Murat Dağdelen – M. Can Yüce
24- İMRALI KONSEPTİ NASIL ETKİSİZLEŞİR? BUNUN İÇİN SOMUT ÖNERİLERİNİZ VAR MI?
Kuşkusuz geçmişin doğru ve nesnel çözümlemesini yapmış, derslerini özümasmiş, günümüz dünyasını ve Kürdistan koşullarını sağlık tahlil etmiş, doğru ve devrimci bir politik programa sahip bir ulusal kurtuluş hareketinin geliştirilmesiyle İmralı teslimiyeti, Kuzeyde egemen olan Öcalan iktidar sistemi aşılabilir… Bugüne kadar bu doğrultuda birçok girişim olmuştur, ancak ne yazık bu girişimler başarılı olmamıştır. Bunun nesnel koşulları ve engelleri kadar öznel nedenleri de vardır. Zamanlama bakımından anılan seçenek belki de bugünden yarına ve kısa sürede başarılamayabilir. Ama bu seçeneğin geliştirileceğine de inanıyorum. Soluklu ve sıkı sıkıya kenetlenmiş bir çekirdeğin bunu başarabileceğine inanıyorum. Öncelikle bunun kadrosu ve ısrarlı çalışması gerekir. Elbette Kürdistan önemli gelişmelere gebe, İmralı iktidar sistemi de hep cepten yiyor ve ondaki çürüme eğilimi derinleşerek devam edecektir. Ama bütün bu gelişmeleri veya alt üst oluşları karşılayacak bir seçeneğin, en azından çekirdek düzeyinde geliştirilmesi gerekir. Bu, yaklaşım en geniş birliktelikleri, geçici ve uzun vadeli ortaklıkları, bunların çabalarını dıştalamiyor. Ben, daha çok bana göre temel olan, kalıcı olan çözümden söz ediyorum. Bu da geniş kapsamlı bir konu, farklı düşünce ve eğilimler var. Ben de bu konuda bugüne kadar çok yazdım. Bunların geliştirilmesi ve pratik yaşama geçirilmesi gerekir diye düşünüyorum. Bu konuda da çözüm alanı, öncelikle ülke toprakları ve oranın canlı, diri dinamikleridir!
25- SON OLARAK KAMUOYUNDA ÖCALAN İLE ERGENEKON ARASINDA ÖTEDEN BERİ BİR İLİŞKİ OLDUĞU SÖYLENİYOR. NASIL DEĞERLENDİRİRSİNİZ?
Son bir yıldır Ergenekon ekseninde sürdürülen çatışmalı süreci, devletin kendi kirinden pasından arındırma operasyonu değil, bir iç hesaplaşma, önemli dış boyutları ve bağlantıları olan, egemenler cephesinde bir iktidar çekişmesi olduğunu düşünüyorum. Elbette bu bir tarafın tasfiye sürecinin, ortaya çıkardığı bazı gerçekler, kirli ilişkiler ve pratikleri de vardır. Ama buna rağmen bu süreci “Derin devleti”, Kontrgerilla örgütlenmesini açığa çıkarma ve onu temizleme, demokratikleşme olarak gösterme çabalarını da doğru bulmuyorum. Hatta gelinen noktada Ergenekon davası, özel savaş aygıtını, TC’nin kendisini aklama, açığa çıkmış kirli unsurlardan arındırma ve kendini yeni iç ve dış dengelere göre yapılandırma hareketine dönüşmüş bulunmaktadır. Bu kısa hatırlatmadan sonra esas sorunuza geçebilirim.
