SİBEL ÖZBUDUN
“Unutulanlar hariç
yeni bir şey yok.”[1]
Geçenlerde NTV ekranında bir haber çarptı gözüme. Mealen şöyle bir şeydi: Geçen yıl benzin fiyatlarında yaşanan hızlı yükseliş, ABD’de bisiklete olan talepte bir patlama yaratmış. Bunun üzerine ekonomik krizi de hesaba katan kolları sıvamış: bisikletle ilgili üretilebilecek her şey, farlar, terlemeyi önleyen eşofmanlar, bisiklet kaskları, boyalar, bisiklet ayakkabıları, havalı seleler… tam istim hazırlanmışlar ki… kriz petrol fiyatlarının yere çakılmasına, benzinin ucuzlamasıyla birlikte ABD kentlerinin sokaklarını bir kez daha -bir süredir ortalarda gözükmeyen Hummer’lar dahil- yeniden otomobillerin kaplamasına, bisikletlerin ise arka bahçelerde çürümeye terk edilmesine yol açmış. Yorumcu bisiklet ve aksesuar üreticilerinin otomobilin ABD’liler için bir prestij nesnesi olduğuna, dolayısıyla bisikletin de prestij yitimini simgelediğini, böylelikle, ABD’lilerin fırsat bulur bulmaz otomobile döneceklerini göz ardı ettiklerini eklemeyi ihmal etmedi… Bu bir “kriz manzarası”…* * *
“Esenyurt’un işlek caddelerinden birinde bedeni çöp arabasının ardında kaybolan bir çocuk simsiyah ellerinin kavradığı arabanın uzun saplarını tüm gücüyle çekiyor. Biraz ötedeki çöp koyteynırının içine sarkan kardeşi ise kağıt ve plastik arıyor. Arkadaki yokuştan ağabeyleri çıkıyor yavaş yavaş, arabası ağzına kadar kartonla dolu. 30 yaşındaki Ergün, 14 yaşındaki Ersoy ve 12 yaşındaki Birol, bu üç kardeş her gün kilometrelerce yol yürüyerek çıkarıyor ekmeğini…
300 milyon kira verdikleri evde beş kişi yaşıyorlar. Babaları vefat etmiş. Ev kirasının yanı sıra bir de kâğıtları koydukları depoya 250 YTL kira veriyorlar.
Üç kardeşin her gün kilometrelerce dolaşarak topladıkları tonlarca atığın bir ay sonunda ederi ise 700-800 YTL arasında değişiyor. Hayaller sorulduğunda ise ağızlarını bıçak açmıyor. Hayal kurmak bile çok uzak onlara, ortak cevap ‘bilmiyorum’. Ağabey Bektaş, ‘Hayal olmadan bir şey olmaz ama boşuna hayale de kim inanır’ diye konuşuyor. Ersoy ise ‘Hiçbir şey istemiyorum, babam sağ olsaydı yeter’ diyor.”
