0 0
Read Time:72 Minute, 37 Second

oc2Tarihimizde yaşanan en büyük tasfiye hareketi büyük yalanlar, demagojiler eşliğinde yürütülüyor. Halkımızın gerçekleri öğrenme ve gerçekler üzerinde tartışma hakkı var. Bu nedenle “BİR YANILSAMANIN SONU” adlı kitaptan uzun bir parçayı yeniden okuma ve değerlendirmeye sunmayı gerekli gördük. Unutulmasın ki “Gerçekler her zaman devrimcidir” ve hükmünü icra eder! Sosyalistê Şoreşger.

9 EKİM-15 ŞUBAT KARŞI-DEVRİM HAREKETİ

(…)

II. 9 Ekim ve Avrupa’ya Yöneliş

Türk Genelkurmayı işe, öteden beri kullandığı ilişkileri devreye sokarak başladı. Birkaç yıldır kimi kanallarla PKK’yi ateşkes ve siyasal çözüm denilen düzen içi bir çizgiye çekme taktiğini izliyorlardı. Öcalan da bu konuda ne kadar istekli olduğunu her fırsatta göstermişti. Yeni bir deneme ile oyalanabilir, dikkati farklı bir noktaya çekilebilir, savaş üzerindeki yoğunlaşması zayıflatabilirdi. 1990’ların başından bu yana Öcalan’da uç veren düzen içi çizgiye yönelme eğilimini yakından izliyor, anlamaya çalışıyorlardı. Açıktan ve kendilerini bağlayacak düzeyde PKK ve Öcalan’ı muhatap almıyor, tersine inkar ve özel imha savaşında ısrarlı olduklarını vurguluyorlardı. Ama bununla birlikte el altından da dolaylı ve aracılar aracılığı ile ilişki geliştirmeyi ihmal etmiyorlardı. Açık ki özel savaş aygıtının bu tür ilişkilerdeki taktiği, PKK’nin savaş üzerindeki dikkatini dağıtmak, düzen içi çözümlere yatabilecek alternatif bir eğilime güç vermekti.

Bir kez daha aracılar kullanıldı, ikna edici, “ciddi” bir üslupla mektuplar yazıldı, gönderildi. Bir dizi öneriyi içeren mektubu alan Öcalan, konuyu ciddiye aldı, “kesinlikle üzerinde durmamız gerekiyor” dedi. Öneriler özel savaş karargahından gelmişti, öyle olduğu söyleniyordu. Önerilerde, PKK’nin ateşkes yapması durumunda dolaylı bir diyalogun başlayabileceği, ortamın yumuşayabileceği belirtiliyordu. Öneriler Öcalan’ı çok heyecanlandırmıştı, umutlandırmıştı. “Öneriler çok iyi düşünülmüş, kesinlikle bir kurmayın elinden çıkan öneriler paketidir. Kelime hatası bile yok. İyi düşünülerek geliştirilmiş bir öneriler paketi.” Öcalan, bu sözleri, Roma’da bulunduğu evde görüştüğü gazeteci Tayfun Talipoğlu’na söylüyordu. Genelde kuşkucu bir yapıya ve kişiliğe sahip olan Öcalan’ı bu kadar heyecanlandıran ve ateşkese yöneltmede bu kadar heveslendiren neydi? Bu sorunun yanıtı, 1990’ların başından bu yana devrime ve devrimci savaşa alternatif bir çizgi olarak geliştirmeye çalıştığı düzen içi “çözüm” arayışında gizlidir. Bu konuya ileride yeniden dönmeye çalışacağız. Şimdi kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Aracı aracılığı ile yazılı gelen önerileri “ciddi”, “iyi düşünülerek geliştirilmiş öneriler” olarak değerlendiren Öcalan, bunları olumlu karşılar ve yanıtı yeni bir ateşkes kararı ile açıklar. 1 Eylül 1998’den itibaren geçerli olan ateşkes süreci böyle başlar. Bu ateşkes kararının alınışında Türk Genelkurmayından gittiği düşünülen önerilerin çok önemli bir rol oynadığı biliniyor. Yani 1 Eylül ateşkesi bir A. Öcalan ve PKK inisiyatifi olarak gündeme gelmiyor. Tersine Türk Genelkurmayının inisiyatifiyle gündeme geliyor ve 9 Ekimde başlayan uluslararası karşı-devrimci hareketinin bir ön adımı işlevini görüyor. Nesnel gerçekler böyle olmasına rağmen “İmralı Partisi”nin Başkanlık Konseyi, uluslararası karşı-devrim hareketini, 1 Eylül ateşkes süreciyle başlatılmak istenen değişim ve dönüşüme karşı yapılmış bir komplo olarak değerlendiriyor ve gerçekleri tersyüz ediyor. MK adına 7. Kongreye sunulan Politik Raporda 9 Ekim uluslararası karşı-devrim hareketi ile 1 Eylül ateşkes kararı arasında şöyle bir ilişki kuruluyor: “Bu durumu gören Parti Önderliğimiz, derinleşen şiddetin ve çözümsüzlüğün ortaya çıkardığı tehlikeli durumu aşmak için 1 Eylül 1998’de tek yanlı ateşkesle değişim sürecini başlatmak istedi. Ancak giderek güçlenmiş olan komplo etkenleri böyle bir süreçte saldırıya geçtiler. Güçlenmiş ve kendine bir sistem kazandırmış olan komplo etkenleri, çıkarlarının kaybedildiği bir değişimin yaşanmasına imkan ve fırsat vermek istemediler.” (Özgür Halk, Şubat 2000) Başka bir yerde ise şunları yazıyorlar: “Önderliğin ateşkes yaparak, silahlı mücadeleye baş vurmadan, barışçı siyasi yöntemlerle, demokratik yöntemlerle, yani siyasi diyalog yöntemleriyle sorunu çözme yöntemine karşı aslında sorunu çözümsüz kılmayı amaçlıyor. Komplonun özü budur.” (Mahsum Şafak, Kürdistan’da Önderliksel Gelişme ve Uluslararası Komplo, sayfa, 66)

