Read Time:14 Minute, 20 Second
Sömürgeciliğin Beşyüz Yılı : Efsaneler ve Gerçekler
Fikret Başkaya
Fikret Başkaya
Geride kalan XX’inci yüzyıla başlıca üç efsane damgasını vurdu: Sömürgeciliğin tasfiye edildiği [dekolonizasyon ] , kalkınmacılık söylemi, ve evrensel nesnel sosyal bilim’ safsatası. 18-25 Nisan 1955’de toplanan Bandung Konferansında yeryüzünün lânetlileri, dünya sahnesinin bir aktörü olma iddiasıyla bir araya geldiler ve sömürgeciliğin sonunu ilan ettiler.
Bu yazıda, sömürgeciliğin II. Dünya Savaşından sonra gerçekten tasfiye edilip edilmediği, [ dekolinasyonun gerçekleşip gerçekleşmediği ] başka bir ifade ile, söylemle gerçek arasındaki uyumsuzluk tartışma konusu yapılacak.
Marx, Friedrich Bolte’ye yazdığı 23 Kasım 1871 tarihli bir mektupta: Eski veçheler yeni biçimler ve görüntüler altında kendilerini yepyeni bir şeymiş gibi sunarlar demişti. Gerçekten yeni’ olduğu söylenen bir toplumsal süreç ne kadar yenidir’ sorusu, sosyal gerçekliği anlama iddiasında olanlar için büyük öneme sahiptir. İkinci Dünya Savaşını izleyen yaklaşık yirmi yıllık dönemde, o zamana kadar az sayıda Avrupa ülkesinin, ABD ve Japonya’nın doğrudan sömürgesi’ olan halklar, siyasal bağımsızlıklarını kazandılar ve uluslararası hukuka göre egemen devletler durumuna geldiler. Sömürgeci tahakkümden kurtulduklarına göre, kalkınmaları, uluslararası devletler camiasının eşit statüye sahip saygın üyeleri olmamaları için bir engel kalmadığı söylendi. Artık kendilerine dayatılan yoksulluk, sefalet ve aşağılanmışlık durumundan kurtulabilirlerdi… Oysa, aradan geçen yaklaşık yarım yüzyıllık dönemde gerçek durum hiç de tevatür edildiği gibi değil. Tam tersine, sömürgeciliğin tasfiyesinden sonra Üçüncü Dünya ile emperyalist merkezler (kalkınmış ülkeler) arasındaki zenginlik uçurumu daha da derinleşmiş durumda. Şimdilerde de yeryüzünün beşeri ve doğal kaynaklarına ve zenginliğine eski sömürgeci emperyalist devletler, doğrudan sömürgecilik’ döneminde olduğu gibi el koymaya devam ediyor… Neoliberal küreselleşme çağında Güney denilen ülkelerin yağma ve talanı kaldığı yerden, üstelik derinleşerek yol alıyor. Bu somut durum, XX’inci yüzyılın üç efsanesini tartışmayı gerektiriyor: Gerçekten kalkınma diye bir şey mümkün müdür? Başka türlü söylersek dünyanın geri kalanının emperyalist merkezlerin gelişmişlik’ ve yaşam düzeyini’ yakalaması mümkün müdür ?, genel geçer bir evrensel nesnel sosyal bilim olabilir mi? Sömürgecilik gerçekten tasfiye edildi mi? Yoksa Marx’ın dediği gibi eski olan yeni görüntüler altında varolmaya devam mı ediyor? Değilse durum nedir?
