0 0
Read Time:56 Minute, 18 Second

Kısa Açıklama:

Aşağıda okuyacağınız mektup ve raporlar, 1999 yılında yazıldı. Bir döneme tanıklık etmektedir. Bu belgeler, İmralı sürecinin o günkü koşullarda değerlendirmesi ve bu sürece alınması gereken tavır konusunda önemli ve tarihsel belgeler niteliğindedir. Bu mektup ve değerlendirmeler, aynı zamanda bizim duruşumuzun ve bundan sonraki çizgimizin de bir bakıma özeti niteliğindedir. Üzerinden 10 yıl geçmesine rağmen bu belgeler güncelliğini korumaktadır. Dahası bu on yıllık süreç, bu mektup ve raporlardaki görüşleri, kaygıları ve öngörüleri tamamıyla doğrulamaktadır. Bu belgeler incelendiğinde o dönemde bu görüşleri savunmanın ve bu tutumu anlamanın tarihsel ve politik önemi çok iyi anlaşılacaktır.

Sözü daha fazla uzatmadan sizi belgelerle karşı karşıya bırakıyoruz.

Belgeleri iki bölüm halinde yayınlıyoruz. Birinci bölüm O dönemde Cezaevleri İç Koordinasyonunda birinci derece sorumlu olan Sabri OK’a gönderilen mektuplardan oluşmaktadır. İkinci bölüm ise dönemin PKK Başkanlık Konseyi ve MK’ne gönderilen mektuplardan oluşmaktadır. –M. Can YÜCE

Mektup 1

Hüseyin’e (Sabri OK’a)

20 Nisan tarihli notunuzu, genel talimatı ve BK’ye yazdığınız iki raporu aldım. Bir buçuk aya yakın Osman arkadaş eksenli gelişmelerden haberdar olmadım. Bilgimiz salt basına yansıyan haberlerle sınırlı kaldı. Bu süre içinde adeta eli kolu bağlı bırakıldım, yaşadığım tam anlamıyla psikolojik işkenceydi. Önemli, kritik ve kaderimizi doğrudan ilgilendiren gelişmeler oluyordu. Okçuoğlu’nun yaydığı olumsuz haber ve yorumlar canımızı sıkıyordu, ama bizim doğrudan bilgi alma olanağımız olmuyordu. Oysa Avukatlarla konuşmuş ve anlaşmıştık. En az haftada bir birileriyle bilgi göndereceklerdi. Hep istedik, bekledik. Her defasında "şu gün geliyoruz" dediler, ama hiçbir zaman gelmediler; ta geçen hafta sonuna kadar. Hafta sonu görüştük. Bütün ayrıntıları anlattı. Son açıklamalar, bildiri ve röportajları da aldık, okuduk. Sizin raporlarınızı da okuduk. Avrupa’nın gözlemlerini ve değerlendirmelerini almaya çalıştım. Osman arkadaşın son değerlendirmelerini içeren uzun bir yazısı da varmış, onu da gönderecek. O yazıyı aldıktan sonra BK’ye geniş bir rapor yazmayı düşünüyorum. Bu raporun bir nüshasını size de göndereceğim. Ancak şimdilik bazı kaygılarımı ve kafamda oluşan soru işaretlerini size açmak, nelerin yapılması gerektiği konusundaki önerilerimi (taslak düzeyinde de olsa, henüz tam olgunlaşmasa da) size sunmak istiyorum.

-Ben gelişmeleri ve Osman arkadaş üzerinde uygulanmak istenen düşman politikalarını çok tehlikeli ve yaşamsal buluyorum. Bu noktada partinin değerlendirme ve tutumu belirleyici olacaktır. Bütün gelişmeleri, planları ve Osman arkadaşın durumunu objektif, tam bir bilimsellikle ve politik bakışla değerlendirir ve politika durumunu bu temelde belirlerse bu bütün tehlikeyi en az yara ile atlatabiliriz. Yoksa büyük tasfiye planının önü açılır, kaos ortamı başlar. Bu noktada büyük endişelerim, kaygılarım hatta korkularım var.

