlar, Pecenekler, Hazerler, Anadolu’ya akinlar ve muhaceretler yapmişlardir. Bunlarin bir kismi şarktan, bir kismi da batidan Anadolu’ya gelmişlerdir, fakat yaşayamamislar ya da geldikleri gibi süratle geri çekilmişler yahutta Anadolu sekenesi içine karişarak kavmi benliklerini kaybetmişlerdir. (…)
Anadolu’yu fethedip orayi vatan yapanlar, göçebe halinde gelerek şehirler ve köyler kurdular, Türklerin Türkmen koluna mensup uluslar ve boylar, kisa bir tabirler Anadolu halki Oguz Türkü, diger tabirle Türkmenlerdir.’ (Oktay 1975: 39)
Böylece, Mükrimin Halil daha o tarihlerde (1924-25) Anadolu’nun Türkmenler tarafindan fethedildiğini savunuyordu. Çalişmalarini daha çok Selçuklu dönemiyle sinirlandirmiş olan Osman Turan, İbrahim Kafesoglu, Yilmaz Öztuna ve Mehmet Altay Köymen gibi Türk tarihçileri de ayni yolu takip etmişlerdir. Zamanla bu tarihin bir de kendine özgü bir metaforu oluşmuştur ki, bu kapidan başka birşey değildir. Nasil ki, Türk milliyetçileri bir yurt bilinci yaratabilme yolunda batida köprü metaforunu kullandilarsa, buna benzer olarak doğuda da bir başka metafora sarildilar. Köprü uygarliklarin temas noktasi ve bir bakima bir merkez iken, kapi ise Türklerin gelişini ve kendilerine ‘yurt’ kapisini açmalarini anlatmaktadir. Bu metafor bir biçimde kollektif zihniyette Anadolu illustrasyonunu bir ev olarak hakikileştirmektedir. Anadolu diğer etnik gruplarin söyleminde ise, yine kapidir, ancak bu kez ‘kavimler kapisi’dir.
Türk egemen zihniyeti, Türklerin Malazgirt savaşiyla birlikte kendilerine Anadolu’nun kapilarini açmiş olduğu kanisindadir. Kapi metaforu kullanildigi zaman, fethetmek fiili düşmekte ve doğal olarak açmak fiili geçmektedir. İlginçtir, İbrahim Kafesoğlu böyle bir tercihte bulunduğu için, bir başka Türk tarihçisi tarafindan eleştirilmiş ve ‘M. H. Yinanc’in da sevdigi bir kelime olmasina ragmen’ açmak fiili ‘sevimsiz’ bulunmuştur (Köymen 1953: 566) (5). Ancak, belki de bazen daha ‘sevimsiz’ sözcükler kullanilmiştir. Sözgelimi, bir tarihçi ‘bu zafer bütün Anadolu’yu Türklere açik hale getirmiştir,’ derken, bir başkasi ise şöyle yazar: ‘Bu zafer nasil Anadolu’nun Türklere açilmasina sebep olmuş ise,…’ (Öner 1976: 220; Turan 1965: 133). Ayni fiili (açmak) pek tabiidir ki Batili tarihçiler de kullanirlar. Selçuklular dönemiyle ilgili kapsamli çalişmalarindan birine imza atmiş olan Speros Vryonis, ‘1071’de Bizans ordularinin yenilgisiyle Anadolu Türklere açildi,’ der (Vryonis 1971: 103). Türkçe karşiliginda ayni asmantik içeriği taşimamakla birlikte, Arapça kökenli feth sözcüğü açmak anlamina gelmektedir; fütuh ise düz anlamiyla açiliş demektir (bkz. Lewis 1997: 111-2). Kur’an’in açiliş süresinin adi Fatiha olup, ayni kökten türemiştir.