Marx, Friedrich Bolte’ye yazdığı 23 Kasım 1871 tarihli bir mektupta: Eski veçheler yeni biçimler ve görüntüler altında kendilerini yepyeni bir şeymiş gibi sunarlar demişti. Gerçekten yeni’ olduğu söylenen bir toplumsal süreç ne kadar yenidir’ sorusu, sosyal gerçekliği anlama iddiasında olanlar için büyük öneme sahiptir. İkinci Dünya Savaşını izleyen yaklaşık yirmi yıllık dönemde, o zamana kadar az sayıda Avrupa ülkesinin, ABD ve Japonya’nın doğrudan sömürgesi’ olan halklar, siyasal bağımsızlıklarını kazandılar ve uluslararası hukuka göre egemen devletler durumuna geldiler. Sömürgeci tahakkümden kurtulduklarına göre, kalkınmaları, uluslararası devletler camiasının eşit statüye sahip saygın üyeleri olmamaları için bir engel kalmadığı söylendi. Artık kendilerine dayatılan yoksulluk, sefalet ve aşağılanmışlık durumundan kurtulabilirlerdi… Oysa, aradan geçen yaklaşık yarım yüzyıllık dönemde gerçek durum hiç de tevatür edildiği gibi değil. Tam tersine, sömürgeciliğin tasfiyesinden sonra Üçüncü Dünya ile emperyalist merkezler (kalkınmış ülkeler) arasındaki zenginlik uçurumu daha da derinleşmiş durumda. Şimdilerde de yeryüzünün beşeri ve doğal kaynaklarına ve zenginliğine eski sömürgeci emperyalist devletler, doğrudan sömürgecilik’ döneminde olduğu gibi el koymaya devam ediyor… Neoliberal küreselleşme çağında Güney denilen ülkelerin yağma ve talanı kaldığı yerden, üstelik derinleşerek yol alıyor. Bu somut durum, XX’inci yüzyılın üç efsanesini tartışmayı gerektiriyor: Gerçekten kalkınma diye bir şey mümkün müdür? Başka türlü söylersek dünyanın geri kalanının emperyalist merkezlerin gelişmişlik’ ve yaşam düzeyini’ yakalaması mümkün müdür ?, genel geçer bir evrensel nesnel sosyal bilim olabilir mi? Sömürgecilik gerçekten tasfiye edildi mi? Yoksa Marx’ın dediği gibi eski olan yeni görüntüler altında varolmaya devam mı ediyor? Değilse durum nedir?
1. Sömürgecilik cephesinde yeni bir şey yok…
Bugünkü Kuzey-Güney kutuplaşmasının tarihi yaklaşık beşyüz yıl gerilere gidiyor. Sömürgeciliğin veya sömürgeleşmişlik (coloniality) durumunun kökleri, birinci sömürgecilik dönemi de denilebilecek olan Kristof Kolomb’un macerasıyla (1492) başladı. Bu ilk sömürgecilik çağının birinci aşamasında Yeni Dünya’daki (Amerika kıtası) uygarlıklar tahribedildi, halklar jenoside tabi tutulup imha edildi, birikmiş hazineler yağmalandı. Fakat, yeni değeri yaratacak insan, dolayısıyla işgücü kalmamıştı. Amerika Kıtasının sömürgeleştirilmesinin ikinci aşamasında madenlerde ve tarımsal plantasyonlarda çalışacak insan ihtiyacı (iş gücü) Afrika’nın köleleştirilmesini, dolayısıyla köle ticaretini gündeme getirdi. Velhasıl, İspanyol Konkistatörlerinin başlattıkları maceranın Kara Afrika’da ortaya çıkardığı tahribat devasa idi… Bu talihsiz sürecin Rönesans, modernite, aydınlanma olarak bilinen dönemlerde yaşanmış olması da üzerinde ısrarla durulması gereken bir husustur. Sanayi devrimine giden süreçte, iki kıtanın yağmalanması ve sömürülmesi çok önemliydi ama bu gerçek ekseri Avrupa-merkezli tarih yazıcıları ve Avrupa-merkezli ideoloji tarafından yok sayılmıştır. Sanayi devriminden sonra sömürgeleştirilme sırası Eski Dünya ‘ya geldi ve Asya ve Afrika kıtaları XVIII’inci yüzyılın sonundan XX’inci yüzyılın ilk on yıllarına kadarki süreçte az sayıda Avrupa ülkesinin ikinci olarak (ve daha sonra) Japonya ve ABD’nin doğrudan sömürgesi veya yarı-sömürgesi (nüfûz bölgesi) statüsüne indirgendi. Bir fikir vermek için: 1878 yılında yeryüzünün %67’si Avrupalılar tarafından sömürgeleştirilmiş durumdaydı. 1914’de bu oran %84.4’tü… Bu sürecin sonucunda sömürgeci-emperyalist ülkelerin ihtiyacına uygun bir işbölümü ve uzmanlaşma oluştu. Başka türlü ifade etmek gerekirse, sömürgeleştirilmiş bölgelerin yer altı, yerüstü kaynakları ve işgücü potansiyeli sömürgeci devletlerin ihtiyacı doğrultusunda biçimlendirildi. Bu, bir yanda egemen sömürgeci devletler, diğer yanda sömürgeleştirilmiş, tarihleri, kültürleri, kimlikleri tahribedilmiş sömürge halklarının oluşturulduğu bir dünya sistemiydi.