Demek istiyorlar ki, uluslararası komplocuların esas amacı, Öcalan’ın geliştirmek istediği barış çabalarını boşa çıkarmak, var olan savaşı devam ettirmektir. Çıkarları savaşın sürmesinden yanaydı çünkü. Gerçekler böyle midir? PKK’yi silahsızlandırmak, gerillayı dağıtmak isteyen, bunun için bütün gücünü ve olanaklarını yıllardır seferber eden kim? “Terörü sona erdirin, Kürtler kimi hakları elde edebilirler” yalanını yıllardır dillendiren kim? Bunlar bir yana Öcalan 6. Kongreye sunduğu raporda savaşı daha da derinleştirmenin çareleri üzerinde durmuyor muydu? Sömürgeci özel savaş ve emperyalist ülkeler ise devrimci savaşı bitirmek, ezmek ve Kürt halkını topyekün silahsızlandırmak için bu kez uluslararası çapta bir karşı-devrimci hareket tezgahlamamış mıydı? Soruları daha da çoğaltmak mümkün, ama yeterlidir. “Komplocular devrimci savaşın sürmesini istiyorlar, komplonun özü budur” demek, açıkça gerçekleri çok kabaca tahrif etmektir. Yapılan budur.

Bir kez, 1 Eylül ateşkesinin gündeme geliş gerekçelerini ve biçimini göz göre göre çarpıtıyorlar. İkincisi, komployu ortada olmayan bir değişim sürecine karşı bir tavır olarak göstermek en hafif değimle gerçeklerle alay etmektir. Üçüncüsü, 1 Eylül ateşkesinin “şiddetin çözümsüzlüğün ortaya çıkardığı tehlikeli ortamı aşmak” amacını gerçekleştirmek için başlatıldığını söylemek gerçekler ve halkla alay etmektir. Tasfiyeci BK ve MK, teslimiyet ve tasfiyeci çizgilerini başka türlü teorileştirme yolunu bulmuyor, “çözümü” kaba yalan ve tahrifatta buluyor.

Bir kez daha tekrarlamalıyız ki, 1 Eylül ateşkesi Öcalan’ın öngörüleri ve inisiyatifi ile gelişmemiştir. Bunu kendisi de birkaç kez açıklamıştır. T. Talipoğlu ile yaptığı röportajda Öcalan bu konuda şunları söyler: “Bu bizim 1 Eylül barış sürecimiz ciddiydi. Ben halen merak ediyorum, yani bize bu önerileri getirenler nerede? Çünkü ben o sürece kendi adımımla girmedim. Bana çok akıllı ölçülmüş biçilmiş öneriler getirildi.” (Tuncay Özkan, Operasyon. ) (abç) “Ben o sürece kendi adımımla girmedim” sözlerinin anlamı çok açık değil mi? Her şey çok açık olmasına rağmen tasfiyeciler her şeyi inkar ettikleri ve çarpıttıkları gibi 1 Eylül ateşkes kararını da başka türlü göstermeyi bugünkü teslimiyetçi tutumları açısından zorunlu görüyorlar.