Anadolu kavramini Türkçü içeriğiyle kavrayan pekçok Batili araştirmaci da, yazik ki gerçeklikten uzak benzer yorumlarda bulunmuşlardir. Charles Diehl, Byzantium adli yapitinda, Selçuklularin üç önemli insani –Tugrul Bey, Alparslan, Melik Şah’i- izleyerek, zamanla kendilerini ‘bütün Anadolu’nun efendileri haline getirdiklerini söylerken, Davison Türklerin Malazgirt yengisinden sözederken, Malazgirt’in ‘Doğu Anadolu’da oldugunu belirtme gereği duymuştur (Diehl 1957: 208; Davison 1990: 3). Carole Hillenbrand ise, 1071’den sonra Türk göçebelerin aşamali olarak Anadolu’ya yerleştiğinden, ‘Orta ve Doğu Anadolu’da ise Rum Selçuklu Sultanligi’nin kurulduğundan sözetmektedir (Hillebrand 1991: 242). Kaegi ise, bir makalesinde Bizans tarihçilerinin en önemli görevlerinden birinin, Bizans’in 11. yy’in ikinci yarisinda Anadolu’yu Selçuklu Türklerine yitirmelerini açiklamak olduğunu savunup, yine bu hatti takip eder (bkz. Kaegi 1964).
Batili bazi araştirmacilar ise, Malazgirt’in Ermenistan (Armenia) themasinda oldugunu vurgularlar. Bunlardan Warren Treadgold, yakin zamanda yayimlanan Bizans Tarihi (1997) adli çalişmasinda, Romanus’un Türkleri ya Ermenistan’da ya da Anadolu’da durdurmak zorunda olduğunu, bazi komutanlarinin ise, zaten harap edilmiş Ermenistan themasini birakip Anadolu topraklari üzerinde güç toplamak gerektiğini savunduklarini yazmiştir (Treadgold 1997: 602-3). Bizans tarihi ve uygarligi üzerine yaptigi çalişmalarla taninan Steven Runciman, bir çalişmasinda Romanus’un ordusuna yeniden bir düzen vererek, ancak 1071’de Selçuklularin Ermenistan’daki büyük üşüşmesiyle buluşmaya gittiğini yazar (Runciman 1975: 51-2). Anadolu’ya da atifta bulunan Cahen’e göre, Selçuklularin saldirisina uğrayan bu coğrafya Bizans Ermenistani idi (Cahen 1984: 41, 84). Cahen, İslam Ansiklopedisi’nin İngilizce yenilenmiş baskisinda yeralan ‘Arminiya’ başlikli incelemesinde ise, 1071’den sonra Türkmenlerin Ermenistan, Kappadokya ve Küçük Asya’nin hemen her yerine yerleştiklerinden sözetmektedir (Cahen 1960: 639). Clot da Cahen gibi düşünmektedir. Ona göre, Malazgirt savaşindan sonra Ermenistan ve Kappadokya ile Küçük Asya’nin doğusu Türklere açilmişti (Clot 1994: 393).
Ermeni araştirmacilardan Garo Sasuni, ‘Malazgirt’te Bizanslilarin yenilgisinden sonra Ermenistan Alparslan’in idaresi altina girdi,’ diye yazmaktadir (Sasuni 1986: 15). Kamuran Gürün, Türk devletinin Ermeni soykirimi hakkindaki siyasal görüşlerini savunan çalişmasinda, şaşilacak ölçüde şu yorumda bulunmuştur:
‘Nihayet 26 Agustos 1071’de Malazgirt Savaşinda Romain Diogene’in mağlup ve esir olmasi ile bütün Ermenistan bölgesi Selçuklularin eline geçerken Anadolu kapilari da nihai ve müdafaasiz şekilde Oğuz Türklerine açiliyordu.’
(Gürün 1988: 35) (abc)
Kürdolojinin ünlü simalarindan Minorsky ise, İmparator Romanos’un (IV) Malazgirt’te yenilmesiyle ‘bütün Ermenistan’in Alparslan’in eline geçtigini yazmiştir. Oysa, Kürdolojinin günümüzde önde gelen isimlerinden Martin van Bruinessen, Minorsky’nin aksine şöyle düşünmektedir: ‘1071’de Selçuklu sultani Alparslan, Bizans imparatoru IV. Romanius’u Malazgirt yakinlarinda kesin bir şekilde yendi –Merwani toprağinda-’ (Minorsky 1981: 454; van Bruinessen ty: 167) (abç).
Görüldüğü üzere konu tarihyaziciliği açisindan temel bir sorunun tartişilmasina zemin hazirlamaktadir. Buna deginmeden önce, eski tarihçiler arasinda da bu tür görüş farkliliklarinin varliğindan sözetmek gerekiyor ki, her zaman açik olmasa da bu farkliliklar tarihçilerin siyasal ve kültürel referanslariyla bağlantilidir.