450 yıllık dönemde sömürgeci emperyalist Avrupalılar sadece dünyayı kendi ihtiyaçları doğrultusunda biçimlendirmekle (biçimsizleştirmekle) kalmadılar, Avrupa-merkezli bir ideoloji (dünya görüşü densin) oluşturup sömürge halklarına dayattılar. Kendileriyle diğerleri arasına kalın duvarlar ördüler. Oluşturdukları Avrupa-merkezli ideoloji (dünya görüşü), olumlu olan ne varsa Avrupalının kendi eseri sayıyordu. Avrupa uygarlığının üstünlüğü, başka halkların ancak Avrupa’ya benzediğinde kurtuluşa ulaşabileceği, Avrupalıların dünyanın geri kalanını uygarlaştırmakla yükümlü olduğu inancına dayanıyordu. Bu fanatik anlayış sadece Avrupalı sömürgeci elite mahsus bir saplantı değildi. Metropollerin geniş halk kitleleri de bu görüşü çoktan içselleştirmişti… Fakat, asıl sorun sömürgelerdeki yerli elitlerin de bu Avrupa-merkezli ideolojik safsataları içselleştirmeleri , dünyaya ve kendilerine Avrupalının gözüyle bakmalarıydı. Dolayısıyla, ısrarla vurguladığımız gibi, sömürgeleşme, sömürge halklarının ama asıl Avrupalılaşmış’, Batılılaşmış’ elitlerin bilincinin sömürgeleştirilmesiydi . Bu, sömürgeciliğin içselleşmesi durumudur ki, doğrudan sömürgeciliğin tasfiyesi (dekolanizasyon) sonrasında sömürgecilik durumunda (coloniality) kayda değer bir değişikliğin olmaması, tam tersine sömürgeciliğin, dolayısıyla kutuplaşmanın derinleşmesi, bu durumla doğrudan ilgilidir. Zira, söz konusu eşik aşıldıktan sonra, artık sömürgecilik durumu (coloniality) doğrudan sömürgeciye gerek kalmadan yol alabiliyor … Nitekim, Güney ve Orta Amerika’da ki bağımsızlık’ hareketleri gerçek anlamda bağımsızlık hareketleri değildi. İspanya ve Portekiz’den bağımsızlaşan söz konusu ülkeler, İngiltere ve ABD’nin nüfuz bölgeleri durumuna geldiler. Dünya sistemindeki konumları hiçbir değişikliğe uğramadı. Kaldı ki, bir sosyal devrim’ söz konusu değildi. Ne üretim araçlarının (toprak) mülkiyetine dokunulmuş ne de yerliler ve Afrika kökenli kölelerin durumunda bir değişiklik ortaya çıkmış değildi. Bu ülkeler siyasal planda ve uluslararası hukuka göre bağımsızdılar ama bunun pek kıymet-i harbiyesi yoktu. İngiliz sömürgeciliğinin önde gelen simalarından Benjamin Disraeli, sömürgeler bağımsız olduklarında sömürge olmaktan kurtulmuş olmazlar derken tam bunu ifade ediyordu. Osmanlı İmparatorluğu gibi siyasal olarak bağımsız ülkelerin durumu da bir ülkenin siyasal (yasal) bağımsızlığından çok, dünya sistemindeki konumunun ve işlevinin belirleyici olduğunu gösterir. Birçok bakımdan bugünkü Türkiye 1880’lerdeki Osmanlı İmparatorluğundan farksızdır. Türkiye siyasi planda o zaman da bağımsızdı’ bugün de şeklen bağımsızdır’ ama dünya sistemi içindeki yeri özde aynıdır. Buradan giderek sömürgecilikten kurtulmanın sadece siyasi bağımsızlıkla mümkün olmadığı, kaldı ki, ekonomik, ideolojik, entelektüel, kültürel, sosyal bağımlılık koşullarında, siyasi bağımsızlığın da bir biçim sorunu olmanın ötesine geçemediğini söylemek mümkündür.