-Osman arkadaşla ilgili bütün veri ve bilgilere sahipsiniz. BK’de aşağı yukarı aynı durumdadır. BK’nin aldığı son kararı taktik açıdan doğru ve gerekli buluyorum. Ancak bunun hangi durum değerlendirmesine dayandığını bilmiyorum. Osman arkadaşın durumunu nasıl değerlendiriyorlar, açıklamalarını ve tutumunu nasıl algılıyorlar bilmiyorum. Aslında arkadaş bütün ayrıntıları anlattı. Ancak bunların dışında başka gerekçeleri yoksa bunlar bana tatmin edici gelmedi. "Yeniydi, anladık, ama hazmedemedik" diyorlar. "Terminolojiye takılmayalım", "politikadan bir kopukluk yok" diyorlar. Peki, terminoloji nedir? Daha da önemlisi "yeni terminoloji" hangi koşullarda ve zeminde dile getiriliyor. Özgür koşullarda benzer şeyler söylemek ile esaret koşullarında, kontrgerilla sorgusunda söylenenleri nasıl aynı kefeye koyabiliriz? Peki, düşman bu terminolojiyi nasıl algılıyor, bundan hangi politik sonuçlar çıkarıyor? Dünya, dışımızdakiler, en önemlisi tarih bunu nasıl anlayacak ve kaydedecek? Bu terminolojinin varacağı nokta neresidir? Ya içimizdeki sağ fırsatçılar, orta sınıf temsilcileri ve başka hesapları olanlar; bunlar, nasıl yorumlayacak? Sağ, reformist, giderek işbirlikçi eğilimlerine dayanak noktası, referans noktası yapmayacaklar mı? Örneğin, 3 Nisanda savcılığa verilen ifadede (bunların doğru olduğunu söyledi Av.) "Bildiğimiz gibi PKK’nin de kurucusu benim. PKK kurulurken programını da yaptık. O zaman Kürtlerin bağımsız bir Kürdistan kavramı da vardı. Marksist temele dayalı yeni bir sistem getirecektik. Ancak değişen olaylar ve zaman bile bu programın hayali olduğunu gösterdi" deniliyor. Bu noktada terminoloji önemli değildir diyebilir miyiz?  Programın ne olduğunu tartışmaya gerek yok. Ama neden bu açıklama yapılıyor? Sonuçları ne olacak? Yine 3 Mayıs tarihinde yapılan "Kamuoyuna açıklamamdır" başlıklı bildiride "dünya çapında 2000’li yılara doğru zaferi kesinleşen demokratik sistemin genel kuramı"ndan söz ediliyor ve savunmanın bunun üzerinden geliştirileceği belirtiliyor. "Zaferi belirleyen demokratik sistemin genel kuramı" ne anlama geliyor? Savunmanın içeriğini de anlattılar. Bütün bu verileri, ipuçlarını birlikte değerlendirdiğimizde, bir de koşulları ve dile getirildiği zeminleri göz önüne getirdiğimizde Osman arkadaşın durumunu daha bilimsel ve eleştirel bir gözle bakmamız gerektiğini düşünüyorum. Elbette politik yaklaşmak da gerekir. Ben, yüzeysel ve dogmatik yaklaşmamak için bütün zihinsel gücümü, birikimimi ve yeteneklerimi sonuna kadar zorladım. Bu soruları sormanın bile benim için tanımsız bir işkence olduğunu belirtmeliyim. Ama bütün duygularımla savaşarak sorunu cesaretle tartışmaktan, bunu yaparken hiçbir hatalı duruşa yönelmemek gerektiği sonucuna varıyorum. Henüz Osman arkadaşın durumunu tam niteleyecek düzeye geldiğimi sanmıyorum. İpuçları ve sorular var, bunların nereye kadar uzanabileceği kaygıları var.

Osman arkadaş en alt düzeyde TC’yi çözmeye çalışabilir. Partiye zaman kazandırabilir, büyük çatışmaların önüne geçmek için sayısız riski göze alabilir. Ama bunun bedeli ne olmalı, bunlar ne pahasına gerçekleşmeli? Adamlar pişmanlık yasası ve bunun dışında bir kaç yasa daha çıkardılar. Hadi siz de silahları bırakın, demokratik zemine gelin dediler. Bizim yanıtımız ne olacak?

