Murat Dağdelen – M. Can Yüce / Okuyacağınız bu röportaj, kısa geçmişimizde yaşanmış fakat etki ve sonuçları bakımından bütün yoğunluğuyla yaşamaya devam eden bir süreci, başka bir pencereden kamuoyuna aktarmayı esas alıyor.
Bu sürecin adına “İmralı Süreci” deniyor. Öcalan’ın Suriye’den çıkması, yakalanıp İmralı’ya getirilmesi, mahkemede ileriye sürdüğü görüşler ve bu görüşlere göre PKK’nin “Yeniden Dizayn” edilmesi, o sürecin ana hatlarını oluşturuyor.
Bütün bu olup bitenler PKK içinde nasıl karşılandı? PKK kadroları ne düşündüler? Neyi tartıştılar? PKK’nin çıkış ve varlık nedeni olan ilkelerden tümüyle kopuş diyebileceğimiz İmralı söylemleri, parti stratejisine nasıl dönüştü?
Bu röportajla bunları anlamayı, cevaplar bulmayı ve size aktarmayı esas aldım.
Böyle bir röportajlar dizisi yapmayı tasarlamıştım.
İlk planda sayın M. Can Yüce en uygun isim olacaktı. Kendisine isteğimi ilettim. Olumlu cevap verdi.
Kendisine teşekkür ediyorum. Hem emeği, hem de gösterdiği dostluk için.
M. Can Yüce genel olarak tanınan bir isim, ama biz yine de, tanımayanlar olabilir düşüncesiyle kendisini bir kaç cümle ile tanıtalım.
M. Can Yüce, PKK’nin ilk kadrolarından. PKK Merkez Komite üyesiyken 1980 yılında yakalanıp cezaevine konuldu. Diyarbakır 5. Nolu cezaevi başta olmak üzere çeşitli cezaevlerinde yirmi yıl kaldı.
Cezaevindeyken Öcalan’ın İmralı söylemlerine karşı çıktı. PKK-MK üyeliği ve Cezaevleri Koordinesi gibi görevlerini bıraktı. Bir süre sonra cezası bittiği için cezaevinden tahliye oldu. Avrupa’ya çıkmak zorunda kaldı. Halen Avrupa’da siyasi mülteci statüsünde yaşıyor. M. Can Yüce’nin çeşitli zamanlarda yayınlanmış kitapları bulunuyor. Halen Kürdsitan Aktuel ve sosyalist-kurd.net internet sitelerinde görüşlerini yazmaya devam ediyor.
Not: Bu röportajı, son olarak yazdığım ve artık yazmak istemediğimi ifade eden “Hoşça kalın” isimli makalemden önce tasarlamıştım. Soruları Sayın Yüce’ye o zaman yollamıştım. Röportajın bugüne sarkması elimizde olmayan nedenlerden ötürüdür. Bilinsin istedim.
Bu röportaj, yüz yüze yapılmamış olduğundan, bazı teknik sorunlar olabilir. Bazı sorular tekrar gibi gelebilir, bunun için anlayış göstermenizi rica ediyorum.
Sevgi ve selamlarımla
Şubat 2009
Murat Dağdelen
1- ÖCALAN’IN SURİYE’DEN ÇIKMASIYLA BAŞLAYAN VE İMRALIYA GETİRİLMESİNE KADAR GEÇEN SÜREÇTE NEREDEYDİNİZ?
Çanakkale Cezaevinde tutsaktım. Tahliye olmama henüz bir yıldan fazla bir zaman vardı.
2- PKK’DE GÖREVİNİZ NEYDİ?
1976 yılından itibaren PKK içinde bulunuyordum. 1999 yılında Öcalan’ın yakalanmasından sonra Öcalan’ın teslimiyeti üzerinden PKK de teslim alındı ve bu “yeni” PKK, bizim PKK’miz değildi. Bu teslimiyete ve tersine dönüşe bir grup arkadaşla birlikte tavır aldık ve “PKK-Devrimci Çizgi Savaşçıları” adıyla bir grup hareketi geliştirmeye çalıştık. PKK içindeyken çeşitli düzeylerde görev aldım. Tavır aldığım dönemde PKK-MK üyeliği ve Cezaevleri Koordinasyonu içinde sorumluydum.