Ben yöntemsel olarak Öcalan ile ilgili geliştirilen MİT, Kontrgerilla veya Ergenekon üyeliğini eksen alan, Öcalan’ı bu bağlam üzerinde tanımlamaya çalışan bakış açılarını sağlıklı, üretken ve gerçekleri bütün boyutlarıyla açığa çıkarıcı bir yaklaşım olarak görmüyorum. Tersine bu bakış açılarını sınırlandırıcı, daraltıcı ve tüm gerçeklerin açığa çıkmasını önleyici yaklaşımlar olarak görüyorum. Ortada çok boyutlu, karmaşık ve çelişik uçları olan tarihsel ve güncel bir gerçeklik var. Bu gerçekliği bütün boyutlarıyla aydınlatmak için “Ajanlık teorilerinin” ötesinde daha kavrayıcı ve açıklayıcı bir bakış açısıyla ele almak gerekir. Bu geniş perspektif, salt bireysel planda Öcalan gerçekliğini de en ince ayrıntısına kadar aydınlatma gücü ve yeteneğine sahip olduğuna inanıyorum. Yine bu noktada bu tarihsel süreci ve onun bütün boyutlarını açığa çıkarıcı bakış açısı kadar soğukkanlı olmayan, dar tepkici ve kestirmeci konumlardan uzak durmak gerekir. “Ajanlık teorilerinin” toplumsal ve tarihsel süreçleri kavramaktan uzak olduğunu, kestirmeci ve dar indirgemeci olduğunu ve dolaysıyla bu yaklaşımın hedeflenen kişi veya ilişkiler sistemine katkı sunduğunu düşünüyorum. Neden? Nedeni çok basit, anılan teoriler, sadece damgayı vurur, yargıyı belirtir, gerçekliğin kendisi de bir ilişkiye indirgenmiş olur. Oysa orada bir iktidar sitemi var ve bu, bir halkın bugününe ve geleceğine ipotek koymuştur; hem de o halkın temel talepleri altında perdelenerek…
Kişi olarak Öcalan’da kendi bireysel çıkarı, yaşamı, adı ve bugün kurduğu sistemin varlığı dışında hiçbir politik, ideolojik ve ahlaki ilkesi, ölçüsü yoktur. Yine kendisi için yapamayacağı şey, giremeyeceği ilişki ve kullanmayacağı silah yoktur. Kendisi söz konusu olduğunda kullanmadığı, kullanamayacağı bir yöntem ve silah da yoktur. Hemen hemen herkesin tanık olduğu yaşam pratiği, bunun sayısız kanıtını sunmaktadır. Bu anlamda şu veya bu devlet ve onun istihbarat örgütleriyle ilişki geliştirmesi mümkündür. Ama bunlardan öte İmralı açıklamaları ve savunmaları kendi ağzıyla bundan sonra devletin hizmetinde olacağını belirtmiştir. Dolayıyla onun gerçekliği ajanlık kavramıyla açıklanmayacak kadar kapsamlı ve derin olduğunu düşünüyorum. Başak bir ifadeyle onun gerçekliğini aydınlatmak için mercekle şu veya bu gizli servisle bağlantısını aramaya gerek yok. Gerçekliğini aydınlatmak için sayısız belge ve tarihsel bir süreç var…
Bu konuya bilimsel, aynı zamanda politik, soğukkanlı ve daha kapsayıcı bakmak gerekir. Güncel Ergenekon üyeliği ekseninde yapılmakta olan tartışmaları da politik bulmuyorum, bu tartışmaların Öcalan gerçekliğini aydınlatma sürecine katkı sunmak yerine, tersi bir işlev gördüğünü, temel unsurlarını gözlerden kaçırttığını düşünüyorum. Politik çizgisi ve pratiği, kurduğu iktidar sistemi, İmralı ve devlet-düzen ilişkileri; bütün bunların iç ve dış boyutları, yaratılan derin yanılsama ve çelişik uçlu paradoks, işte bunların hepsi bir tarihsel perspektifle ele alınırsa önemli sonuçlara ulaşılacaktır. Ama “Ajanlık” yaklaşımları tartışma sürecini bile sekteye uğratır, uğratıyor…
Amaç, gerçekten halkımızın ve onun temel özlemlerinin önünde engel haline gelen iktidar sitemini aşıp tarihin çöplüğüne atmak mıdır? Öyleyse sizin bakış açınız ve kullandığınız yöntemler kesinlikle bu amaca hizmet etmelidir.