Gerçekler çok açık ve belgeli olmasına rağmen uluslararası karşı-devrim hareketini bugün çok farkı göstermek, teslimiyeti ve tasfiyeciliği teorileştirmekten başka bir anlam ifade edebilir mi?

Çok net bir biçimde açığa çıkmıştır ki, 1 Eylül ateşkesi, Türk özel savaş kurmaylığının inisiyatifiyle gündeme girmiş; Öcalan ve PKK’yi oyalamaya ve dikkatlerini dağıtmaya dönük, 9 Ekim saldırısının önadımı niteliğinde bir olgudur. Emperyalizm ve Türk özel savaş kurmaylığı burada Öcalan’ın düzen içi arayışları konusundaki zaafını kullanmış ve aynı zamanda da kışkırtmıştır. 9 Ekim saldırısı başladığında Öcalan’ın Avrupa’ya yönelmesinin temel nedeni sistem içinde kendine bir yer arama arayışı ve bu bağlamda attığı ateşkes adımıdır. Bir de bu ateşkes kararıyla emperyalizmin oyununa gelmiş ve onların zemininde kendi sonunu hazırlayan serüvenin ilk adımlarını atmıştır. İşte 1 Eylül ateşkes kararının anlamı ve sonuçları en kaba hatlarıyla böyledir…

9 Ekim karşı-devrimci saldırının startı 16 Eylül 1998 tarihinde Kara Kuvvetler Komutanı Atilla Ateş’in Suriye sınırında yaptığı sert konuşmayla verildi. Atilla Ateş, açıktan Suriye’nin adını anarak, “sabrımız taştı” dedi, PKK ve Öcalan karşısındaki tutumunu değiştirmediği durumda savaşa başvuracakları işaretini verdi. Bu açık bir savaş tehdidiydi. Bu tehdit, herhangi bir tehdit değildi, uluslararası bir planlamanın ilk icraatı niteliğindeydi. Bu adımı takip eden gelişmeler de oldu. 29 Eylülde TC, Suriye sınırına askeri yığınak yapmaya başladı. Süleyman Demirel, 1 Ekimde Mecliste yaptığı açılış konuşmasında Suriye’yi çok kesin bir biçimde savaşla tehdit etti. Son olarak zamanın başbakanı Mesut Yılmaz, Samandağı’nda yaptığı konuşmada TC’nin tutumunu bir kez daha tekrarladı. TC’nin istemi çok açık ve netti: Öcalan ya yakalanıp kendilerine teslim edilecekti, ya da Suriye’den sınır dışı edilecekti. Tersi durumda savaş kaçınılmazdı! ABD ve NATO, TC’nin arkasındaydı. NATO, İskenderun Körfezinde tatbikata başlamıştı, bunun da zamanlama açısından verilen bir mesaj olduğu açıktı.

Aynı dönemde ABD diplomatik alanda da boş durmuyor, Suriye yönetimi üzerinde baskılarını arttırıyordu. Daha sonra açığa çıktığı gibi, 9 Ekimden bir hafta önce ABD Büyükelçisi, Suriye yönetimine “ya bir hafta içinde Öcalan’ı sınır dışı edersiniz, ya da bir savaşı göze alırsınız” biçiminde bir tür bir ültimatom veriyor.

Durum ciddidir, savaş tamtamları çalmaktadır. Suriye çaresizdir. Yoğunlaşan baskılara karşı koyacak güce sahip değildir, çok fazla gerek de duymuyor. Öcalan için bir savaşı neden göze alsın? Kaldı ki olası bir savaşın kendi yönetiminin sonu olacağını da anlamakta güçlük çekmiyor. Dolayısıyla yoğunlaşan baskılara boğun eğmekten başka bir yol bulmuyor. Savaş baltalarının topraktan çıkarılmasından sonra Mısır devreye girer. Yüklendiği misyon, Türkiye’nin ciddiyetini Suriye yönetimine anlatmak ve Suriye’yi “ikna” etmektir. Devlet başkanlığı düzeyinde yapılan bu “arabuluculuk” girişimlerinde başarılı olur. Suriye ikna olmuştur, “gerçekçi” davranmıştır. Öcalan’ı sınır dışı etme kararını vererek savaş tehlikesini savmıştır. Bu, siyasal ve moral prestij yitimi pahasına da olsa sağlanmıştır. Aynı dönemde Mısır’ın yanı sıra İran da devreye girecektir, ama pek etkili olduğu söylenemez.