Siyasal görüşmeler ve diyalog yöntemiyle siyasal bir çözüme gitmenin karşısında değilim. Yine TC’nin bunu kabul etmesinin Türkiye’de demokratik devrim olacağını düşünüyorum. Ama şimdi Osman arkadaşın özel savaş merkezindeyken bu konumda mıyız? Daha da önemlisi şu: Devlet bir kıl parçasını bile alış veriş konusu yaptırmazken, mutlak tecrit ve kontrol altında tutarken, Osman arkadaşın açıklamalarını, BK’ye, MK’ye, Avrupa örgütüne talimat yazmasına, iletmesine izin veriyor. Neden? Benim kaygımın asıl nedeni bu olgudur.

Devrimci selam ve saygılarımı gönderiyorum…

                                                                        Mayıs 1999

                                                                            Yılmaz (M. Can YÜCE)

 

 

Not: Metinde “Osman Arkadaş” olarak geçen A. Öcalan’dır.

Hüseyin, Sabri OK

Yılmaz ise M. Can YÜCE’dir

———————-%——————–


Mektup 2

Hüseyin’e (Sabri OK’a)

Emperyalist dünyanın tam bir "Kutsal ittifak" anlayışıyla 9 Ekim komplosunu ve 15 Şubat korsanlık hareketini gerçekleştirdiklerini biliyoruz. Bu politikada emperyalist dünya ile TC’nin politikaları tam anlamıyla örtüşüyor. Emperyalizm Kürdistan devrimini ve Başkan Apo’da temsilini bulan devrimci sosyalist çizgiyi kendi dünya sistemi ve stratejisi için çok tehlikeli buldu. Onda 21. yüzyılda kendisine alternatif bir çizgi bir model gördü. Dolayısıyla onu bitirmeyi, yok etmeyi, bunlar da olmasa devrimci çizgi ve özelliğinden arındırmayı hedeflediler. Bunu ısrarla uyguladılar. Ayrıntılara girmiyorum. Ancak şu nokta çok ilginç. Önderliği Kenya’da katletmek yerine sağ yakalayıp TC’ye teslim ettiler. Bu nokta emperyalizmin ve TC’nin planlarının özünü ele veriyor. Mutlaka üzerinde durmamız gerekiyor. Eğer katletselerdi Başkan Apo’nun kişiliği, dünya görüşü evrenselleşecek, çizgisi evrensel bir meşruiyet kazanacaktı. Bu alternatif çizgiyi öldürme politikasının ölü doğması, komplonun başarısızlığıydı. Yani yengide büyük yenilgi yaşamak anlamına gelirdi. O kolay ve kendileri için çok tehlikeli yolu seçmediler. Bunun yerine sağ yakaladılar, dünyadan mutlak anlamda tecrit ederek bir kontrgerilla adasına hapsettiler. Bu emperyalizmin ve TC’nin Başkan üzerinde uygulamak istedikleri politikanın özünü ele veriyor: Kürt halkı için efsaneleşen birleştirici, harekete geçirici, uluslaştırıcı ve ulusal önderlik düzeyini yakalayan Başkan Apo’nun bütün bu özelliklerine son vermek, sıradanlaştırmak, onun şahsında PKK’yi ve devrimi çözmek, devrimci çizgisini bitirmektir. Başkan aynı zamanda Partide ve Ulusal Kurtuluş Devriminde bir şemsiyedir. Ortadan kaldırıldığında ideolojik ve moral açıdan ortadan kaldırıldığında şemsiyesiz-çatısız kalan yapının ve birliğin dağılacağını hesaplıyorlardı ve bunu uygulamaya çalışıyorlar. Parti Önderliği, Ulusal önderlik kurumları Başkan şahsında bitirilmek ve böylece kaos, çözülme, dağılma ve tasfiye sonuçları bekleniyor… Burjuva basınına da yansıdı. "PKK, Apo’suz yaşamaya alışmadan pişmanlık yasasını çıkarmalıyız" diyorlar. Bu boş bir söz değil ve düşmanın beklentilerini çok net ortaya koyuyor. Aynı zamanda bizim de ne yapmamız gerektiğini ortaya koyuyor. Düşman çok tehlikeli oynuyor. Başkanın şahsında Parti çizgisini, partide devrimci alamda birleştirici, örgütleyici, büyütücü ve ileriye taşıyıcı ne kadar ideolojik-politik ve moral değer varsa, hepsini tasfiye etmek ve devrimi bitirmek; birebir olmuyorsa muğlâklaştırmak istiyorlar. Bunu da Başkanın şahsında yapmayı deniyorlar. Görüldüğü gibi plan korkunç ve kesin temel çizgi, değerler ve partimizin omurgasını dağıtmayı amaçlıyor. Sonuçta Başkan önderliğinde yaratılan değerleri ve ulusal mevzileri, yine Başkandan başlayarak tasfiye etmek istiyorlar.