26- EN SON SİZE ÖZEL BİR SORU SORMAK İSTİYORUM. BUGÜNDEN DÜNE BAKTIĞINIZDA GEÇMİŞTE ‘’KEŞKE YAPMASAYDIM YA DA KEŞKE ŞÖYLE YAPSAYDIM ‘’ DEDİĞİNİZ ŞEYLER VAR MI? ÖRNEĞİN GEÇMİŞTE YAZDIĞINIZ YAZILARIN VEYA KİTAPLARIN ÖCALAN KÜLTÜNÜN ORTAYA ÇIKMASINDA VEYA KURUMLAŞMASINDA İŞLEVSEL BİR ROL OYNADIĞI SÖYLENDİ HEP. NE DÜŞÜNÜRSÜNÜZ?
Bir insan, içinden geçtiği toplumsal ve kültürel, tarihsel süreçlerin derin etkisi altında şekillenir. Devrimci bir insan ise hem bu tarihsel ve toplumsal koşulların etkisinde şekillenir, hem de kendisini bunları anlama, tanımlama ve değiştirme düşüncesi ve iddiasıyla tanımlar. O hem bir düşünce, hem de bir eylem insanıdır!
Bu bağlamda kendimi değerlendirdiğimde; kendimi devrimci sosyalist biri olarak tanımladım ve bu temelde yaşamımı biçimlendirdim, bugüne dek sürdüregeldim. Devrimci bir insanın yaşam çizgisi de dinamik, çok boyutlu ve kendini aşan, yeniden üreten, her fırsatta geriye dönüp yaşamını gözden geçirerek değerlendiren ve çıkardığı derslerle kendini eğiten ve geliştiren, yarına taşımasını bilen, en bunalımlı süreçleri bilinç, akıl, inanç ve iradesiyle aşmasını bilen bir kişidir; ya da bu genel çizgilere uygun bir yaşam ve kendine bakış açısına sahip olmalıdır.
1970’li yılların başında devrimci mücadele ile tanıştım, o günden bu yana bu kimliğimi korumaya çalışıyorum. Ancak her dönemin bilinç ve deneyim düzeyi aynı olmadığı gibi, pratikleri de o dönemin genel kavrayışının bir eseri olmuştur. 70’li yıllardaki sosyalist anlayışım, hiş kuşkusuz, o dönemde egemen olan reel sosyalist anlayış ve pratikti. Bu, yaşanan tarihsel deneyimler ve tecrübelerle, yeni bilgi ve değerlendirme ufkuyla aşılmıştır. Şimdi o dönemin indirgemeci, dar, tek boyutlu ve kurulu düzenlerin ufkunu aşmayan, kimi noktalarda onların gerisine düşen sosyalizm anlayışı ve pratiğinden dolayı kendimi veya başka birini suçlamam doğru olabilir mi? Olamaz. Biz o koşullara doğduk, o dünya ve ülkemizin koşullarını beğenmedik, bunlara kafa tuttuk, onu değiştirmek için bütün samimiyetimizle her şeyimizi ortaya koyduk. Bu tutarlı samimiyet, dünyaya kafa tutma cesareti ve romantizmi, kişiliğimi ve yaşam tarzını belirleyen temel değerler olmuştur. Bundan her zaman gurur duydum, bundan güç aldım. Şimdi bu satırları yazarken bile büyük bir heyecan duyduğumu vurgulamak isterim.
Dünyaya kafa tutuş ve devrimci duruş, bunun ardındaki samimi duygular ve idealler, çok önemlidir, ama bunlar, tek başına bir “kişisel tarihi” anlatmaya, açıklamaya yetmez. Bu noktada dönemin siyaset anlayış ve pratiğinin de enine boyuna tartışılması gerekir. Buna geçmeden bir noktanın altını çizmek durumundayım: Bugüne kadar gelen yaşamımın düşünsel darlıkları ve hataları, pratik hataları, yetersizlikleri, sapmaları ne olursa olsun, kendimi tanımlama gerekçelerim, yani bu dünyayı reddetme, ona kafa tutma ve onu değiştirme niyeti, samimiyeti ve duruşu, kimliğimi ve kişiliğimi belirleyen temel çizgi olmuştur.