Suriye, kararını Mervan Zeki aracılığı ile Öclan’a bildirir: Bir an önce Suriye’yi terk etmelidir, aynı zamanda Lübnan’da da barınamaz! Öcalan’ın yapacak pek bir şeyi yoktur. Terk edecektir. Ama nereye? Önünde iki yol vardır. Biri, kendi deyimiyle “Dağ yolu”, diğeri, Avrupa! Hangisini tercih etmeli? Kendisi daha sonra yapacağı değerlendirmelerde her iki yolun da tutulduğunu söylemektedir. Gerçeklik böyle midir? Kürdistan, gerilla en doğru, en sağlıklı ve güvenlikli yol değil miydi? Evet öyle, ama bunun için, her şeyi kendisiyle açıklayan, kendisini her şeyin üstünde gören ve kendisini her şey için amaç haline getiren bir yaklaşıma ve “sistem”e sahip olmaması; bunun yerine ideolojik-politik çizginin ve bunların güncel pratik gereklerinin yerine getirmesi gerekirdi. Ama Öcalan ve kurduğu “sistem” gerçekliği farklıydı, ona göre önemli ve esas olan, herkes ve her şey için amaç olan kendisiydi. O olmasa her şey biter ve yaşayamazdı. Dahası kullandığı etkili yöntemlerle bu mistik, gizemli büyüyü, idealizmi partiye ve halka da egemen kılmış, bir kültür ve ruhsal şekillenmeye yol açmıştı.

Devrimci savaş ve gerillaya tam olarak güveniyor muydu? Ya devrimci sosyalist ideoloji ve politikaya?.. Peki 1990’ların başından sonra geliştirdiği ateşkes ve siyasal çözüm süreçlerinde somutlaşan yaklaşımı nasıl açıklamalı, bunun düzen ve devrim karşısındaki anlamı ve duruşunu nasıl anlamalı ve açıklamalı? Bu soruların yanıtı verilmeden neden Avrupa sorusuna da doğru ve sağlıklı bir yanıt verilemez.

Gelişmeler çok hızlı, bölgemiz hızla bir savaş ortamına sürükleniyor. TC bastırıyor, sınıra askeri yığınak yapıyor, askeri tatbikat yapacağını da açıklamış bulunuyor. ABD Suriye’ye ültimatom veriyor. Suriye çaresiz, Öcalan’a kapıyı gösteriyor, siyasal ve moral açıdan çok şey yitirmesine rağmen TC ve ABD’nin ültimatomuna boğun eğmek durumunda kalıyor. Öcalan’a yol görünüyor. Kürdistan ve gerillayı uygun bulmuyor. Aslında Öcalan tercihini çoktan yapmıştır. Yönü Avrupa’ya doğrudur. Neden Avrupa? Neye dayanarak Avrupa? Hangi politik ve diplomatik ilişki ve zemine güvenerek Avrupa? Devrimci sosyalist bir partinin önderinin yönünü emperyalist kapitalist sistemin merkezine çevirirken belli bir ideolojik ve politik değerlendirmeye dayanması gerekmiyor muydu? Peki hangi değerlendirmeye ve öngörüye dayanarak rotayı Avrupa’ya çizdi? Kaldı ki, normal koşullarda ve emperyalist kapitalist hükümetlerin bilgisi dışında kendi öz inisiyatifiyle gelişen bir süreç değil. Bu tartışmasız olgu, neden Avrupa, neye dayanılarak Avrupa sorularının yanıtını çok daha önemli kılmaktadır. “Her taraf tutulmuştu” diyor, ama yine de her yanı “kurt kapanı”na dönüştürülen bir alana yöneliyor, neden? Peki Suriye seçeneğinin bir gün tükenebileceği büyük bir olasılıktı, neden değişik seçenekler geliştirilmedi, neden bu konuda sağlıklı ve güvenlikli bir hazırlık çalışmasına başlanmadı? Yaptığı “çözümlemeler”de gerillayı aşağılayan, başarısız diye her defasında mahkum eden, hatta kendisi ve çabaları olmazsa 24 saat bile dağda dayanamayacağını söyleyen, bütün olumlu gelişmeleri ve başarıları kendisiyle, başarısızlıkları gerilla ve partiyle açıklayan Öcalan, ciddi bir saldırı karşısında görüldü ki hiç de hazırlık değilmiş, peki neden? Bunu nasıl açıklamalı? Daha da önemlisi Avrupa kararını tek başına veren kendisi, ama bunun sorumluluğunu ise “yetersiz yoldaşlığa” bağlıyor; peki bunun siyasal, ahlaki bir anlamı var mı, bunu siyasal ahlakla bağdaştırmak mümkün mü? Bütün bu soruların açılımına geleceğiz, ama önce “bizim” tasfiyecilerin unutturmaya çalıştığı TC’nin 9 Ekim-15 Şubat uluslararası karşı-devrim hareketi içindeki baş rolüne biraz değinmemiz gerekiyor.