İbnü’l-Adim (1192-1262) Bugyetu’t taleb fi Tarih-i Haleb’de, Selçuklularin yöneldiği yerin Ermeniyye oldugunu açiklar:
‘Sultan Irak yoluyla Ermeniyye’ye yöneldi. Bu yürüyüş sirasinda Sultan, kendisine ayak uydurabilenlerle birlikte sür’atle hareket ederek Ermeniyye’ye erişti ve buyruğundaki 13 bin askeri teftiş ettikten sonra, Ahlat yakininda Bizans ordusuyla karşilaşti (…) Yüce Tanri, Sultan’i Bizans ordusuna galip getirdi.’
(Sümer-Sevim 1988: 47) (abc)
Reşidü’d-din (1248-1318) ise, sözlü anlatimlardan oluşturduğu belirtilen Camiu’t-tevarih’te, ‘Sultan Anadolu’da Erzincan yöresinde olan Malazgirt’ten, Ahlat ve Azerbaycan’a döndü,’ diye yazmaktadir (Sümer-Sevim 1988: 64). İbnü’l Ezrak ise, yazdigi Mervani tarihinde Türklerin Malazgirt yengisi sonrasinda, Ahlat ve Malazgirt’in ‘Mervani Devleti’nin elinden çiktiğini söyler (İbnü’l Ezrak 1989: 177-8). Faruk Sümer ile Ali Sevim’in birlikte hazirlamiş olduklari İslam Kaynaklarina Göre Malazgirt Savaşi adli yapitin Giriş bölümünde, İbnü’l Ezrak’in savaşin hangi ayda meydana geldiğini ve imparatorun tutsak alindigini bile bilmediği ifade edildikten sonra, ‘bundan başka Ahlat’in ve hatta Malazgirt’in bu savaş sonunda Mervan-ogullari’nin elinden çiktigini saniyor,’ denilerek, Malazgirt’in o dönem Merwani topraklari içinde olduğu dolayli da olsa kabul edilmiş oluyor (Sümer-Sevim 1988: X). Tugrul Bey’in, Oguz akinlari karsisinda kendisine şikayetini ileten Merwani emiri Nasruddevle’ye, ‘…onlara mal verip kafirlere karsi kendilerinden faydalanmalisin. Zira onlarin maksatlari Ermeni beldeleridir,’ şeklindeki yanitiyla, amacinin ayni zamanda ‘Mervani ülkesi’ni himaye etmek olduğunu savunan Osman Turan da, görüldügü kadariyla ‘Mervani ülkesi’nden haberdardir (Turan 1965: 68). Bir başka Türkçü, emekli istihbarat albayi Nazmi Sevgen ise, ‘Mervanli topraklarinin tamami’nin 1085’den itibaren Selçuklu komutani Cahiroglu Fahruddevle tarafindan zaptedildiğini belirtmektedir (Sevgen 1982: 17).
Malazgirt’in o dönem hangi coğrafyada yeraldiğina dair savlar bununla sona ermiş değil. Bunlara, Kürt arastirmacilari arasinda yaygin olan Kürdistan savini eklemek gerekecek. Nitekim, Hasan Yıldız ‘ilk Müslüman Oguz boylari Kürdistan’da Bizans egemenliginin bulundugu alanlara yöneldi,’ diye yazmaktadir. Bu düşünceye parallel düşünen İsmail Beşikçi ise, ‘Kürtler ve Kürdistan için çok önemli olan başka bir tarihsel dönüm noktasi, Oguz Türklerinin, Orta Asya’dan Horasan ve İran yoluyla Kürdistan’a ve Anadolu’ya gelmiş olmalaridir,’ demektedir (Yıldız 1991: 30; Beşikçi 1990: 142).