Ben ne doğru buldumsa, neye inandımsa onu yaptım, yapmaya çalıştım. Ama bu yapılanların var olan düşünce ve deneyim sınırlarımızla, içinde bulunduğumuz koşullarla çerçeveli olduğunu vurgulamak durumundayım. Siyaset yapma tarzı, örgüt, örgüt içi demokrasi, farklılıklar, farklılıklara yaklaşım, iktidar ve daha birçok konudaki pratiğimiz, egemen sol ve sosyalist anlayışların ve genel olarak uygulamaların dışında değildi. Bu bağlama girecek birçok pratik ve uygulama tartışılabilir. Sanırım bu, bu röportajın kapsamını aşan bir konudur.
Buraya kadar şunu anlatmaya çalışıyorum. Devrimci mücadele ve yaşam bir süreçtir, farklı aşamalardan geçen, gelişen, kendini aşan veya tekrarlayan, dinamik bir süreçtir. Kendi açımdan bilincim ve düşünce ufkum elverdiği ölçüde kendimi aşmaya, bunun için yoğun iç çatışmalarla bunu başarmaya çalıştım.
Mücadele eden, hem de büyük iddialarla dünyaya kafa tutarak hedeflerine varmak isteyen insanların hata yapmamaları, yetersizlikler yaşamamaları, kimi zaman duraksamamaları mümkün değildir. Ama bir mücadele yaşamları olmayanların bu tür “dertleri” de olmaz! Ben “keşke”li yaklaşımlarda bilimsel ve tarihsel olmayan bir yan bulurum. Onun yerine, şu tarihte şu yaklaşımım, şu tavrım ve pratiğim yanlıştı, ya da şu yetersizlikleri vardı. Nedenleri şunlardır, sonuçları da şunlar şunlar oldu…” demeyi yeğlerim… Bunları yazarken sorunu eleştirmek için değil, çünkü onunla neyi anlatmak istediğini biliyorum, kendimi doğru ifade etmek için bu noktanın altını çizme ihtiyacını duydum…
Gelelim Öcalan iktidar sistemi ve kültü ile benim yazdıklarım, yazdığım kitap arasındaki ilişki sorununa… Öcalan iktidar sistemi ve kültünün nasıl ve hangi aşamalardan geçerek kurulduğunu, kurumlaştığını, giderek nasıl bir bilim dışı kült haline geldiğini daha önce yazdığımız iki kitap (Bir Yanılsamanın Sonu ve Bildirge) ve sayısız yazıda ana çizgileri ve ayrıntılarıyla ortaya konulduğunu düşünüyorum. Kuşkusuz yazılanlar bir çerçevedir, tamamlanması, geliştirilmesi, aşılması gereken noktalardır. Ancak hemen vurgulamalıyım ki bu konuda ortaya konulan en bilimsel, sistemli, bütünlüklü ve kapsamlı çerçevelerden biri olduğunu da iddia etmekte bir sakınca görmüyorum.