Genç Endonezya’nın karizmatik devlet başkanı Ahmet Sukardo, ev sahipliği yaptığı Bandung Konferansını açış konuşmasında: Sömürgeciliğin sadece bir ülkenin yabancı bir ülke tarafından fiziki denetim altına alınması olmadığını, ekonomik ve entelektüel veçheleri de olan bir süreç olduğunu, farklı kılıklara bürünebildiğini’ söylemişti. Bir kapitalist devletin bir başkasını egemenliği altına alıp sömürgeleştirmesinin nedeni, söz konusu ülkenin beşeri ve doğal kaynaklarını sömürmek, sermayeye değerlenme alanı açmak, sermaye için pazar yaratmaktır. Bu amacın elde edilmesi için mutlaka doğrudan denetim’ gerekmez. Nitekim İkinci Dünya Savaşı sonrasında sömürgeciliğin doğrudan versiyonunun tasfiyesi, sömürgeciliğin sonu değil, yeni bir biçim altında devam etmesiydi. Ülkeleri bağımsız’ olduğuna göre yoksul halk kitleleri artık kalkınma efsanesiyle oyalanabilirdi. Sömürgeci devletlerin çıkarlarını gerçekleştirmek üzere oluşturulan kurumlar, Bretton Woods kurumları [ IMF, Dünya Bankası, GATT (bugünün Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) atası, vb. ] sömürgeci yönetimlerin yerini alabilirdi… Böylece teker teker ülkelerin doğrudan sömürgesi olan ülkeler tüm sömürgeci-emperyalist ülkelerin kollektif sömürgesi durumuna gelmişlerdi. Aslında kollektif sömürgecilik doğrudan sömürgecilikten daha az zahmetli, daha etkindir, üstelik yabancı düşmanlığını da tahrik etmez… Kollektif sömürgeciliğe maruz ülkeler geçerli süreci, milliyetçilik’, ulusal çıkarlar’, kalkınma’, emperyalist ülkeleri yakalama’, vb. gibi safsatalarla şimdilik kabullendirmeyi başarıyor… 1980 sonrası dönemde Güneyin yoksul ülkelerine dayatılan ve tam bir yıkım tablosu demek olan yapısal uyum programları’, Kuzey tarafından silah zoruyla dayatılmadı. Elbette bu durum silah zorunu dışlamaz. Emperyalist çıkarlar gerektirdiğinde zor öğesi de devreye girer… Irakta olduğu gibi… ABD başta olmak üzere emperyalist ülkeler Üçüncü Dünya’da asayişi söz konusu ülkelerin işbirlikçi-komprador yöneticilerine havale etmiş durumda. Orada sömürgecilerin kendi güvenlik güçleri’ bulunmuyor, ama Üçüncü Dünya rejimlerini silahlandırılarak sorun çözülüyor. ABD’nin yardım programlarının üçte ikisi güvenlik (kimin güvenliği?), silah alımı ve personelin eğitimi için kullanılıyor. Elbette dünyanın dört bir bucağına yayılmış Amerikan üslerini hatırlamamak olmaz… Üçüncü Dünyanın [ Güneyin ] işbirlikçi-komprador elitleri baskı işlevini sömürgeci yöneticilerden devralmış durumda. Kendi halklarına zulmederken bunu, iç düşmanla mücadele retoriğine dayandırıyorlar. Velhasıl iç tehdit söylemi Üçüncü Dünya rejimlerinin aslında kimin rejimi olduklarının açık bir ifadesidir… Dolayısıyla, Üçüncü Dünya’nın geniş emekçi kesimleri için de bir düşman tanımlaması yapmanın zamanı çoktan gelmiş olmalıdır. Eğer bu rejimler için düşman i çerdeyse , yoksulların da dostlarını nerede arayıp, bulacaklarına karar vermeleri ve gereğini yapmaları gerekecek…