Kestirmeden söylerasm, sözkonusu yer ne Anadolu, ne de Kürdistan’dir. Henüz Kürdistan adi bilinmemektedir; bu isim henüz icad edilmemistir. Böyle olmakla birlikte, Malazgirt o dönem Kürt Merwani topraklari içindedir. Peki ama, burasi gerçekten de Merwani topraği midir? Eger tarihçiler bu gibi coğrafi konularda siyaseti referans aliyorlarsa, sorunlu da olsa bunu bazi bakimlardan olumlamak zorundayiz. Sözgelimi, Bizans imparatorluğu egemenlik alanlarini genişlettiğinde, tarihçiler bu yeni katilan topraklari ‘Bizans topraği’ olarak görüyorsa, ayni durum burada da geçerlidir. Osmanlilar için de bu böyle, Çarlik Rusyasi için de. Dönüp dolaşip Jean Jacques Rousseau’ya geliyoruz; hani şu etrafi çitle çevrilen toprak meselesine. Kim bir toprak parçasinin etrafini çevirip ‘bu bana aittir!’ diyor ve buna inanacak kadar saf insanlar buluyorsa, orasi onun sayiliyor ve muhtemelen onun adiyla aniliyor. Bunu başaramayanlar ise, üzerinde yaşadiklari coğrafyanin ‘en eski sakinleri’ de olsalar, sayisal olarak çogunluk da olsalar, kendilerinin olan coğrafya pek nadiren onlarin sayiliyor ve yine onlara aidiyeti belirten adlarla nadiren niteleniyor. O halde, ‘Merwani topraği’ denilen yer de, aslinda başkalarina ait olsa bile (6), -ki bu da geçmişe doğru yapilan her yolculukta tartişma konusu olacaktir- tarihe bu adla da geçebilecektir; çünkü, tarih daha çok siyasal referanslara ve yani sira bugünkü siyasal mücadeleye baglidir. Eger bugün bir Kürt devleti mevcut olsaydi, tarihyaziciligindaki bu meselede ‘Merwani tezi’ genel bir kabul görebilirdi.
Bir sorun olarak tanimlamiş oldugum bu durumun negatif etkisini kirabilmek ve gerçekliği bütünlüklü olarak kavrayabilmek için, vatan kavramini yalnizca siyasetle ve özellikle de iktidarla açiklanmamak gerekir; çünkü, egemen siyasetin çevirdigi sinirlarin içinde başka kültürel ve siyasal coğrafyalar yutulmuş olabilir. Bu nedenle, sözkonusu egemen siyasal otoritelerin yuttuğu diger coğrafyalarin demografik yapisi ile bu yapinin sürekliligi gibi unsurlar dikkate alinmalidir. Böylece, ezilen halklarin ve topraklarinin kayiplara karişmamasi için demografik, kültürel, tarihsel ve siyasal referanslari birlikte dikkate almak gerekir. Bu ölçütle konuyu yeniden degerlendirirsek, Malazgirt o dönem siyasal (egemenlik) olarak ‘Merwani topraği’, tarihsel ve kültürel olarak ise hala Ermenistan’in bir parçasiydi demek mümkün olabilir (7).
Sonuç olarak, Selçuklu tarihi ve Malazgirt savaşi başta Türk tarihçileri olmak üzere pekçok arastirmaci tarafindan modern Türk siyasal mekani üzerinden (‘Anadolu’) yorumlanmiş ve böylece, tarihsel gerçeklik yine ulus tarihinin anakronizmine kurban edilmiştir. 20. yy’da Türk milliyetçi siyasetinin hapsettiği coğrafyalar çok eski zamanlarda dahi bir mekan bütünlügü kurgusu içinde bugüne taşinmaktadirlar. Böylece bugün, dünü kendi kavram ve arzusu doğrultusunda anlamlandirarak kendisini varetmektedir. Ve bu varoluş ise, başkalarinin bütün benlikleriyle yokoluşlari üzerinde şekillenmektedir.
Anadolu’da Bir Rumeli Çocuğu: Mustafa Kemal
Anadolu kavrami Cumhuriyet’in ilaniyla birlikte bir Türk ulusu yaratabilmek yolunda Kemalist rejim tarafindan sistematik olarak kullanilmaya başlamiştir. Türkçü klikler arasindaki iktidar mücadeleleri zamanla rayina oturup, Mustafa Kemal ulusun babasi olarak kendisini konumlandirinca, Anadolu ve Mustafa Kemal adlari tek yumurta ikizleri gibi daha aktif hale gelerek her yeri birlikte işgal etmişlerdi. Bazi mücadele arkadaşlari hoş karşilamasa da, o artik gazete sütunlarindan tarihyaziciligina dek her yerde ‘vatan kurtaran’ Mustafa Kemal’di.