PKK 3. Kongresi PKK tarihinde bir dönüm noktasıdır. 2. ve 3. Kongre arası bir geçiş, 3. Kongrenin kendisi ise bütün iplerin Öcalan tarafından ele geçirildiği bir platform olmuştur. Bu tarihten sonra Öcalan sitemi oturmaya başlar. 4. Kongrede bir sarsıntı geçirmekle birlikte Şenerlere yaptığı darbe ve gerçekleştirdiği çok yönlü tasfiye ile iktidar sistemini zindanlara da taşır ve böylece her zemine ve her beyine hükmetmeye başlar…
Bizim zindanlar olarak PKK yönetimi ile sistemli ilişki geliştirmemiz 1990’ın sonlarında ve 1991’ın başındadır. Zindan ve PKK yönetimi ilişkisi o tarihe kadar klasik talimat-rapor veya alt-üst ilişkisi biçiminde değildir. Zindanlar yönetimi bakımından neredeyse “bağımsızdırlar”. O güne dek zindanları yöneten zindan yönetimidir. Ancak 1991’den sonra özellikle ZDK (Zindan Direniş Konferansı) denilen süreçle birlikte Zindanlar her açıdan teslim alındı ve Öcalan iktidar sisteminin bir parçası, bir uygulayıcısı haline geldi. Bu kısa bilgiyle şunu anlatmaya çalışıyorum: Sıra bize gelene kadar “Atı alan Üsküdar’ı” geçmişti. Yani Öcalan iktidar sistemini her türlü yolla, bastırma, susturma ve tasfiye hareketiyle kurumlaştırmış ve bunu zindanlara da hakim kılmaya başlamıştı. ZDK sürecinde de birçok itirazımız olmakla birlikte, bunları Öcalan iktidar sistemini, ZDK’ya yüklediği politik işlevi anlamaktan uzaktı. İmralı sürecine kadar bu iktidar sistemini anlama, tanımlama ve çözme olanağımız olmadı. Ne zaman ki Öcalan İmralı’da çözüldü, her açıdan teslim oldu ve devletin hizmetine girdi, bu hizmet çizgisini PKK ve halka taşımaya başladı; işte o zaman, neden çözüldü, teslim oldu ve bu kimdir, nasıl bir sistem kurmuş gibi sorularla sorgulamaya ve bunu derinleştirmeye başladık. Bu konudaki bilgimiz arttıkça ve bilincimiz derinleştikçe, anladık ki, bu bir yanılsamadan başka bir şey değilmiş, biz de bu konuda fena yanılmışız…
Bir Yanılsamanın Sonu, aslında bir değil iki yanılsamanın sonudur. Bir, bir yanılsamadan, yani illüzyondan başka bir şey olmayan Öcalan yanılsaması-illüzyonu; diğeri kendimizin yanılsaması, Öcalan hakkındaki yanılsama… Bu yanılsamanın farkına varmak, ancak İmralı teslimiyet ve tasfiye duruşu ve çizisi üzerinden yapılan sorgulamalarla gerçekleşmiştir.
Daha önce yazdım, tekrarlamanın gerekli ve bizi doğru bir tarih kavrayışına götürür. En genel anlamda PKK, paradoksal uçları, çatışmalı süreçleri olan çelişkili bir bütündür. Bu bütünün içinde Öcalan bir ucu, aynı zamanda iktidar ucunu, halkın devrimci ve direnişçi değerlerinin toplamını ifade eden diğer bir uç vardır ki, bu, her şeyi yaratan, ama gerçek anlamda iktidarsızlaştırılan çoğunluktur. Bunu da daha iyi anlaşılması için Mazlum Doğan adıyla simgeleştirebiliriz. Yani genel PKK adı altında aslında, bir arada olan, aynı tarihsel sürecin iki karşıt ucunu ifade eden iki PKK var. Simgesel olarak ifade edersek biri Öcalan’ın PKK’si, diğer Mazlum’un PKK’si… Bu iki paradoksal bir bütünü anlatır. Devrimci değerlerin toplamı, halkın devrimci istemleri ve bu uğurdaki mücadelesi olmasaydı, bu politik bir güç haline gelmeseydi, Öcalan iktidar sisteminin ne değeri ve anlamı olabilirdi ki? Öcalan’ın marifeti bütün bu yaratılanlara el koyması ve kendi iktidar gücü ve tekeli olarak kurumlaştırmasıydı. Başka bir ifadeyle Kürt halkının ve onun en direnişçi evlatlarının mücadelesi olamasaydı, ama aynı zamanda bu gerçek emek ve değer sahipleri yine Öcalan’ın hile ve entrikalarıyla tasfiye edilmeseydi, iktidarsızlaştırılmasaydı, şimdi bir Öcalan iktidar sitemi ve kültünden söz edebilir miydik? Bu noktaya özel olarak vurgu yapmamın en önemli nedeni bu paradoksal, iki çelişik ucu olan bütünsel, ama çelişkili süreç veya süreçler toplamı kavranmadan PKK tarihini, onun her bir unsurunu doğru kavramak ve doğru dersler çıkarmak mümkün değildir. İmralı’ya kadarki tarihimizi doğru kavramının bu temel nokta olduğunu düşünüyorum.