Evet, Katı Atık Toplayıcıları Derneği’nin tahminine göre Türkiye’de yaklaşık 200 bin kişi geçimini, atık toplayıcılığından sağlıyor ve Türkiye’deki geri dönüşümün yüzde 31’ini gerçekleştiriyorlar. Üstelik başları belediye ile dertte. En son yürürlüğe giren çevre kanunu bu işi yasaklıyor ve bu onbinlerce insanın işsiz kalması anlamına geliyor. Özellikle Ankara’da bu işin şirketlere ihale edilmesi sonrasında kâğıt toplayıcıları zabıtalar tarafından dövüldüklerini öne sürüyor.” Bu da bir “kriz manzarası”…
* * *
“Tüm dünyayı etkisi altına alan finansal kriz, ABD’de iş bulamayan kadınlar arasında hayat kadınlığına başvurma oranını artırdı. Bunlardan biri de daha önceden yüksek maaşlı bir işte çalışan, 70 yaşındaki Kimberly adıyla basına tanıtılan kadın. 30 yere iş başvurusunda bulunup cevap alamayan Kimberly, Nevada’nın en ünlü genelevlerinden biri olan ‘Mustang Ranch’te çalışmaya başladı…
Mustang Ranch’de milyonlarca dolarlık iş dönüyor. Kendisi de eskiden hayat kadını olarak görev yapan Austin, ‘Gelenler çok ama harcayacak çok paraları yok’ diyor. Austin, kriz dönemlerinde insanların ‘ilaç, likör ve seks’ten kesmediğini kaydediyor.” Bu da öyle…
* * *
“Kadıköy’de zabıtaların kovaladığı kâğıt mendil satan ilköğretim öğrencisi 13 yaşındaki Bülent Çalıkıran, otomobilin çarpması sonucu öldü. Küçük çocuğun annesi oğlunun, pantolon alabilmek için mendil satmaya gittiğini söyledi…
Fikirtepe Mandıra Caddesi’ndeki bir gecekonduda yaşayan Çalıkıran’ın babası Mehmet Çalıkıran, günübirlik işlerde çalıştığını ve maddi durumlarının iyi olmadığını söyledi: “Beş çocuğum var. Oğlum bana yük olmamak ve bayram harçlığını çıkarmak için mendil satmaya gitmişti. Oğlum alın- teriyle mendil satıyor. Hırsızlık mı yapmış ki belediye onu yakalıyor? Buna sebep olan zabıta ortada yok. Zabıta çocuğu kolundan tutup arabanın altına atıyor. Bunların sorumluları bulunsun…” Bu da dördüncüsü…
Dikkat ederseniz dört manzarada da bir “değer yitimi” öyküsü var. İlkinde malların, ikincisinde emeğin, üçüncüsünde cinselliğin, dördüncüsünde ise insan yaşamın…
* * *
“İnsanlık durumu”ndan, ya da Erich Fromm’un yıllar önce işaret ettiği üzere, “(var) olma”nın “sahip olma”ya eşitlendiği tüketim kapitalizmi evreninde metaların değeriyle insan(lar)ın değeri arasındaki denkleşmeden söz edelim bugün, dilerseniz…
“İnsanlık durumu” denildiğinde akla gelen, insanın “öz”üne değgin, tarihötesi, ebedî, değişmez, tözsel bir “şey”dir ve “insanlık durumu”ndan söz etmek, genellikle felsefenin ve onun “atasını tanımayan” evladı edebiyatın işi addedilir.
Oysa Marksistler, en azından Marx’ın Feuerbach’la girdiği tartışmadan bu yana, İnsanın somut, iktisadî-siyasal, tarihsel-toplumsal bir varlık olduğunu, evrensel ve ebedî bir “insanlık durumu”ndansa, somut insanın eylediği ve deneyimlediği somut koşullar içerisindeki durumu”ndan söz edilebileceğini bilirler.
Bir başka deyişle, “insan(lık) durumu”nu biçimlendiren verili bir mekânda, somut, tarihsel koşullardır; bu tarihsel koşullar ise, insanların maddî yaşamlarını üretmek için birbirleriyle giriştikleri ilişkilerin, yani üretim ilişkilerinin tezahürleridir.
Eğer bu böyleyse, “insanlık durumu” dediğimiz durum ve koşullar karmaşası, üretim ilişkileriyle bağlantılı, tarihsel, yani değişken/dinamik bir görüngüdür; bir üretim tarzından diğerine, ya da mevcut üretim ilişkilerinin salınımları çerçevesinde farklılaşır.