Tam da bu noktada Başkanın tutumu önemli, yaşamsal değerde. Anlayabildiğimiz kadarıyla Başkan bu imha ve çok yönlü tasfiye planını uzlaşma tutumunu dayatarak, uzlaşma zeminini arayarak ve zorlayarak karşılamaya çalışıyor. Ortaya koyduğu tutum, yaptığı açıklamalar ve savunmaya yaklaşımı uzlaşmanın zeminini arama ve zorlama biçiminde somutlaştı. TC’nin ve emperyalizmin buna yanıtı ne olur?  Doğrudan veya dolaylı muhatap alıp en geri noktada da olsa bir çözüm zeminini geliştirmek mi? Yoksa kendi içinde bazı tavizleri de içeren bir teslimiyet mi? Bugün hakim olan hangi olasılıktır? Belli ki dayatılan kendi içinde bazı tavizleri de içeren teslimiyettir, tasfiyedir. Neden bu kez pişmanlık yasası üzerinde bu kadar duruyorlar. Bu soru üzerinde durulmaya değerdir. Örneğin pişmanlık veya ’91 yılında çıkarılan şartlı tahliye yasası ve bir kaç tane daha tamamlayıcı yasa çıkarıp "haydi siz de silahları bırakın, devrimi tasfiye edin, HADEP’te siyasetinizi yürütün" denildiğinde Başkanımızın tutumu ne olacak, Partinin tutumu ne olacak? Bunun saflarda ve halkta yaratacağı etkiler, doğuracağı sonuçlar ne olacak? İlan edilen 8 maddelik paketin ötesi var mı? Evet, bir uzlaşma-barış arayışı var. Ama bunun hangi stratejiye ve programa dayanarak olacağı belirsizdir.

En önemlisi bu uzlaşma arayışı ve uzlaşmayı zorlama tutumu, dayatılan korkunç boyutlardaki düşman politikasını durdurma, giderek çözme gücüne ve yeteneğine sahip mi? Ne kadar?

Sorular önemli. Uzlaşma arayışını anlamak mümkün. Ama bunun tehlikeli yönlerini de görmek zorunludur ve bu, gerçekten doğrudan kaderimizi ilgilendiriyor. Mutlaka bir karşı-yanıt oluşturulmayı gerektiriyor.

Yürütülen politika zemini, yöntemi, amaçları, terminolojisi çok önemli. Şuna benzetebiliriz. Uzlaşma arayışını canavarın ağzındaki bir kişinin kurtulma, canavarı sakinleştirme ve saldırganlığını dengeleme çabası olarak tanımlamak mümkün. Canavarın ağzındasın, yutmaya çalışıyor, oradan kurtulma savaşını veriyorsun. Tehlike bu kadar büyük ve yakıcı. Peki, bu çabaların canavarı yatıştırmaya, durdurmaya yeter mi?

Arkadaşlar, ’93 Ateşkes tutumunda bir devamlılık var diyorlar. Bir yönüyle doğru. Ama şimdi koşullar ve zemin çok farklılaşmıştır. Bunu görmeden nasıl böyle bir değerlendirme yapabiliriz? Dün, Roma’ya kadar özgür koşullarda siyaset yapıyordu. Terminoloji, atılan adımların anlamı çok farklıydı. Ama bugün düşmanın elindesin ve orada daha tartışmalı bir terminoloji, en alt taleplerden oluşmuş bir yaklaşım sergiliyorsun. Düşman her açıdan seni rehin tutuyor. Düşünsel ve psikolojik mekanizmaların üzerinde görülmemiş boyutlarda bir baskı ve işkence uyguluyor. Bu koşullarda bir barış arayışını sürdürüyorsun. Bunları göz ardı etmemek gerekir. Bu uzlaşma arayışı içinde sayısız tehlikeyi barındırıyor. Ortaya çıkan veriler ve ipuçları, daha bilimsel ve eleştirel bir gözle değerlendirdiğimizde, "çizgi başkalaşımına mı, kendi çizgimizden kopuşa mı gidiyoruz" sorusunu da sordurtuyor. İpuçları bu eğilimi ciddi ciddi düşünmemizi ve şimdiden ciddi önlemler geliştirmemizi dayatıyor. Bunu can alıcı buluyorum. Partinin yüz yüze bulunduğu en önemli sorunlardan birinin bu olduğunu düşünüyorum.