Yerli yönetici elitlerin çıkarları emperyalist çıkarlarla örtüştüğü için, tam bir yağma ve talan demek olan yapısal uyum programları dayatılabiliyor. Bu yüzden François Partant Üçüncü Dünya’daki yönetimlerin halkın çıkarlarıyla çeliştiğini söylerken, yerinde bir tespitte bulunuyordu. Aksi halde tam bir yıkıma dönüşen yapısal uyum programları’ uygulanamaz, özelleştirme adı altında söz konusu ülkelerin kamu işletmeleri ve kamu hizmetleri dünyanın bit pazarında çokuluslu şirketlere peşkeş çekilemezdi…Oysa, sömürgelerin yoksul köylüleri için bağımsızlık ekebilecekleri toprağa sahibolmak anlamına geliyordu ama bağımsızlıktan sonra (Çin Halk Cumhuriyeti gibi bir kaç istisna dışında) gerçek bir toprak reformu hiç gündeme gelmedi… Söylediğimize açıklık getirmek için yoksulluk’ tartışmasına gönderme yapabiliriz. Bugünkü modern yoksulluk’ doğrudan kapitalizmin eseridir ve kapitalizm koşullarında da çözümü mümkün değildir. Irkçı-Batıcı sosyal düşünce (sosyal bilim) ve onun önemli bir bileşeni olan burjuva iktisat teorisi, yoksulluğu kapitalizmin değil, başka faktörlerin eseri sayıyor. Demografik (nüfus artışı) ya da doğru iktisat politikaların uygulanmamasına vb. dayandırıyor. Doğru politikalar da Bretton-Woods kurumlarının önerdiği politikalardır… Aslında söz konusu olan da Samir Amin’in yazdığı gibi yoksulluk değil yoksulluğun modernleşmesidir , dolayısıyla sadece yaşamak için gerekli araçlardan yoksunluk değildir. Bir kere IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, vb. evrensel nesnel bilimin timsali sayıldı mı, bu duruma karşı çıkmak, bilimsellikten uzaklaşmak sayılıp lânetlenecektir… Batılılar tarafından üretilen bilginin evrensel geçerliliği olan bilim sayılması ve başkaları (dünyanın geri kalanının elitleri (mektepli taife) tarafından içselleştirilmesi, taraflı-yanlı-sübjektif bilginin evrenselleşmesi anlamına geliyor. Oysa, sayısız ayrımcılıklarla (sınıfsal, etnik, kadın-erkek, vb) malûl bir dünyada her zaman ve her yerde geçerli bir sosyal düşünce (sosyal bilim) mümkün değildir. Aslında böyle bir kabûl, ideolojik tezlerin bilim sayılmasıdır. Şimdilerde Güney denilen kapitalizmin çevresinde yer alan ülkelerde geçerli politikalar emperyalist merkezlerde üretilen yanlı-taraflı bilginin veya ideolojinin içselleştirilmesinin ürünüdür. Dolayısıyla bilimle, bilimsellikle ilgili geçerli yaklaşımlar aşılmadan, bilincin özgürleşmesi gerçekleşmeden yaşanabilir dünya kurmak mümkün değildir. Bilincin sömürgecilikten kurtulmaya ihtiyacı var ve bu da ancak mücadeleyle mümkündür. An Inquiry Concerning Political Justice and its Influence on Moral and Happiness ( 1793). a.g.y, Jean Jaurès, Histoire Socialiste de la Révolution Française , c IV,s. 516. Bkz: Marx-Engels, Selected Correspondance, Progress Publicher, 1975, s. 253. Bkz: Kalkınmanın Sonu, (F. Başkaya çev, Özgür Üniversite Kitaplığı, Ankara, 2005. Bkz: Samir Amin, in les Luttes Paysannes et Ouvrière face au defi du XXI e siècle ed. Les Indes Savantes, 2005 pp. 353-361. http://www.ozguruniversite.org/ sitesinden alınmıştır.