Kapitalizmin biçimlendirdiği “insanlık durumu”nu sanırız en iyi, tarih sahnesinde ilk kez insan-meta ilişkisinin insan-insan ilişkisinin önüne geçmesi, yani meta fetişizmi tanımlar. “Tüm toplumsal etkileşim sürecinin meta biçimindeki nesnelerin, yani değişim değerlerinin mübadelesi biçiminde göründüğü”[2] bir ortamda, insanî/insana özgü olan her şey, piyasaya dâhil olacak, onun dolayımıyla ifade edilir hâle gelecektir.[3] Kaldı ki “küreselleşme” olarak bilinen süreç(ler) de, piyasanın kapsamının derinleşip yaygınlaşmasından ibarettir: dünyada kapitalist piyasa ilişkilerine dâhil olmadık tek bir ücra mezra, piyasa tarafından temellük edilmedik tek bir insanî hassa bırakmama, yani her yeri ve her şeyi kapitalist ilişkilere dahil etme yolunda sınır tanımayan köklü bir süreç… Uzayı dahi meta ilişkilerine dahil etmeyi tahayyül eden bir süreç…
Nitekim, eğer dünyanın en derin çukuru olan Guam çukurundan Walmart poşetleri çıkıyorsa, ya da Meksika’nın güneyinde, Chiapas bölgesinde yaşayan Tzotzil yerlileri senkretik kiliselerinde düzenledikleri Pazar ayinlerinde “cin çıkarmak” için Coca Cola tüketiyorlar ise, veya Kalahari çölü sakinleri, ‘Kung San’lar birbirleriyle cep telefonuyla iletişim kuruyorlarsa eğer… Ya da tüm insan duygulanım ve hâlleri: sevgi, nefret, aile bağları, dostluk, özveri, annelik, babalık, sadakat, şehvet, aylaklık, disiplin, özen, temizlik, pasaklılık, haset, sevecenlik, mahcubiyet, cesaret, ürkeklik… bir “değişim değeri”ne dönüştürülebilir ya da bir metayla denkleştirilebilir hâle gelmiş ise… Anlamları kapitalist piyasa ilişkileri tarafından dönüştürülüyor ve/veya tayin ediliyorsa[4] … Günümüzde dünyanın manzarasını, ya da “insanlık hâlini” tayin eden temel dinamiğin kapitalist piyasa ilişkileri olduğunu öne sürebiliriz rahatlıkla.
İnsan ilişkileri bir kez meta (ya da piyasa) ilişkilerine tabi olduktan sonra, onun salınımları doğrultusunda salınacağı, tabiidir. Krize endeksli bir üretim ilişkileri biçimlenişi olan kapitalist piyasa ekonomisinin devrî kriz evreleri çerçevesinde salındığı biliniyor.
Pek üzerinde durulmayan ise, kapitalizmin (küreselleşen) kriz evrelerinde yaşanan “değersizleşme” süreçlerinin yalnız metaları, üretim araçlarını ve onları üretme (ücretler) ve temellük edilme araçlarını (menkûl ve gayrımenkûl değerler) değil, aynı zamanda, kendilerine endekslenmiş tüm insanî değerleri de dibe doğru sürüklediğidir.
Açımlayayım: Krizler, hiç kuşku yok ki, kapitalist piyasada dolaşımda olan her şeyin: metaların ve işgücünün değersizleştiği, “ucuzladığı” momentlerdir. Yanı sıra, üretim araçları yani fabrikalar, işletmeler ve onlara finansman sağlayan tüm kurum ve değerler (hisse senetleri, para, emlak/rant, kredi sistemleri…) de değer yitimine uğrar.
Ama kriz süreçlerinde ucuzlayan yalnızca metalar, işgücü, para, hisse senetleri, gayrımenkuller, vb. değildir. İnsan duyguları ve insanî değerler de bu süreçlerde dibe vurur…
* * *
“İnsan duyguları”, “insanî değerler” dedik. En çok “kutsanan”larından birini ele alalım. “Analık” mı dediniz? Buyurun:
“(Hollanda’nın) Ghent kentinde, temmuzda doğan bebek, anne-babası tarafından internete konulan reklamla satışa çıkarıldı. Çocuğu olmayan Hollandalı çift doğumdan birkaç saat sonra basının 5 ila 10 bin Avro (10 bin ila 20 bin YTL) arasında olduğu yönünde tahmin yürüttüğü bir fiyata bebeği aldı. Çocuk Bakım ve Koruma Kurulu ise mahkemeye başvurdu.”