Ben kişi olarak İmralı’ya kadar olan yazıları, devrimci kavrayışım ve tamamen devrimci duygularla yazdım. Buna Öcalan adına yazdığım “Doğu’dan Yükselen Güneş” adlı kitap da dahildir. Bu kitapla ilgili ayrı paragraflar açmak istiyorum. Ona geçmeden önce yazılarımla ilgili bir nokta daha belirteyim. Günlük gazetede haftalık, kimi zaman haftada iki kez, Aylık Dergide her ay, bazen birkaç yazı yazdım. Bu yazılarımın hiçbirine doğrudan ve dolaylı bir müdahale, yönlendirme ve etkide bulunma durumu olmadı. Ancak Günlük Gazetede hala kimler olduğunu tam çözemediğim birileri, yazılarımın en devrimci mesajlarını tırpanlıyordu. Defalarca bu konuda müdahalede bulunmama rağmen bu bay veya bayan sansürcüleri bulamadım. Öcalan’ın bir müdahalesini ve bir de önerisini hatırlıyorum. Biri, Bayrampaşa Cezaevinde yönetici olan, ama benim yazılarımdan son derece rahatsız olan birisinin gönderdiği raporda Aylık Dergide birden çok yazımın yayınlandığını, bunun “Önderliğin önüne geçme” tehlikesini taşıdığını, bunun önüne geçilmesi gerektiğini” belirten görüşler vardı. Bunun üzerine Öcalan, “her ay bir yazı yayınlasın yeterlidir” demişti. Diğeri de şuydu, sadece makalelerle sınırlı kalmamamı, daha geniş kapsamlı değerlendirmeler yazmamı, genel bir öneri biçiminde göndermişti. Birçok konuda Öcalan ile ters düşen değerlendirmelerim olmasına rağmen yine bir müdahale olmadı. Örneğin Birinci Körfez Savaşında yaptığım değerlendirmeler Öcalan’ın yaptığı değerlendirmelerle çelişiyordu. Gelen genç arkadaşlar bana sorduğunda “farklı noktalardan baktığımız için sonuç da farklı yansımıştır. Yoksa temelde bir farklılık yok” diye geçiştirmeler yapmıştım. Bunlar işin bir boyutu. Bir de başka bir boyuta daha var. Kısaca şöyle:
Ateşkes ve siyasal çözüm konusu en çok tartışılan bir konuydu. Daha sonra öğrendiğimiz ve kavradığımız gibi bu kavramların Öcalan’ın bilincindeki yeri stratejik olarak bazı kırıntılarla devletle uzlaşmaktan başka bir şey değildi. Ben ise bunları sağlam bir program ve stratejiye dayalı bir taktik olarak değerlendirdim ve bu konuda çok sayıda makale yazdım. Benim bilgim, somut gerçeklere değil, olması gereken teorik ve politik bir bakış açısına dayanıyordu. Stratejiyi ve karar süreçlerini bilme ve bunları etkileme şansın hiç yok. Bunu da sonradan çok net kavrıyorsun. Aslında karar süreci Öcalan’ın kafasından başka bir şey değildir. Gerçeklik bu, ama sen stratejik olarak teslimiyete giden bir yolu, devrimci bir taktik olarak açıklıyor ve başta gençler olmak üzere herkese yedirmeye çalıştırıyorsun. Bu noktada senin devrimci bakış açın, iyi niyetin, nesnel olarak devimci sürecin ve bunun bir parçası olan sana karşı dönen bir silah haline geliyor. Bunun anlamı şu, somut gerçeklere dayanmayan sadece teorik olarak olması gerekenlere göre yaptığın değerlendirmeler aslında tersi bir işlev görüyor… Kuşkusuz bu, bir iktidar sistemine ve onun ideolojik politik