3- ÖCALAN’IN SURİYEDEN ÇIKACAĞINDAN HABERİNİZ OLDU MU?
Hayır. Ben de Öcalan’ın MED TV’ye telefonda katıldığı bir programdan öğrendim.
4- ÇIKIŞI, BULUNDUĞUNUZ PARTİ BİRİMİNDE TARTIŞTINIZ MI?
Hayır. Daha çok gelişmeleri anlamaya, sonuçlarını, bundan sonraki gelişmelerin yönünü tartışmaya ve değerlendirmeye çalıştık. Bu konuda birçok değerlendirme toplantımız oldu. Bu toplantılarda yapılan değerlendirmeler somut bilgilere dayanmıyordu. Daha çok gelişmelerin genel teorik-politik okunması ve olası gelişmeleri kapsıyordu. Tehlikenin ciddiyetini kavrıyorduk. Öcalan iktidar sistemi hakkında henüz taslak düzeyinde bile bir bilgimiz ve değerlendirmemiz yoktu.
5- GELİŞMELERİ NASIL YORUMLADINIZ?
Gelişmelerin ciddiyetini kavramıştık. TC ve diğer güçlerin bir plan çerçevesinde işbirliği yaptığını, bunun da PKK’nin devrimci mücadelesi ve Kürdistan devriminin kendi bölgesel politikalarıyla var olan karşıtlığından kaynaklandığını değerlendiriyorduk. Bunun PKK ve Kürdistan devrimini tasfiye hareketi olduğunu ve işe de “baş”tan başladıklarını değerlendiriyorduk. Tehlikenin öneminin ve büyüklüğünün farkında olmakla birlikte, yine Öcalan’ın konumunun öneminin bilincinde olmakla birlikte, onun yakalanmasının, bir biçimiyle tasfiye edilmesinin “Dünyanın sonu” olmadığını da biliyor ve inanıyordum. Bu konuda doğrusunu söylemek gerekirse yıllarını partiye vermiş arkadaşlara, kendimize güveniyordum. Bir dönem belli bir boşluk doğsa da bunun büyük bir krize ve yönetim boşluğuna dönüşmeyeceğini düşünüyordum. Hatta o dönemde yaptığım bir değerlendirmede, bundan sonra gerçek partililere sorumluluk düştüğünü, bunu yerine getirme zorunluluğu ile karşı karşıya olduklarını ve kendimi de içine katarak bunu başarabilecek birikim, deneyim ve bilinçte olduğumuzu vurguluyordum. Buna içtenlikle inanıyordum. Bu umut ve inancım, Öcalan’ın durumu İmralı’da çok net olduktan sonra da devam etti. PKK “yönetiminin” buna tavır alabileceğine inanıyordum. Teorik ve politik olarak bu düşünsel ve ruhsal duruş doğruydu, İmralı teslimiyetine kafa tutuşumuzda da bu ruhsal ve politik duruşun, temel etkenlerden biri olduğunu düşünüyorum. Bugünden düne baktığımda, eksik olan Öcalan iktidar sistemi ve bunun kadrolar üzerinde yarattığı bitirici, iradesizleştirici etkiyi bilmeme gerçekliğidir.
Bu eksikliğin, ruhsal ve politik iki yönü var. Öcalan iktidar sitemini, mekanizmalarını ve kadrolarını tam bilsen, yukarda vurguladığım umudu taşımazsın. Bilerek bu sistemin bir eklentisi haline geldiğin için umut ve tavır alma cesaretin de olmaz. Ama Partiyi ve iç işleyişini genel devrimci bir parti ölçülerinde bilmen, daha doğrusu sanman, bu umudunu ve devrimci duruşunu koşullayan önemli bir itici güç oluyor. Bu, aynı zamanda henüz o sistem tarafından teslim alınamaman anlamına da geliyor ve sen devrimci kişiliğin ve birikiminle umutla geleceğe ve gelişmelere bakabiliyorsun, bunu partiden göremeyince tek başına kafa tutma gücünü ve cesaretini kendinde görüyorsun. Burada sistem tarafından yutulmaman, sistem hakkındaki eksik veya kendi “tasavvurun” olan bilgiler, senin için önemli bir avantaya dönüşebiliyor.