Peki ya insan emeği?
“ABD’de başlayarak tüm dünyaya yayılan kriz 300 bin kişiyi işinden etti. ABD’li Citigroup 52 bin kişi ile en çok işçi çıkaran grup. Teknoloji ve otomotiv devleri de zorda. ABD’deki sorunlu kredilerle patlak veren kriz yüzbinlerce çalışanı işinden etti…”
“Ya insan sağlığı” mı dediniz? Mesela “bebek ölümleri”? Okuyalım:
“Birleşmiş Milletler Çocuk Fonu (UNICEF) Doğu Asya ve Pasifik Direktörü Anapama Rao Singh, etkisi ağırlaşan mali krizin çocuk ölümleri ve yetersiz beslenen çocuk sayısını arttıracağına yönelik kaygısını dile getirdi…”
Evet, kriz süreçleri, özellikle de yoksul ülkelerde insan sağlığında net bir değersizleşmeye yol açmakta:
“Ekonomik krizlerin en gözle görünür sonuçları gelirlerin düşmesi, işsizliğin artması ve fakirliğin belirginleşmesidir. Kriz dönemlerinde hükümetler de sağlık ve eğitim alanlarına yapmış oldukları sosyal harcamaları kısmaktadırlar. 1980’li yılların başında yaşanan Latin Amerika ekonomik krizi ile 1997-1998 yıllarında başlayan Doğu Asya ekonomik krizinin sağlığı olumsuz olarak etkilediği ve sağlık verilerini yaklaşık 15-20 yıl geriye götürdüğü görülmüştür.”
Bu saptamalar doğru olmasına doğru, ve doğru olduğu ölçüde vahim de… Daha vahimi, piyasa’nın sağlık -ya da insan yaşamı- karşısındaki, insanın kanını donduran şu buz gibi “rasyonelliği” değil mi: “Yoksulluktan kaynaklanan ölümlerin önlenmesi pek iyi bir şey değildir. Çünkü bu gelecekte nüfus artışına ve dolayısıyla da daha fazla yoksulluğa bağlı ölümlere yol açacaktır.”[5]
Söz sağlıktan açılmışken, “akıl sağlığı”yla devam edelim mi? İşte iki güncel haber:
“Dünya Sağlık Örgütü (WHO), 10 Ekim Dünya Ruh Sağlığı Günü’nde gelişmekte olan ülkelerdeki ruh hastalarının tedaviye ulaşamadığına dikkat çekti. WHO yetkilileri, yoksul ülkelerde dört ruh hastasından en az üçünün tedavi göremediğini, hükümetlerin ruh sağlığına daha fazla para ayırması gerektiğini belirtti. Tablo Türkiye’de de pek iç açıcı değil. Psikiyatri Derneği Başkanı Dr. Şeref Özer’e göre, Türkiye’de 15-55 yaş nüfusta en yaygın beş hastalıktan biri depresyon ve anksiyete bozuklukları…”
“Bunlar doğrudan ekonomik göstergelerle ilgili konular. Bu nedenle krizden etkilenmeleri doğaldır. Ama bir de doğrudan paraya endekslenemeyecek olanlar var” mı diyorsunuz? Örneğin büyüklere saygı gibi geleneksel değerlerimiz? Bakalım:
“Aksaray’da 3 çocuk, Kurban Bayramı’nda el öpme bahanesiyle kapısını çaldıkları 46 yaşındaki A.K.’yi önce dövdü, sonra tecavüz edip 1000 YTL’sini gasp etti. Zanlılar 15 yaşındaki A.U., kardeşi 14 yaşındaki E.U ve arkadaşı 14 yaşındaki İ.B., kaçtıkları Ankara’da polis tarafından yakalanarak cezaevine konuldu.”