Neoliberal kürüselleşme çağında bir ülkeyi sömürgeleştirmek, beşeri ve doğal zenginliğini sömürüp-yağmalamak için, ülke topraklarını işgal etmek gerekmiyor. Sömürgecilik dünya pazarının bütünleşmesiyle’ gerçekleşiyor. Yeni sömürgeci güçler de doğrudan sömürgecilik döneminde olduğu gibi devletler değil, dünyanın yeni efendileri durumuna terfi etmiş olan çokuluslu şirketler. [ Elbette bu devletin sahneden çekildiği anlamına gelmiyor. Aksi halde kapitalizm diye bir şey de olmazdı… ] Sovyet sisteminin çöküşü, Çin’in ve Hindistan’ın da dünya ekonomisine entegrasyonuyla ekonomik sömürgecilik ya da aynı anlama gelmek üzere özel teşebbüs emperyalizmi düşü gerçekleşmiş görünüyor. G-7’lerin denetimindeki Bretton Woods kurumları aracılığıyla azgelişmiş ülkelerin beşeri ve doğal kaynaklarının yağmalanmasının önündeki tüm engeller birer birer kaldırılıyor…
2. Kalkınma mümkün değildir
Sömürgeciliğin doğrudan biçiminin tasfiye sürecine girdiği II. Savaş sonrasında, sömürgeci-emperyalist devletler [ merkez ] yeni bir misyon keşfettiler: daha önceleri uygarlaştırdıkları halkları kalkındırmak… Kalkınmadan kendi kendini sürdürebilen bir ekonomik büyüme, bu amaçla kurumsal bir yapı oluşturma, geniş toplum kesimlerinin refah düzeyini, başka bir ifade ile toplumsal refahı artırma, demokrasinin ve insan haklarının güvence altına alındığı bir sosyo-politik düzen anlaşılıyordu…
Oysa, her zaman olduğu gibi retorik realiteden farklıydı. Yeni dönemin hegemonik gücü olan ABD için kalkınmacılık söylemi komünizmin önünü kesmek üzere gündeme getirilmişti ve asıl amaç Amerikan sermayesinin önünü açmaktı. Özel sektöre dayalı bir büyüme öneriliyordu. Lâkin kapitalist rasyonelliğe dayalı bir kalkınma stratejisi mümkün değildir. Azgelişmiş denilen ülkelerin neden azgelişmiş oldukları tartışılmadan şöyle bir yaklaşım benimsendi: Söz konusu ülkelerin sorunu sermaye ve teknik bilgi eksikliğidir, Batı bu eksikliği dış yardımlarla’ giderebilir ve Üçüncü Dünya kalkınma yoluna sokulabilir… Aslında daha önce de başka yerde yazdığımız gibi, azgelişmiş denilen çevre ülkelerin’ sorunu teknik planda gerilik ve sermaye yetersizliğinden önce, dünya sistemindeki konumuyla ilgiliydi. Sorun, kalkınma yarışına geç katılmakla, sürece sonradan dahil olmakla ilgili değildi. Zira, söz konusu ülkeler azgelişmiş değil, farklıydılar ve bu durum sömürgeleşmişliğin sonucuydu. Dolayısıyla, kapitalist dünya sistemi içinde kalarak veya Batı’nın ulaştığı gelişmişlik’ düzeyine başka yollarla ulaşmak mümkün değildi. Beşyüz yıllık sömürgecilik döneminde oluşmuş işbölümü ve uzmanlaşma radikal bir değişikliğe uğratılmadan, ekonomilerin ve toplumların yönünü içe döndürmeden’, eski bir kavramı kullanmak gerekirse gerçek bir huruç harekâtı gerçekleşmeden kalkınmadan söz etmek seyirciyi oyalamanın ötesinde bir anlam ifade edemezdi. Elbette bir huruçu gerçekleştirmek, dünyadan soyutlanmak, içe kapanmak anlamında değildir. Bununla kastedilen dış ilişkileri içerinin ihtiyacına göre dizayn etmekle ilgilidir. Velhasıl, aracın yönünün değiştirilmesi gerekiyordu. Sömürü, bağımlılık, şartlandırma ilişkileri mahkum edilip, geçerli çerçevenin dışına çıkılmadan, söz konusu ülkelerin dünya sistemi içindeki konumlarının köklü bir değişime uğraması, kalkınması, refahı yakalaması mümkün değildi. Kaldı ki dış yardımlar’ geçerli eşitsiz, sömürü ve bağımlılık ilişkilerini sürdürme ve derinleştirme işlevi görüyordu. Yardımlar yerli yönetici elitleri maaşa bağlamak gibi bir şeydi ve söz konusu kesimler yardımlar aracılığıyla soysuzlaştırılmış, emperyalizmin yerli uzantıları durumuna getirilmişlerdi. Aslında yardımlar kalkınmanın değil, geçerli bağımlılık zincirinin kopmasını engellemenin aracıydı . Dolayısıyla, asıl söz konusu olan yardım değil, bir tuzaktı… Kalkınmacı söylem, gerçek durumun tartışılmasını ve anlaşılmasını engelleme işlevi görmüştü. Birleşmiş Milletler Örgütü tarafından ilan edilen birinci kalkınma on yılının sonunda söylemle gerçek durum arasındaki uyumsuzluk ortaya çıkmış bulunuyordu. Söz konusu olan ekonomik büyümeydi ve ekonomik büyüme sadece dar bir ayrıcalıklı eliti zenginleştirmişti.