O İstanbul’dan bir gemiyle hareket ederek 19 Mayis 1919’da ‘Anadolu’ya çikmis’ ve ‘vatan’in selameti için çalişmiştir! Kemalistlerce böyle mitoslastirilan sari saçli, mavi gözlü Mustafa Kemal, sonuçta Anadolu’nun bir anlamda partneri haline dönüşmüştü. Kemalist historiyografi başindan itibaren Anadolu-Osmanli (Ankara-Istanbul) ‘çelişkisi’ni temel alip, bu seçiş üzerinden bir ‘kurtuluş tarihi’ yazdiğindan, bu en çok Mustafa Kemal’in ulusal portresine yaramiştir; çünkü, bu tarihe göre O, bir yandan İngiliz emperyalizmine, diger yandan ise onun kuklasi olan Osmanli hanedanina karsi Anadolu’nun yoksul köylüleriyle birlikte bağimsizlik için mücadele etmiştir. Bu, senaryoda yalnizca bir ulusun kurtulusu olarak geçmiyor, ayni zamanda bir devrim sayiliyordu. Nitekim, Kemalist jargonda ‘Anadolu devrimi’ ya da ‘Anadolu ihtilali’ deyimiyle Mustafa Kemal’in emperyalizme ve gerici hanedana karsi başarisi kastedilmektedir (8).
Aslinda daha Cumhuriyet ilan edilmeden Mustafa Kemal ile Anadolu adlari yanyana gelmişti. Bunu, Ankara’nin vilayetler tanzim edilmeden önce Anadolu eyaletinin bir dönem merkezi olmasiyla ilişkilendirmek mümkün olabilir. Ankara’da Nisan 1920’de kurulan Büyük Millet Meclisi’nin başinda herhangi bir coğrafi isim bulunmuyor olmakla birlikte, sözgelimi Enver Paşa’nin 16 Temmuz 1921’de Mustafa Kemal’e Moskova’dan yazmiş olduğu mektubuna, ‘Anadolu Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Pasa’ya’ diye başlamasi önemlidir. Yine Enver’in ayni mektubunda Mustafa Kemal’e ‘senin başarin Anadolu’nun başarisidir,’ diye yazmiş olmasi, bir bakima Onu Anadolu’yla özdeşleştirdiğini gösterir. Bu tarihten yalnizca bir gün sonra, 17 Temmuz 1921’de Cavid Bey’e yazdigi mektupta ise, Mustafa Kemal’i kastederek ‘artik doğrusu Anadolu epey yanliş düşünmeye başladi,’ demiştir; ayni özdeşleştirme burada daha nettir (bkz. Yalcin 2002: 89, 93, 97). Buna dönemin Bati basininda da rastlanmaktadir ki, Kemalistlerin aktif çabalari da eklenince, Anadolu ve Mustafa Kemal adlari birbirinin ayrilmaz partnerleri haline gelmiş ve artik Mustafa Kemal Anadolu, Anadolu Mustafa Kemal olmuştur. Selanikli oldugu halde, kimi Türk ve Batili yazarlarin Onun soy olarak aslinda ‘Anadolulu’ oldugunu iddia etmiş olmalari da bu baglamda degerlendirilebilir (bkz. Öz ty: 1; Jackh 1999: 251) (9).
Son Osmanli Meclis-i Mebusan’in, ardindan BMM’nin kabul ettiği Misak-i Milli’nin arkasindaki kişinin Mustafa Kemal olmasi da ona bu ayricaliği taniyor olsa gerek (konu için bkz. Kaymaz 1983); çünkü, asmantiğinde bir değişme meydana gelmiş olsa da, Misak-i Milli I. Emperyalist Paylasim savaşinda yenilen Osmanli’nin Türkçü bürokrasisi ve hanedani için vatanin sinirlarini ve içeriğini gösteriyordu. Misak-i Milli’den kasit aslinda dini sinirlardi; sonralari milli teriminin ulusal olani ifade ettiği düşüncesi öne çikarilmiştir. Başlangiçta sinirlarinin olabildiğince geniş tutulduğu embryon halindeki bu yeni siyasi mekanin Türkçü yaninin gizlenmesi için bu zorunlu görünüyordu; ancak, sonradan bu sir perdesi aralanacak ve Kemal’in Türkçü projesi hayata geçirilecekti. Bu projenin temel amaci bir Türk ulusu ve ona ‘ait’ bir vatan yaratabilmekti. Bu baglamda ve son olarak, Türk yakin tarihinde ‘vatan kurtaran’ olarak konumlandirilan Mustafa Kemal’in aslinda bir vatan kurtarmak yerine, başkalarinin vatanlarini da zorla alarak yeni bir Türk siyasal mekani kurdugu söylenebilir. Sonuçta, O Anadolu’nun Anadolucu olmayan Rumelili bir kurucusu sayilir.