Veya “küçüklere sevgi”?
“Hatay’ın İskenderun İlçesi’nde, erkek torunu olmasını isteyen 46 yaşındaki Sevi Gök’ün, gelini Müzeyyen Gök’ün 4 ay önce dünyaya getirdiği bebeği Hatice’yi döverek öldürüldükten sonra kundağa sarıp kanala attığı iddia edildi.”
Ya da “aile bağları?”
“Küçükçekmece’de B.K.’nın öz kızı 16 yaşındaki E.’ye 9 yıldır tecavüz ettiği ortaya çıktı. Üç kez kürtaj yaptırdığı öğrenildi… Babanın kızına defalarca tecavüz ettiğini E.’nin annesi ve babaannesinin bildiği ancak korkularından sustukları öne sürüldü. E., annesinin kendisine ‘Babanı söyleme. Daha önce çıktığın erkek arkadaşının ismini ver’ dediğini söylediği de öğrenildi.”
Peki ya aşk? Evlilik? Akrabalık ilişkileri?
“Kadın Dayanışma Vakfı’nın Ankara’daki gecekondularda yaşayan kadınlar arasında yaptığı araştırma ise kadınların yüzde 97’sinin kocalarının saldırısına uğradığını tespit ediyor. Ankara Tabip Odası’nın yaptığı araştırmaya göre ise, kadınların yüzde 58’i yalnızca kocalarından, nişanlılarından, erkek arkadaşlarından ve erkek kardeşlerinden değil, kadın akrabalar da dahil olmak üzere kocalarının ailesi tarafından da şiddete maruz kalıyor.”
“Doğruluk, dürüstlük” mü dediniz?
“Ankara Genç İşadamları Derneği’nin yaptırdığı, ‘Gençlik, İtibar, İş Hayatı ve Gelecek Araştırması’ anketi, Türkiye’de yaşayan gençlerin çoğunluğunun ülkenin geleceğinden ümitsiz olduğunu ortaya koydu. Gençlerin önemli bir bölümü rüşvetle vergi kaçırmayı da doğal buluyor.”
Ya da daha “harbî” değerlerimiz? Mesela “delikanlılık raconu”?
“Bursa’da jandarma tarafından düzenlenen operasyonda, pitbull köpekleriyle korkutup tecavüz ettikleri genç kızların görüntülerini kaydedip, tehdit ve şantajla fuhuş yaptırdıkları öne sürülen çete ele geçirildi… Çete elemanlarının bir bölümünün lise öğrencilerinin de aralarında bulunduğu kızları arkadaşlık kurarak kandırdığı belirlendi. Çete üyelerinin evlerine götürdükleri genç kızları 4 pitbull köpeğiyle tehdit ederek tecavüz ettikleri, kaydettikleri görüntüleri ailelerine yollama tehdidiyle kızları fuhuşa zorladıkları anlaşıldı. Bu kişilerin çok sayıda yaralama, yağma ve tehdit olayının da faili olduğu belirlendi.”
“Gösterişten kaçınma, sadelik, alçakgönüllülük, tokgözlülük” mü diyorsunuz?
“Türkiye’de televizyon izleyicisinin yıllardır vazgeçemediği programların başını yarışmalar çekiyor. Hele bir de bol ödüllü yarışma ünlü bir tip tarafından sunulunca reytingleri sallıyor. İstanbul Serbest Muhasebeci ve Mali Müşavirler Odası’nın (İSMMMO) ‘Hayaller Yarışıyor’ başlıklı araştırmasına göre, televizyonlarındaki yarışma programlarına ilgi artıyor, her 100 yetişkinden 15’i yarışmacı olmak istiyor. İSMMMO’dan yapılan yazılı açıklamada yer verilen araştırmaya göre, Türkiye’de yaklaşık 2.5 milyon insan yarışma programlarına yarışmacı olmak için başvurdu ve sırada bekliyor.”