Uzlaşma arayışı taktik mi, stratejik mi, ideolojik-programatik bağlantıları ve çelişkileri nedir? Bu soruları da yanıtlamamız gerekir. Belki denilecek ki, çok geleneksel ve dogmatik yaklaşımın bir ürünüdür bu sorular. Ben öyle düşünmüyorum. Daha geniş bakımlı, evet. Ama eninde sonunda gelip bir ideolojik-programatik çizgiye dayanmayacak mıyız? Öyleyse uzlaşma arayışının çizgisel dayanaklarının da sağlamca açıklanması ve kurması gerekir.

Ne yapılmalı?

1) Başkanın durumunun bu açıdan bilimsel ve politik bir yaklaşımla değerlendirmek ve bu olasılığa karşı hazırlıklı olmak ve partiyi, halka da hazırlıklı kılmak gerekir.

2) Şu andaki uzlaşma arayışı, bunun zemini, terminolojisi ve sonuçlarıyla içinde sayısız tehlikeyi barındırıyor. İçinde birçok belirsizliği, soru işaretini barındırıyor. İdeolojik-politik çizgide bir başkalaşımın eğiliminin ipuçlarını da veriyor. Başkanın mesajlarına, belirlediği politikalara bu olasılıkları göz önüne getirerek ihtiyatla yaklaşmak gerekir. Durum önümüzdeki süreçte daha da netleşir.

3) Başkanın şimdiye kadar yaptığı açıklamalar, partiye ilettiği talimatlar düşmanın mutlak kontrolü, bilgisi ve onayı dahilinde olmuştur. Bunun anlamı nedir? Beni en çok düşündüren ve hiç bir olumlu ve tatmin edici yanıtını bulamadığım soru budur. Düşmanın bir kıl parçasına dahi izin vermediği düşünülürse, Partiyi yönetmesine olanak sunması ve izin vermesi; bu mesaj ve talimatların partiye ulaştırmasının istenmesi düşündürücüdür. Tek bir açıklaması var: Düşman bu açıklama ve yaklaşımların parti tarafından benimsenmesini ve politik bir tutum haline getirilmesini istiyor. Eğer bu sonuç doğruysa, düşmanın partiyi bir ikilemle karşı karşıya bıraktığı ve bırakmak istediği açık. İkilem şu: İlki, Partiyi çok hakim olmadığı bir politikaya onay vermeye zorlamak; diğeri ise Başkanı yalnız bırakma ve kendi başına bir taktik çizgi yürütme. Bu Başkan ve Partinin resmi düzeyde farklı zeminlere düşmesidir. Bu, tehlikelidir. Ama hakim olmadıkları Başkanın uzlaşma arayışlarına tümden bağlanma da içinde ucu açık sayısız tehlikeyi içeren bir durma düşmek anlamına gelir. Burada Başkanın partiye gönderdiklerinin düşmanın bilgisi ve onayından geçtiğini unutmayalım. Bu nokta işin can alıcı noktasıdır. Partiye giden mesajlar düşmanın onayı ve bilgisi dışında değil. Düşman bunu istiyor. Engellemiyor. Salt İmralı’da değil, diğer aşamalarda da engelleyici bir çabası olmuyor. Neden? Bu noktada partiyi kim yönetecek, önderlik iradesini ve otoritesini kim temsil edecek sorusuna gelmiş bulunuyoruz. Bunun yanıtının basit olmadığını düşünüyorum. Şundan: Bir: Başkanın bilinen çabaları var. Bunlar içinde kontrol edilmesi güç tehlikeli olasılıkları barındırıyor. Dolayısıyla buna tümden evet demek, partiyi belirsizliklere sürükleme anlamına gelebilir. Öte yandan Başkanın bilinen girişimi, tümden reddedilirse, bu durumda Başkan düşman karşısında yalnızlaşacak. Bu da her açıdan tehlikelidir. Peki, bu ikilemin sağlam bir yanıtı yok mu? Gelişmeler biraz daha netleşene kadar bunun yanıtı var. Yanıtı şu:  Başkanın durumunu, ortaya çıkan gerçekleri, tehlikeleri ve tehlikeli olasılıkları bilmek, yaklaşımlarımızı bu değerlendirmelere oturtmak, her açıdan inisiyatifi ve yönetim gücünü elinde bulundurmak şart! Ama bununla birlikte mümkün olduğu ölçüde Başkanla paralel yürümeyi sonuna kadar zorlamak gerekiyor. Fakat bunun zorluklarını da biliyoruz. Bu biçimde kurulan denge, doğası gereği geçici ve görelidir. Bu açıdan Başkanlık Konseyi’nin aldığı karaları taktik açıdan doğru buluyorum. Eğer bu taktik yaklaşım, Başkanın durumunu ve olası tehlikelerin doğru değerlendirilmesine dayanıyorsa doğrudur ve iş görür. Yok, Başkanın özgür koşullarda bulunduğu dönemdeki gibi bir yaklaşıma dayanıyorsa bu yaklaşım ve değerlendirmenin ucu her türlü tehlikeye açık, her türlü olasılığa hazırlıksız bir yaklaşımdır. Politika duygusallıkla, gözü kapalılıkla, dogmalarla yapılamaz. Bilimsel, gerçekleri olduğu gibi kavrayan, objektif yaklaşımla politik yaklaşım üzerine kurulu politikalar sonuç alıcı olur. Bu gerçekliği sayısız kez hatırlamakta yarar var.