Notlar
(*) EZ, Gürdal Aksoy’un bir süreden beri yayin dünyasinda kullandiği ismidir. Bu makale ise, yazarin Halklar Hapishanesi Anadolu, Kürtlerde Anadolumerkezci Yabancilaşma adli çalişmasinin yeniden yazimi için yazilmiş bölümlerden biridir. Bu nedenle, kitabin ilk baskisinda geçen kaynaklar -atifta bulunulmuş olsa da- bibliyografyaya dahil edilmemiştir.
(1) ‘Milliyetçi anlatinin en zayif oldugu nokta da Anadolu tarihi zaten.’ (Copeaux’nün bu ifadesi için bkz. Copeaux-Sahin-Sokmen 1998: 105).
(2)Bir Anadolucu olan Mükrimin Halil (Yinanc) Anadolu mecmuasinda (1924) şöyle yaziyordu: ‘Osmanli hanedanindan evvelki zamanlar unutturulmaya çalişilmistir.’ (Oktay 1975: 60).
(3) Franz Babinger İslam Ansiklopedisi’nin Rum maddesinde ‘Konya Selçuklulari’ tabirini kullanmişti (Babinger 1964). Gordlevski’nin konuyla ilgili Türkçe’ye çevrilen kitabi Türkçe’ye Anadolu Selçuklu Devleti olarak çevrilmişken, kitabin orijinal adi ise, ‘Gsudarstuvo Selçukidov Maloy Azii’dir; yani kitabin orijinal adinda Anadolu degil, Küçük Asya geçmektedir. Fuat Köprülü ‘Anadolu Selçuklulari’ tabirini tercih edenlerin başinda gelmektedir. Sayar ise, konu hakkinda yazmiş oldugu ‘Küçük Asya Selçuklu İmparatorlugu’ (The Empire of the Salcuqids of Asia Minor) başlikli bir makalesinde genel olarak Rum Selçuklulari tabirini kullanmiştir (bkz. Sayar 1951).
(4) Nihal Atsiz bu görüşü paylaşmayan istisna Türk milliyetçileri arasinda yer alir. Cesitli makalelerini biraraya topladigi Türk Tarihinde Meseleler adli kitabinin bir bölümünde, uluslarin kendi tarihlerini devlet, millet ya da vatan tarihi olarak yorumladiklarini belirterek, Türkiye tarihinin baslangici için Selçuklularin ‘vatan’a (Anadolu) gelişlerini degil, 1040 yilinda Selçuklu ‘devleti’nin Horasan’da kuruluşunu esas almak gerektigini savunur (bkz. Atsiz 1966: 22-3). Atsiz sonucta devlet tarihini esas almaktadir. Copeaux’nün da dikkat çektigi uzere, Türkiye’de geçmişteki siyasal oluşumlari devlet olarak nitelemek resmi egitim söyleminin sürekli başvurdugu bir tanimlama olmuştur; ‘çünkü modern devlet anlayisinin Türklerde eskiden beri varolduguna inanilmaktadir: Tarihsel baglamda daha dogru olan ‘beylik’, ‘sultanlik’, ‘krallik’, ‘prenslik’, ‘saltanat’, ‘hanlik’ gibi terimler kullanilmaktadir (Copeaux 1998a: 84). Kimi araştirmacilar ise, Rum Selçuklularinin siyasi örgütlülüğü için imparatorluk terimini tercih etmişlerdir (sozgelimi bkz. Sayar 1951).
(5) Kafesoglu’nun tam olarak söyledigi şudur: ‘Selçuklu imparatorlugu merkeziyetçi degil, esas itibariyle feodal karakterli oldugu için, Suriye’de ve Elcezire’de görüldügü üzere, Anadoluyu açmakla vazifelendirilen emirler feth ettikleri memleketlerde idari muhtariyete sahip idiler…’ (Kafesoglu 1953: 101-2).
(6) Zettersteen şöyle diyor: ‘Baz, kendi tarafdarlarinin yardimi ile evvela Ermeniye’deki Arciş şehrini ve ayni ülkenin hududunda bulunan diger bir takim müstahkem mevkiileri zapdetti.’ (Zettersteen ty: 780-1). Cahen ise, Ermenistan’da çok daha önceden beri Müslüman emirliklerin varligina işaret etmektedir (Cahen 1984: 45).