5- SİYASAL DENGELER DEĞİŞİYOR MUYDU?
Aslında siyasal dengelerin köklü ve dramatik değişiminden çok Kürdistan devrimine düşman olan güçlerin “eyleme geçen” bir yeni işbirliğinden söz etmek gerekiyordu. Yani saldırılarda ve tasfiye stratejisinde yeni bir “aşama” olarak değerlendiriyordum. Bu yeni aşamanın yeni unsurları vardı. Suriye’nin zorunluluklar ve başka bir nedenle de olsa tavır alması, bu yeni unsurların başında geliyordu. Yine Avrupa’da bütün kapıların kapanması, AB ülkelerinin inisiyatif alma çabasının kısa süre sonra ABD tarafından boşa çıkarılması, Almanya’nın Öcalan’ın tutukluluk halini kaldırması, ABD’nin bu operasyondaki kararlılığını gösteriyordu.
Buna karşılık Avrupa’da Kürt halkının gösterdiği direniş de önemliydi ve umut vericiydi. Bundan dolayı ben her şeye rağmen umutluydum. Halka dayanan bir direnişin esas alınmasının gereğine inanıyordum. O dönemde Öcalan’ın TV programlarını izleme olanağım vardı ve 6. Kongreye gönderdiği konuşma metinlerini de izliyordum. Bunlarda çelişkiler görüyordum. Örneğin 7 maddelik bir paket sunmuştu. Doğrusu bunu stratejik olarak eksik ve hatalı görüyordum, ama 6. Kongreye dönük konuşmalarına baktığımda bunun bir taktik olduğu yönünde kendimi ikna etmeye çalışıyordum. Kuşkusuz kafamda oluşan soruları açıktan dile getirmiyordum, ama devrimci direniş çizgisine vurguları yapmaktan da geri durmuyordum.
9 Ekimden başlayıp 15 Şubatta yeni bir aşamaya gelen süreç, kapsamlı bir operasyondu, şiddete dayalı bir müdahaleydi, Kürdistan’daki devrimci gelişmeleri teslim alma, saptırma ve en genel anlamda kontrol altına alma stratejisiydi. İmralı ve çizgisi bu sürecin sonucudur!
6- YENİ BİR SİYASAL SÜREÇ Mİ BAŞLIYORDU?
Sanırım bu sorunun yanıtı, ana çizgileriyle de olsa bir önceki sorunun yanıtında var.
7- YENİ SİYASAL KONSEPTİ KİMLER DÜZENLEMİŞ VE UYGULAMAYA KOYMUŞTU?
AMAÇLARI NEYDİ?
Öcalan, İmralı’da yaptığı açıklama ve savunmalarda, özellikle ilk savunmalarda, buna Yargıtay Savunması da dahildir, TC’nin rolünü gözden kaçırtmaya özen gösterir. Hatta TC’yi de bu operasyonun hedefi, kurbanı olarak görür. Yine diğer önemli aktörler olan ABD ve İsrail’in konumunu ve rollerini gözlerden kaçırtır. Gözlerden kaçırtılan bu üç güç de aslında operasyonun esas aktörleridir. Yunanistan, Rusya ve AB bu sürecin destekleyici konumundadırlar. Bu operasyonda baş aktör ABD’dir. ABD bu rolünü hem TC için, hem de kendisi için, bölge politikaları için yerine getirmiştir. ABD’nin dayatıcı tutumu olmazsa, Rusya, AB ve diğer irili ufaklı güçlerin somutlaşan düzeyde bir tutum almaları son derece güç görünüyor. Hatırlanırsa Almanya, İtalya ve Fransa bu konuda bir inisiyatif geliştirmek istedi, ama ABD hemen devreye girdi ve bu inisiyatifi henüz girişim aşamasındayken engelledi. ABD etkin bir konumda olmakla birlikte bu, TC’nin etkisiz olduğu anlamına gelmez, o dönemde ayağa kaldırılan ırkçı şoven dalgayı hatırlayınız. Kısacası bu, TC’nin stratejik olarak içinde olduğu ve herkesten daha fazla istediği bir ABD-TC-İsrail operasyonuydu. Bugünden bakıldığında bu değerlendirmenin doğru olduğuna inanıyorum.