Ve nihayet: “En kutsal değer, İnsan yaşamı”, diyorsanız, bunun tezatlı iki boyutu var. Açlıktan kırılan yoksullar ve birbiri peşisıra canlarına kıyan ünlü iş adamları.
“BM Tarım ve Gıda Örgütü’nün (FAO) yayımladığı rapora göre dünyada 963 milyon kişinin 2008’de açlık çektiği ortaya çıktı. Bu da 2007 ile kıyaslandığında 40 milyon artışa denk geliyor. Raporda bu bilançonun özellikle gıda fiyatlarının artışı ve ekonomik krizden dolayı ağırlaştığı kaydedildi. Kötü beslenmeden en fazla etkilenen bölgeler Asya ve Sahra Altı Afrika’sı olarak dikkat çekiyor.”
En yoksul ülkelerde yaşayan milyonlarca insan açlıktan, susuzluktan, önlenebilir salgın hastalıklardan, etnik/dinsel boğazlaşmalardan kırılıyor. Peki ya “en zenginler”? Onların keyfi yerinde mi? Küresel kapitalizmin krizinin patlak vermesiyle birlikte, önce finans sektöründe başladı intihar salvosu…
“- İsviçre’de, dünyanın en zenginlerinin 300 milyar dolarını yöneten Julius Baer bankasının 52 yaşındaki CEO’su Alex Widmer, Lehman Brothers’ın iflasından kısa bir süre sonra evinde ölü bulundu.
– Yeni Zelandalı ünlü finans uzmanı ve İngiltere’de yatırım şirketi Olivant Advisers’in CEO’su Kirk Stephenson, Londra’da hızlı tren raylarına atlayarak intihar etti.
– Yüzyılın dolandırıcısı Nasdaq eski Başkanı Bernard Madoff’a 1.4 milyar dolar kaptıran Access İnternational CEO’su Fransa’nın ünlü finans uzmanlarından Thierry de la Villehuchet, Newyork’ta bir gökdelenin 22. katındaki ofisinde bileklerini keserek canına kıydı.
– HSBC bankasının Türkiye’den de sorumlu sigorta departmanının müdürü 49 yaşındaki Christen Schnor, Londra’da 5 yıldızlı bir otel odasında, kendisini gardırop demirine kemeriyle asarak hayatına son verdi.”
Salgın, ardından “reel sektör”e sıçradı:
“Ekonomik kriz sebebiyle intihar eden işadamlarına yenileri eklendi. Dünyanın en zengin 94’üncü insanı Adolf Merckle, tren altına atlayarak, ABD’li gayrimenkul müzayede şirketi Sheldon Good’un başkanı Steven Good da tabancayla intihar etti.”
İntihar dalgasından Türkiye de bağışık değil:
“- AKP Yalova Çiftlikköy ilçesi eski Başkan Yardımcısı 58 yaşındaki Erkan Başaran, piyasaya 100 bin liralık borcunu ödeyemeyince, evde başına tabancasını dayayıp intihar etti.
– Çorum’da 28 yaşındaki market işletmecisi Ali Çoban, borçlarını ödeme umudunu kaybedince, işyerinde tabancasından çıkan tek kurşunla hayatına son verdi…”
* * *
Evet. Yalnızca menkul/gayrımenkul kıymetlerde bir değersizleşme değil, yaşadığımız. Aynı zamanda “insanî değerler” de dibe vurmakta. İşin ürküntü veren yanı, kapitalizm küreselleştiği, yani küresel piyasaya dahil olmadık bir dünya bucağı kalmadığı ve küresel tüketim toplumunda metaya dönüştürülmedik en küçük bir insanî hassa kırıntısı kalmadığı ölçüde, değersizleşme de “topyekûn” bir nitelik kazanıyor. Unutulmasın, “1929 buhranında dünya nüfusunun üçte ikisi kırsal kesimde yaşıyordu. Hayatlarını kendi mahsulleriyle idame ettirebildiler. Bugün insanların yarısından fazlası şehirlerde. Aileler küçüldü, bağlar gevşedi. İşsiz kalmak, aç kalmak demek.”[6] Bir başka deyişle, 1929 krizinde insanlığın büyük bölümü, piyasa ağının dışında bulunduğundan, ya da dışına çıkma olanağına sahip olduğundan, değersizleşme bu denli toptan olmadı.