(7) Bunu demekle, umarim sözkonusu tarihte belirtilen yerde yaşayan yari göçebe Kürt aşiretlerini ve onlarin kültürlerini ya da olasi başka kültürleri yadsidigimiz düşünülmez.
(8) Yalçin Küçük, bu ‘Anadolu ihtilali’ne inananlardandir. O, bir çalişmasinda ‘Türkiye’nin stratejik önemini uzatan ve diş faktörlerle aşiri yüklü olarak dogan Türk aydinlarinin önemli bir bölümü, bu yüzden 1920 Anadolu Ihtilali’ne ve bagimsizliga inanmadilar,’ diye yazmaktadir (Küçük 1985: 679). Başkaya ise, bunun aksine, ‘aslinda gerçek bir Anadolu hareketi hiçbir zaman olmadigi’ kanisindadir (Başkaya 1991: 49). Ancak bu, Başkaya’nin düşündügü gibi, yalnizca emekçi kitlelerin tarihsel sürece katiliminin önemli ölçüde sinirli olmasindan kaynaklanmiyor; daha çok bugünkü Kemalist içerikli Anadolu kavraminin esas alinarak yapmacik bir anti-emperyalist motifli ‘Anadolu ihtilali’ne sahte bir veri tabani hazirliyor olmasindan ileri geliyor.
(9) Anadoluculardan Oktay ise, Rumeli-Anadolu ayrimi yapmanin yanliş oldugunu savunurken, örnek olarak Mustafa Kemal’in Rumelili oldugunu yazar.
Kaynaklar
Atsiz, Nihal (1966) Turk Tarihinde Meseleler, Ankara: Afsin
Bodmer, Jean-Pierre (2001) ‘Selçuklular Anadolu’da’, Cogito, Guz 2001, sy. 29
Brice, W. C. ‘The Turkish Colonization of Anatolia’,
Copeaux, Etienne-Sahin, I. Kaya-Sokmen, Semih (1998a) ‘Geçmis Yabanci Bir Ülkedir. Tarih Ders Kitaplarinda Turklugun Temsili’, Defter, Kis 1998, sy. 32
De Groot, Alexander H. (1991) ‘Martin Strohmeier, Seldschukische Geschichte und Turkische Geschihctswissenschaft’, Die Welt Des Islams, Band XXXI, Nr. 1
Gunaltay, M. Semseddin (1987) Yakin Sark II, Anadolu. En Eski Caglardan Ahamenis’ler Istilasina Kadar, Ankara: TTK.
Jackh, Ernst (1999) Yukselen Hilal. Bir Milletin Yeniden Dogusu. Turkiye’nin Dunu, Bugunu ve Yarini, cev. Perihan Kuturman, Istanbul: Temel
Kaegi, Walter Emil (1964) ‘The Contribution of Archery to the Turkish Conquest of Anatolia’, Speculum, Vol. 39, Issue 1, January 1964
Kaymaz, Nejat (1983) ‘Misak-i Milli Uzerine Yapilan Tartismalar Hakkinda’, VIII. Turk Tarih Kongresi, Ankara 11-15 Ekim 1976, Kongreye Sunulan Bildiriler, III. Cilt, Ankara: TTK.
Kertzer, David I. (1996) Politics & Symbols. The Italian Communist Party and the Fall of Communism, New Haven and London: Yale Univ. Press
Lewis, Bernard (1997) Islam’in Politik Söylemi, cev. Unsal Oskay, Istanbul: Cep
Poulton, Hugh (1999) Silindir, Sapka, Bozkurt ve Hilal. Turk Ulusçulugu ve Turkiye Cumhuriyeti, cev. Yavuz Alogan, Istanbul: Sarmal
Sayar, I. M. (1951) ‘The Empire of the Salcuqids of Asia Minor’, Journal of Near Eastern Studies, Vol. 10, issue 4, October 1951
Sevgen, Nazmi (1982) Dogu ve Guneydogu Anadolu’da Turk Beylikleri, yay. haz. Sukru Kaya seferoglu-Halil Kemal Turkozu, Ankara: TKAE. yayinlari
Wachtel, Nathan (1986) ‘Introduction’, History and Anthropology, Vol. 2
Yalcin, Huseyin Cahit (2002) Ittihatci Liderlerin Gizli Mektuplari, haz. Osman Selim Kocahanoglu, Istanbul: Temel