Kalkınmanın mümkün olmadığı anlaşılmıştı ama yüksek sesle telaffuz edilmiyordu. Daha sonra kalkınma kavramı önüne bir niteleme sıfatı eklenerek kullanılmaya başlandı [ sosyal kalkınma, bir başka kalkınma, insanî kalkınma, endojen (içe dönük) kalkınma, sürdürülebilir kalkınma, vb… ] Aslında bu, kalkınmanın imkânsızlığının ilanıydı… Şimdilerde hızı kesilse de sürdürülebilir kalkınma kavramı çok kullanılıyor. Bu, geçerli sürecin sürdürülemezliğinin kabulüdür. Kapitalizm koşullarında kalkınma mümkün değildir, zira, söz konusu olan sermayenin büyümesidir. Ekonomik büyüme de denilen sermayenin büyümesi, insana ve doğaya zarar vermeden yol alamaz ve kaçınılmaz olarak kutuplaştırıcıdır. Yoksulluk yaratmadan zenginlik yaratamaz… Fakat, geçerli sosyal bilim , özellikle de burjuva iktisat teorisi, büyümeyi kalkınmayla özdeş sayıp dayatarak, şimdilik yanılsama yaratmayı başarıyor. Kapitalizm kamuya ait olan zenginliğin özel şahıslar (kapitalistler) tarafından yağmalanmasından başka bir şey değildir. Birincisi, kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu bir dünyada gerçek anlamda kalkınma mümkün değildir. İkinci olarak, kalkınmadan, emperyalist merkezlerin üretim, tüketim ve refah düzeyini yakalamak anlaşılıyor. Güney denilen yoksul ülkelerin Batının refah düzeyini’ yakalamasına bizzat kapitalizmin mantığı engeldir. Zira, kapitalizm doğası gereği, hiyerarşi üretmeden, aynı anda zenginlik ve yoksulluk üretmeden, kutuplaşma yaratıp derinleştirmeden yol alamaz. Kapitalizm doğası gereği kutuplaştırıcıdır. Kaldı ki, Batı modeli mümkün olsa bile taklit edilmeyi haketmiyor. Zira, insan ihtiyaçlarını tatmin için değil, kâr amacıyla yapılan bir üretim söz konusudur. Üretilen şeylerin çoğu toplum refahı için gerekli şeyler değildir… Nihayet, Batı modelinin dünyanın geri kalanı tarafından taklit edilmesinin ekolojik olarak da mümkün olmamasıdır. Bugünkü üretim ve tüketim düzeyi bile ekolojik felaketin koşullarını yaratmışken, Güneyin de, emperyalist merkezler kadar üretmesi, tüketmesi, kirletmesi, yok etmesi, hem saçmadır hem de sürdürülebilir değildir. İnsanlığın tamamının Batılıların üretim ve tüketim düzeyine ulaşabilmeleri için üzerinde yaşadığımız gezegen gibi üç gezegen gerekecek… Kaldı ki, Üçüncü Dünya ( Güney) hükümetleri kalkınma kavramını hala telaffuz etseler de, onun yerini uyum kavramı almış durumda… Uyum demek sömürgeciliğin kaldığı yerden yol almaya devam etmesinden, küresel planda eşitsizliğin, hiyerarşinin ve kutuplaşmanın derinleşmesinden başka bir şey değildir…
3. Evrensel nesnel sosyal bilim söylemi…
Egemenlik şiddete dayansa da, ideolojik kerte devreye girmeden sürdürülebilir değildir. Dolayısıyla, ikna etmenin, kabullendirmenin, köleleştirmenin yolu ideolojik egemenlikten geçer. Batı sosyal düşüncesi sömürgecilik sürecinde oluştu ve sınıfsal planda ve evrensel düzeydeki hiyerarşiyi, kutuplamayı, her türden eşitsizliği meşrulaştırıp, sürdürme misyonuna koşuldu. Sömürgeci-emperyalist Batı’nın oluşturduğu ideolojik tezler, giderek evrensel geçerliliği olan nesnel (her zaman