ABD’nin bölge politikasında PKK’ye yer yoktu, olamazdı. PKK’nin denetlenmesi hem TC’ye sunulmuş bir destek, hem TC’nin daha fazla kendisine bağlanması, hem de İsrail ile var olan ilişkilerinin daha da derinleştirilmesi anlamına geliyor, bunun önünü sonuna kadar açıyordu. Suriye denetiminde bir Öcalan ve Kürt hareketinin İsrail’in de stratejik çıkarlarına olmadığı açıktır. Bu temel noktaların altını açmak mümkün, ama bir röportaj kapsamında bunu yapmak zor. Şu kadarı vurgulamak gerekirse; bu operasyon ortak stratejik çıkarların, bunların karmaşık birleşiminin sonucu ortak bir operasyondur.
Şu da çok açık: TC-ABD-İsrail, Öcalan’ın kişilik yapısını, ruhsal durumunu ve zor karşısında neler yapabileceğini kesine yakın kavramışlardır. Bu kavrayış, onların operasyondaki sonuna kadar gitme kararlılıklarını önemli ölçüde koşullayan bir etken olmuştur. Daha açık bir ifadeyle: Öcalan’ın yakalanmasıyla birlikte teslim olacağını ve kendilerinin hizmetine gireceğini ve onun teslimiyeti üzerinden PKK ve Kuzey Kürdistan hareketinin teslim alınacağını, en azından büyük ölçüde denetim altına alınabileceğini hesaplamış ve planlarını bu varsayım üzerine kurmuşlardır. Bundan dolayı 9 Ekim 1988’den 15 Şubat 1999’a kadar ona soluk aldırmamış ve soluğu ancak İmralı’da aldırmışlardır.
Devletler düzeyinde bütün kapıların kapanması, kapatılması süreci ancak tek bir çizgi ve ruh haliyle işlemez kılınabilirdi. Halka dayalı bir direniş çizgisi ve ruhu! Bunlar ise hiçbir zaman Öcalan’ın defterinde yazılı kavramlar değildi… Halkın gücü ve direnişler ancak bireysel olarak kendisine ve iktidar sistemine güç verdiği zaman “yüceltilmiş”, bu yüceltmeler, iktidar sistemini derinleştirmede bir araç olarak kullanılmıştır. Ancak 9 Ekim – 15 Şubat ve İmralı sürecinde ise halk gücü ve direniş, kendi yaşamını tehdit eden bir unsur olarak görülmüş, dolayısıyla bütün direniş değerlerinin altın tepside TC ve ortaklarına sunulması Öcalan için sıradan bir işten öte bir anlamı olmamıştır.
Bu operasyonun temel hedefi, her açıdan PKK ve öncülük ettiği, denetlediği ulusal kurtuluş ve halk güçlerinin çok yönlü silahsızlandırılması, teslimiyeti ve denetimi, bütün devrimci “unsurların” tasfiyesidir. İmralı süreci, bunu her açıdan gerçekleştirme sürecidir. İdeolojik ve politik teslimiyet ve çürüme, bütün devrimci unsurların tasfiyesi ve yeniden harekete geçme olanak ve koşullarının son derece sınırlandırılması hemen hemen tamamlanmış gibidir.
Kimi görüşler, “Öcalan zaten onların adamıydı, değişen bir şey yok” biçiminde özetlenebilir. Öcalan’ın daha o zaman onların adamı olduğu iddiası doğru olsa bile, her açıdan denetlenemeyen, denetlenmesi güç dinamikler, etkenler ve unsurlar vardı. Anılan operasyon Öcalan’ın her açıdan açık, resmi ve net teslimiyeti ve denetlenmesi üzerinden anılan devrimci dinamikler ve unsurlar, hem denetlenmiş, hem de tasfiye süreci süreklileştirilmiştir.