4) Savunma ile ilgili ortaya çıkan taslak birçok yönüyle (anlayabildiğim kadar) eksik görünüyor. Dava tarihi ve asrın davası. Düşman bir çizgiyi, bir programı, bir ideolojiyi ve bu temelde yürütülen bir savaşı mahkûm etmek istiyor. Dolayısıyla davanın özü çizginin ve savaşın haklılığı ve meşruiyetini tarih ve dünya karşısında savunmaktır. Daha doğrusu çözüm politikaları bu anılan eksen üzerine oturtulduğu ölçüde anlam kazanır. Yoksa çizgi ve savaşın haklılığına ve meşruiyetine oturmayan bir çözüm paketi ne anlama gelir? Belki de savunma böyle yapılacak, ama ulaşılan bilgilere bakılınca bu noktada belli boşlukların olduğu anlaşılıyor. Bu konuda kesin inisiyatif koymak gerekmiyor mu?

5) Arkadaşlar terminolojiyi pek önemasmiyorlar gibi. Oysa terminoloji teorilerin, ideolojilerin ve politikaların dili değil mi? Dışarıdayken Başkan kelimeleri bazen önemasmezdi. Hitap ettiği çevreyi rahatsız etmeyen bir dili yeğliyordu. Ama bugün tutsak ve her söylediği, her adımı, her mimiği çok kapsamlı ideolojik, siyasal ve psikolojik çözümlemenin konusu yapılıyor. Düşman nasıl yorumlayacak, tarihe nasıl geçecek, bizimkiler nasıl anlayacak, dışımızdakiler nasıl yorumlayacak? Ya sağ reformist eğilim ve unsurlar bu terminolojiyi kendilerini yatırma noktası yapmayacak mı? Bu anlamda terminoloji ile çizgi arasındaki doğrudan ilişkiyi göz ardı etmeden dikkatli olmak zorundayız.

6) BK da değerlendirmelerinde ve terminolojisinde dikkat etmelidir diye düşünüyorum. Örneğin 18 Nisan seçimleriyle ilgili yaptıkları değerlendirme, hiç bir yönüyle objektif değil. Özel savaş partileri ve çevrelerinin bile bu kadar "iyi niyetli"  değerlendirmeleri yok. Biz niye böyle bir değerlendirmeye gerek duyduk, anlamakta zorluk çekiyorum.