her yerde geçerli) bilim sayıldı. Oysa, sosyal alanı angaje eden bir sorun söz konusu olduğunda yansızlık, tarafsızlık (objektivite) mümkün değildir. Bilim insanı tarafsız olmalıdır söylemi bu gerçeği yok saymak içindir. Kapitalizme özgü sınıfsal/ etnik, cinsiyetçi hiyerarşi veya ayrım, uluslararası işbölümü ve uzmanlaşmayla eş zamanlı olarak ortaya çıktı. Başka türlü söylersek, daha birinci sömürgecilik çağında ırkçı/sömürgeci bir dünya görüşü oluşturuldu. Buna göre Avrupalı ve onun uygarlığı üstündü. Başlarda bu üstünlük dine ve kan temizliğine pureza de la sangre dayandırıldı. Biyolojik ırkçı söylemi meşrulaştırıp kabullendirmek için sosyal biyoloji ve ırk ıslahı safsatası bilim sayıldı. Batı bilimi ırkçılığı meşrulaştırmanın aracıydı… Daha sonra biyolojik ırkçılığın yerini kültürel ırkçılık alacaktı. Yaklaşık beşyüz yıl geriye giden sömürgecilik tarihinde ırkçılık farklı görüntülerde olsa da Batı sosyal düşüncesinin temel bileşeni olmaya devam etti. Eğer modern dünya’ denilen sömürgeci ayrıma , farklılığa ve hiyerarşiye dayanıyorsa ki öyledir- ve bugün de yaşadığımız durum esas itibariyle sömürgeleşmişlik (coloniality) durumuysa, böyle bir dünyada tarafsız, evrensel bir sosyal düşünce veya sosyal bilim mümkün değildir. Öyleyse, bilginin nerede ve kimin tarafından, nasıl üretildiği sorusu hayati öneme sahiptir. Sömürgecinin ürettiği bilginin sömürge insanları tarafından (özellikle de sömürge elitleri, akademi taifesi, aydınlar’, sanatçılar’, yazarlar, şairler, siyasetçiler, vb. tarafından) içselleştirilmesi durumunda sömürgeleşmişlik durumunun bilince çıkarılması zorlaşıyor. Zira, sömürge insanı kendi gerçekliğine kendi tarafından bakamaz duruma geliyor. Sömürgeci-ırkçı Batılının yanlı-taraflı bakışı herkesin bakışı haline geldiğinde artık Batı sosyal düşüncesi veya Batılının ürettiği bilgi (knowledge) ister istemez evrensel bir kategori haline geliyor ve öyle algılanıyor…
Doğrudan sömürgeciliğin tasfiyesinin ilân edildiği Bandung Konferansından yarım yüzyıl sonra, sömürgeleşmişlik durumunda kayda değer bir değişikliğin olmayışı, üzerinde önemle durulması gereken bir husustur. Bu durum sömürgeciliği (koloniyalizmi) bütün veçheleri itibariyle (insanî, tarihsel, ekonomik, sosyal, politik, kültürel, ideolojik, vb.) eleştirel bir tahlile tâbi tutmayı gerektiriyor. Bunun için de Batıcı söylem ikircikli olmayan bir tarzda mahkûm edilmelidir. Böyle bir radikal eleştiri, asla bilim karşıtlığı, modernite aleyhtarlığı, bilim düşmanlığı değildir. Tam tersine, bilimsel çabaya ve moderniteye gerçek onurunu iade etmektir. Başka türlü ifade etmek istersek, beşyüz yıllık paradigmanın olumsuzlanması (negasyonu) gerekiyor. Bu da geçerli kalkınmacılık söyleminin ve ulus-devletin ötesine geçmeyi, yeni tasavvurları, yeni bir toplum ve uygarlık projesini, velhasıl yeni bir paradigma oluşturmayı gerektiriyor… İnsanlığın ulaştığı bugünkü aşamada artık Bandung’un ihya edilmesi elbette mümkün değildir ama yeryüzünün lânetlilerinin Bandung’un ideallerinin çok gerisine savrulmuş olduğunu da unutmamak kaydıyla…