Bu nedenle, mevcut krizi bir “uygarlık krizi” olarak tanımlayan BM İnsan Hakları Danışma Kurulu üyesi Jean Ziegler,[7] haklıdır. Yeryüzünde yaşamı tehdit eden “küresel ısınma” karşısında düşünebildiği tek alternatif “etanol” olan, yani otomobilden vazgeçmemek için mısır üreticisi ülkelerin halklarını açlığa mahkûm etmekten çekinmeyen kapitalist “uygarlık” çöküşün eşiğine gelmiştir. Bu son “kriz”den çıkma/restorasyon olanağı ne olursa olsun, kapitalist-olmayan bir uygarlığı tasarlama ve hayata geçirmenin zamanı çoktan geldi de geçiyor bile… Öyle gözüküyor ki, bu başarılamazsa, önümüzde “kırk katır/kırk satır” açmazından başka bir çare kalmayacak…
26 Ocak 2009 09:06:19, Ankara
N O T L A R
[*] 31 Ocak 2009 tarihinde Özgür Üniversite’de (Ankara) “Kriz ve İnsanlık Durumu” başlığıyla verilen Konferans da yapılan konuşma… Sosyalist Demokrasi, Yıl:4, No:75, 7 Şubat 2009…
[1] Fransız Atasözü.
[2] J. Israel, Alienation, From Marx to Modern Sociology, Boston, Allyn and Bacon, 1971, ss.272-73.
[3] Ayrıntılı bir okuma için bkz. S.Özbudun, G. Márcus, T. Demirer, Yabancılaşma Ve… Ütopya Yayınları, Ankara, 2008.
[4] Çarpıcı bir örneği, Quand la misère chasse la pauvreté (Sefalet Yoksulluğu Kovduğunda) başlıklı kitabında (Paris/Arles, Fayard/Actes Sud, 2003) Majid Rahnema veriyor: “Yoksulluk binlerce yıl boyunca‘sıradan ölümlüler’ için, hem göreli bir saygınlık içerisinde yaşamaya olanak sağlayan hem de sefalete karşı mücadeleye olanak tanıyan, basit ve sürdürülebilir (convivial) bir yaşam tarzı olageldi. Modern iktisat, bu yaşam tarzını karalayıp toplumsal olarak yaratılmış gereksinimlere dayalı bir başkasıyla değiştirmek adına, insanların devasa çoğunluğunu misli görülmemiş bir sefalete mahkûm kıldı. (…) Sefalet, ütopik bir zenginleşme adına, yoksulluğu ve onunla birlikte, modernitenin şafağına dek yoksullara saygın bir yaşam sürdürme olanağını sağlayan geçim tarzlarını ‘kovmayı’ başardığına göre, bu sonuncular sefalete geçit vermeme gücünü kendilerinde bulabilecekler midir?” (M. Rahnema, J. Robert, La puissance des pauvres, Actes Sud, Paris, 2008: 15-16.)
[5] T. Pogge’dan aktaran: Nadim Macit, “Siyasetin Dili Değişecek”, Cumhuriyet Strateji, Yıl:5, No:233, 15 Aralık 2008, s.12-13.
[6] Gündüz Vassaf, “Dünya Nereye Gidiyor?”, Radikal, 30 Kasım 2008, s.22.
[7] L’Humanité, International, 14 Kasım 2008