Yine aynı bildiride Türk-Kürt çatışmasından söz ediliyor. Verilen hava şu: "Eğer doğru yaklaşmazsanız Türk-Kürt savaşı çıkar." Peki, çıkaran kim, bu belirsiz; ama sanki biz çıkaracakmışız izlenimi veriliyor. Bu tehlikelidir. Yarın düşman yapar, bizim bu açıklamalarımızdan dolayı da bize fatura edilir. O nedenle kendimizi çok iyi anlatmamız gerekir. Türk-Kürt çatışması bir tehdit olarak da anlaşılıyor. Oysa bizim böyle bir yaklaşımımız yok, olamaz. Çizgimiz ortadadır. Eylem anlayışımızı da çok net ortaya koymalıyız. Bugüne kadar yani ’84’ten bu yana buna dikkat etmedik. Bu nedenle hak etmediğimiz yanlışlarla pratiğimiz epey lekelendi. Bu noktada dar ve günlük düşünüldü. Oysa amaç ile araç arasındaki ahlaki uygunluk her zeminde gözetilseydi, yanlışlara karşı net, kesin ve ödünsüz tavır alınsaydı bu kadar zorlanır mıydık?

Bu son süreçte Mavi Çarşı eylemi oldu. Osman (Osman Öcalan kastediliyor) arkadaş "bizim anlayışımıza uygun değil" diyor, bunun ardından "saygı duyuyorum" diyerek bu tür eylemlere dolaylı onay veriyor. Bunun faturasının ne kadar ağır olduğu açıktır. O nedenle Başkanlık Konseyi’ndeki arkadaşlar her sözcüğüne bile dikkat etmek durumundadırlar. Başkan özgürken belki rahat hareket ediyorduk ama şimdi böyle hareket etmek durumunda değiliz. Ben, zorunlu olmadıkça BK’deki arkadaşların bireysel konuşmaları yerine, bir sözcülük kurumu ile açıklamalarda bulunmalarının daha iyi olacağını düşünüyorum ve öneriyorum. Bu arkadaşların her açıklaması partiyi bağladığı için sözcülük kurumu veya kolektif imzanın kullanılmasının daha iyi olacağını düşünüyorum.

                                                                                             

                                                                        20 Mayıs 1999

                                                                             Yılmaz (M. Can YÜCE)

Mektup 3

Arkadaş, (Sabri OK’a)

Geçen hafta Osman arkadaşla ilgili görüş, değerlendirme ve önerilerimi göndermiştim. Orada birçok noktayı, soru ve kaygı biçiminde koymuştum. Ama bugün bu soru ve kaygılarımın yanıtının çok daha netleştiğini belirtebilirim. Sanırım Osman arkadaşın 113 sayfalık (kendi el yazısıyla) savunmasını okudunuz. Yine son görüşme notlarına da bakmışsınızdır galiba. Savunma her şeyi çok net bir biçimde ortaya koyuyor. Aslında daha önceki verilerle, savcılığa verilen ifade, 8 maddelik paket ve diğer ayrıntılar bir bütünlük oluşturuyor. Korktuğumuzun başımıza geldiğini düşünüyorum. Savunmayı çok iyi inceledim. Bir haftadır hemen hemen zamanımın tümünü ona veriyorum. Aslında her şey çok açık ve net. Bu savunma denilen metin, PKK’nin ideoloji, program ve bütün mücadele pratiğinin inkârı, reddi ve mahkûm edilişidir. Orada bize ait hiç bir şey yok. Tam tersine ret ve inkârla birlikte, PKK’ye yeni bir ideolojik-programatik, stratejik ve taktik çizgi platformu dayatılıyor. Açık ki bu bir teslimiyet ve tasfiye platformudur ve PKK’nin tümüne, bölünme, parçalanma yaratılmadan kabul ettirilmek isteniyor. Osman arkadaşın bugüne kadar dışarıya dönük gönderdiği mesaj, talimat ve duyurularının amacı da budur.  (Bu noktaya nasıl geldi, nedenleri vb. noktaları üzerinde şimdi durmuyorum.)

Osman arkadaşın durumu ve savunmayla ilgili daha geniş değerlendirmeyi sonra yapacağım. Şimdi çok kritik bir noktaya gelmiş bulunuyoruz. Tam bir kavşak noktası. Bu konuda BK’nin ve MK’nin alacağı tavır çok önemli. Öncelikle Osman arkadaşın durumunu çok net olarak değerlendirmek ve tanımlamak gerekir.