“Bizim” tasfiyecilere bakılırsa, TC ve Türkiye de uluslararası komplonun bir “kurbanı”dır. Henüz devletin kendisi bu “gerçekliğin” farkında olmasa da bu yine böyledir. Tasfiyecilerin hazırladığı bir kitapta, TC’nin komplo içinde değerlendirilemeyeceğine ilişkin maddi gerçeklik ve mantık sınırlarını alt üst eden değerlendirmeleri var, aktarmamız gerekiyor. “Saçmalığın bu kadarı da fazla” dedirtecek cinsinden bir değerlendirmeyle karşı karşıyayız. Şöyle deniliyor: “Türkiye’yi böyle bir komploda değerlendirmek fazla doğru ve gerçekçi değil. Çünkü, savaş yürüten bir güçtür, bir taraftır. Savaş içinde Ulusal Kurtuluş Hareketi’ni ve Önderliksel gelişmeyi ezmeyi ve yok etmeyi önüne görev koymuştur; bunu savaş düzeyinde yürüten bir güçtür. Bu amacına ulaşmak için de her türlü yöntemle savaştı. Her türlü savaş aracını da kullandı, çok değişik ittifaklar da yaptı. Savaşan bir taraf olarak, Türkiye’nin komplodaki yeri üzerine tartışmak fazla anlam ifade etmiyor.” (Mahsum Şafak, age. Sayfa: 77) Demek ki, TC’nin savaşan bir taraf olması, onun komplo içinde yer almasını önleyen belirleyici bir etkendir, bu nedenle “Savaşan bir taraf olarak, Türkiye’nin komplodaki yeri üzerine tartışmak fazla anlam ifade etmiyor.” En sıradan mantık ve akıl kuralını bile alt üst eden, bir deli saçmasından başka bir şey olamayan bu değerlendirme üzerinde uzun uzadıya durmanın bir anlamı yok. Bu konuda Öcalan ise şöyle demektedir: “Aslında plan daha Suriye’de iken NATO kapsamında olmakla birlikte, oldu bittiye getirilme durumu da vardı. Görünüşte Türkiye için çok acil ve haklı bir nedene dayalı olan, benim etkisizleştirilme durumum, özünde Türkiye’nin bu amacının çok ötesinde kullanılmaya çalışıldığını görmek açısından da önemlidir. Sanırım her iki tarafın acil ve sıkışık yönleri görülerek geliştirilen, derinleştirilen bir plandır bu. Yunanistan ve İsrail’in konumu bu noktada önem taşıyor. Merkezi planlama Londra kaynaklıdır. ’25’e de oldukça benziyor. ABD büyük güç olmanın gereğini yapmaktadır.” (7. Kongreye sunulan Politik Rapor) Gerçekliğin kaba bir çarpıtmasından başka bir şey olmayan bu sözler üzerinde uzun boylu durma gereğini duymuyoruz. Ancak burada TC’yi temize çıkarmak, karşı-devrimci rolünü örtbas etmek için tasfiyecilerin nasıl bir deli saçmalığına yönelmek durumunda kaldığını not etmekle yetinelim.

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
Pages: 1 2 3 4 5 6 7 8
News Reporter