saptırmalarına önemli bir katkıdır. Devrimci sosyalist bakış açısıyla, aslında teslimiyetçi bir yaklaşımı “teorik” ve politik bir açıklamaya, meşruiyete kavuşturmuş oluyorsun. İşte al sana, paradoksal gerçekliğimizin trajik bir örneği… Kolektif bir iktidar ve karar süreci olsa, o zaman bu yazılanların bir anlamı, etkileme şansı var. Ama Öcalan iktidar sisteminde karar sürecini hiçbir biçimde etkileme şansı olmayan yazı ve değerlendirmelerin, tersine özünde teslimiyetçi bir yaklaşımı devrimci bir açıklamaya dayandırılarak meşrulaştırılması söz konusu oluyor…
Kuşkusuz Öcalan adına yazılan kitabın, bunların ötesinde onun sistemine katkı sunduğu, özellikle okuyan gençlik üzerinde o sistemi teorileştirmede hatırı sayılır bir rol oynadığı çok açık bir olgudur. Bu konuda okuma ve anlama özürlü olan kimi kişi ve çevreler bu konuyu büyük spekülasyon yapmaya, her defasında karşıma çıkaramaya bayılırlar. Makul, anlamaya dönük, daha da önemlisi kendi koşulları bağlamında yapılan en sert eleştirilere yine kuşkusuz büyük değer veririm. Ama küçük hesaplarla yaklaşanları ciddiye almıyorum.
Anılan kitabın, abartılı övgüler, “edebi” güzellemeler içeren 1998-1999 tarihlerinde yayınlanması da düşünüldüğünde ve bu diğer Öcalan adına yapılan eylemlerle birleşmesi de hesaba katıldığında bu kültün daha da derinleşmesine ve bilinçlerde yer etmesine sunduğu katkı çok açıktır. Bu katkı, bir bakıma, aslında Öcalan akıldışı tutumlarını “bilimsel bir temelle” buluşturma katkısıdır. Bir örnekle konu daha iyi anlaşılır kanısındayım: Hatırlanırsa Öcalan, Önderlik özelliklerini 7 yaşından başlatır. 7 yaşından beri böyle olduğunu tekrarlayıp durur. Buna inanan veya inanacak bir PKK’li olduğunu sanmıyorum. Ben de inanmıyordum. Ben bu konuyu anılan kitapta şöyle “düzeltiyorum”: Öcalan’da önderlik özellikleri çocuklukta bir embriyon olarak vardı. Şimdi bu “düzeltme”, Öcalan’ı akıl dışılıklardan arındırma ve kabul edilebilir bir noktaya getirme durumudur. Bir sistemi ve onun iktidarını kabul edilebilir bir temele oturtmada benim kitabımın önemli bir katkısı olmuştur. Bunu dün de biliyordum, yazarken de biliyordum. Ama ben onu bir devrimci önder olarak biliyor veya öyle tasavvur ediyordum. O güne dek yaratılan değerlerimizin bir simgede ifade edilmesinin gereğine inanıyordum. Kürdistan devriminin Ortadoğu ve uluslar arası alanda önemli bir etkiye sahip olduğunu, olacağını, dolayısıyla bunun tarihsel derslerinin sistemli bir biçimde ve “Devrimci önderimizin” adına, bir biyografik bir çalışma olarak ele alınmasını düşünüyordum. Zaten kitapta PKK tarihi ile Öcalan biyografisi iç içe verilmiştir. Bu iddialı yaklaşımda, yine Önderin adıyla bir bakıma özdeşleştirme yaklaşımında reel sosyalist pratiğin ve örneklerin hatırı sayılır rolü vardır. Yine bunda fedai eylemlerini gerçekleştiren ve bütün parti kadrolarını psikolojik olarak etkileyen arkadaşların da belli ölçüde etkisi olmuştur.