Geçmeden vurgulamalıyım ki, “Komplo teorileri”, toplumsal olayların karmaşıklığını, çelişik unsurlarını ve derinlerdeki dinamikleri kavrama güç ve olanağından kesin olarak yoksundurlar!
8- ÖCALAN VE PARTİ BİRİMLERİNİN YENİ KONSEPTEN HABERLERİ VAR MIYDI?
Parti birimlerinin bu konseptten haberdar olduğunu sanmıyorum. Ama Öcalan’ın ufukta toplanmaya başlayan fırtına öncesi bulutları sezdiğini düşünüyorum. Somut bilgileri de olmuştur belki, ancak politik olarak tehlikeyi yıllar öncesinden sezdiğini düşünüyorum. 1988 yılında M. Ali Birand ile yaptığı röportajda bunun açık işaretlerini ve mesajını veriyor. Verdiği mesaj şu: “Düzene kabul edilme ve bazı kırıntılar karşılığında programımızdan ve silahtan vazgeçmeye hazırız!” Ama TC ve onunla birlikte hareket eden bölgesel ve uluslar arası güçler bu mesajı ciddiye almadılar, tersine bir zaaf, teslim olmaya aday bir figür olarak algıladılar. Öcalan ise özünde bu mesajının içerdiği teslimiyetçi stratejik ve ruhsal duruşundan vazgeçmedi, tersine bunu derinleştirdi ve sürdürdü. Aslında İmralı bunun biraz da şiddetle gerçekleştirilmiş zirvesidir.
9- BU YÖNDE SİYASAL ÖRGÜTSEL HAZIRLIKLAR VAR MIYDI?
Çok somut, net ve ayrıntılı bilgilerim olmamakla birlikte böyle bir örgütsel ve politik hazırlığın olduğunu sanmıyorum. Daha sonra ortaya çıkan bilgi ve değerlendirmeler de bunu doğrulamaktadır. Öcalan iktidar sisteminde modern anlamda bir kurumlaşma ve işleyiş, çalışma tarzının olmadığını daha sonra yaptığımız değerlendirmelerde net olarak ortaya konulmaktadır. Bundan daha önemlisi düşünsel ve stratejik olarak bu tür olasılıklara karşı olması gereken düşünce açıklığı ve ruhsal hazırlıktır. Bunlar yok. Tersine Eylül 1988’de ilan edilen ateşkes, aslında Öcalan’ın kafasındaki karşılığın “Onlar ne isterlerse veririm ve bu zemin üzerinde anlaşırım. Bunu reddedemezler, çünkü arkamda silahlı bir güç ve geniş halk desteği var”! Bu düşünsel ve ruhsal duruşun dışında başka bir politik, örgütsel ve ruhsal bir hazırlığın olmadığı, bunun da İmralı ile taçlandığını ve sürdüğünü söylemek sadece yalın bir gerçeğin altını çizmekten başka bir şey değildir.
10- ÖCALAN’IN AVRUPAYA GİTMESİNİ NASIL DEĞERLENDİRDİNİZ?
O dönemdeki kavrayışım şuydu. En genel anlamda devrimci bir parti ve halk önderi, onun mücadele içindeki rolü ve önemi; bunun düşman güçler tarafından bilinmesi ve bundan dolayı tasfiye operasyonunun başlatılmasıdır. Burada önemli olan stratejik duruştur. Bulunan mekân buna bağlı olarak ikinci planda önem kazanır. Öcalan hakkındaki değerlendirmem de bu genel teorik çerçevedeydi. Dolayısıyla Suriye, Kürdistan ve Avrupa bu anılan bağlamda çok önemli bir sorun olarak kafama takılmadı. Bu durumu ciddi ve stratejik bir kayma olarak da değerlendirmedim. Hatta Roma’ya çıkış ve halkın gösterdiği büyük destek, bu çıkışın olumlu olabileceğini düşünüyordum. Dünyaya açılım anlamında… Tabii gelişmeleri devrimci bir bakış açısıyla değerlendirdiğinde bu böyledir. Ama gerçeklikle bilgiden yoksun teorik yaklaşımların örtüşmediğini birkaç ay sonra bütün çıplaklığı ile anlayacaktık.
Devam edecek….