Şu noktayı çok net olarak vurgulamak isterim: Bu kitabı yazarken tamamen devrimci kaygılar ve duygularla hareket ettim. Bunun dışında herhangi bir beklentim, kaygım yoktu. Öcalan burada sadece bir ad ve simgedir benim için. Yoksa onu tek bir kez gördüm, 1 günlük bir beraberliğimiz olmuştur, 1977’de. Onun dışında doğrudan bir ilişkimiz olmamıştır. Dolayısıyla ona karşı duygu ve ruh anlamında bir akışın, bir ilişkinin gerçekleşmesi mümkün değildir. İlişkim, tamamen düşünsel ve politiktir. Kitabı yazarken de ona karşı herhangi bir duygusal ve ruhsal akışım, etkilenmem olmamıştır. Bunun maddi ve toplumsal temeli yok. Duygular uzaktan ve telepatiyle oluşmaz ve gelişmez, yakın ve doğrudan ilişkiyle oluşur. PKK’yi Öcalan’ın ağırlığı olsa da belli kurallara göre işleyen, kurumları olan devrimci, sosyalist ve modern bir parti olarak biliyordum. Bu, İmralı süreciyle birlikte yazdığım raporlarda çok net olarak görülebilir. ZDK müdahalesine rağmen ben kişi olarak kendi kişiliğimi, irademi korudum, yani Öcalan iktidar çarkından geçmedim. Bu, daha sonraki duruşumun da temelidir… Eğer başka kaygılarla hareket etseydim, daha sonraki süreçlerde bu kitap, ondan daha önemlisi onun ardındaki dürtüler, beni ve kişiliğimi parçalardı. Ama hangi duygularla ve düşüncelerle yazdığımı çok iyi bildiğim için bu olguyu doğru değerlendirdim, derslerini bütün boyutlarıyla özümasmeye çalıştım. Daha sonra Öcalan iktidar sistemiyle ilgili yazdığım bütün kitap ve yazılar, aslında anılan kitaba bir yanıttır… Halkın deyimiyle özetlemem gerekirse ne yaptımsa devrimci duygular ve düşüncelerimden hareketle yaptım… Ama hayat en temiz duygularla hareket ederken bile insanın büyük yanılsamalar yaşayabileceğini göstermiştir. Önemli olan “yürekteki cevahiri” soldurtmamaktır. Bunu yaptığında o yanılsamaları aşmak, yeri, zamanı ve koşulları oluştuğunda çok zor olmasa gerektir. Benim “kişisel tarihim” de bunun somut kanıtlarını sunmaktadır…
PKK tarihi ile Öcalan biyografisini iç içe yazarken başka bir şey denemek istedim. Birçok yerde “Roman tekniğini” denemek istedim. Öcalan ile ilgili birçok abartının bu denemeden de kaynaklandığını belirtmek isterim. Yani alışılageldiği gibi düz bir biyografi yazmak istemedim. Doğrudan Öcalan’ın içinde olmadığı bölüm veya alt-bölümlerde de bu tekniği kullandım. Örneğin Halil Çavgun’un Süleymanlar tarafından vurulmasından sonra Hilvan’da yaşanan korkuyu tasvir eden bir bölüm var. Burada bu anılan tekniği çok daha çarpıcı bir biçimde görmek mümkündür.
İnsanın kendi genel tarihine olduğu kadar “Bireysel tarihine” de doğru yaklaşması gerektiğine inanıyorum. Mücadele derdi olanlar, başka bir ifadeyle ideallerinin peşinde koşmayı bir yaşam gerekçesi sayanlar, bu tarihlerine her yeniden bakıştan daha da güçlenerek, kendilerini düşünsel ve ruhsal olarak tazeleyerek, yaşam dinamizmlerini daha da arttırarak çıkarlar. Öyle yapmaya çalışıyorum. Bu, benim kendime ve yaşama bakış düsturumdur!
Şubat 2009
-Son-