Ortada büyük bir oyun ve komplo var. Ve ne yazık, Osman arkadaş da buna alet ediliyor. Bu, durumu daha da vahimleştiriyor. Düşman bugüne dek yaratılan tüm değerleri Osman arkadaş eliyle tasfiye etmek istiyor. Öncelikle partiyi bütünüyle tasfiye sürecine, platformuna çekmek istiyor. Bunun kolay olmadığını biliyor. Bu olmazsa bölüp parçalamayı ve güçten düşürerek tasfiye etmek istiyor. Yaratılacak tam bir siyasal ve moral çöküşle birlikte bastırmayı ve dağıtmayı planlıyorlar. Pişmanlık yasasının esas nedeni budur ve bu kadar ısrarlı olmaları da boşuna değildir.

Bu tehlikeli oyunu bozmanın olanakları var. Şöyle özetlemek mümkün:

1) Osman arkadaşın durumunu hiç bir duygusallığa kapılmadan objektif olarak değerlendirmeli ve tanımlamalıyız. Şu anda objektif olarak parti zemininde olmadığı açıktır. Açık bir yönlendirme ve kontrol var. Avukatların aldığı notlarda şu nokta çok ilginç: "Şimdiye kadar bana ‘şu cümleyi kullan’ denmemiştir. Zorlama yok. Asli kurucu öğeye dikkat edin diyorlardı. Ama ’93 çizgisinin düzeyinden daha geri bir şey." Dikkat edilsin, savunmanın esas teması şu hiç bir tarihsel ve siyasal gerçekliği olmayan "kurucu öğe" hikâyesi üzerine kurulmuş. Ortaya çıkarılan 8 maddelik program da ’93 çizgisinin çok gerisinde ve tam anlamıyla yenilgi ve tasfiye belgesidir.

Sübjektif olarak devletle aralarında bir şey gelişti mi, gelişmedi mi bilmemiz güç. Ancak bunun çok önemli olmadığını düşünüyorum. Ortaya çıkan objektif olgu Osman arkadaşın artık bizim zeminde olmadığı, devletin istediği "kıvama" geldiği yönündedir. Şu anda partiyi kendi bu yeni platformuna çekmek istiyor. Hatırlanırsa H. Cemal bir yazısında mahkemeden önce "kıvama getirilmesi"nden söz etmişti.

Yine Avukatların aldığı notlarda "benim görüşüm artık resmi devlet görüşü haline geliyor" diyor. Doğru. Savunma denilen metne bakıldığında devletin resmi görüşünün çok net bir biçimde konulduğu görülebilir. Kısacası Osman arkadaşın durumu ve konumu çok net değerlendirilmeli ve tanımlanmalıdır.

2) Bunun elbette politik sonuçları ve etkileri olacaktır. Ancak bizim çok fazla tercih şansımız yok. Bir önceki raporumda "mümkün olduğunca paralel yürümemiz gerekir" demiş ve bunun geçici olabileceğini, zorluklarının olduğunu belirtmiştim. Yazdığı savunmayla birlikte bu şansımızın da ortadan kalktığını düşünüyorum. Gelinen nokta bir kavşak noktasıdır. Katı gerçeklik ya Osman arkadaşın "Demokratik Çözüm Platformu"na geleceğiz; ya da her şeyimiz olan PKK’de ısrar edip bunu hem herkese, başta da Osman arkadaşa dayatacağız. Bunun orta yolu yok. İdeolojik-programatik, stratejik ve taktik olarak iki karşıt platformu bağdaştırmak mümkün değildir. Partiyi ve yarattığı değerleri korumanın biricik yolu çizgide ve birlikte ısrardır.

3) BK ve MK bu temelde acil bir değerlendirme yapıp tüm partilileri çizgi devrimciliğinde ısrar ve kenetlenmeye çağırmalıdır ve yoğun bir iç seferberlik başlatılmalıdır. Bu süre içinde yaygın saldırı taktiği yerine daha önce ilan edilen "kontrollü savaş" taktiğine devam edilebilir.

4) Osman arkadaşa da kendisiyle ilgili değerlendirme iletilmeli, PKK’yi ve çizgisini savunma talimatı verilmelidir. Artık partiyi yönetme yetkisinin olmadığı da belirtilmelidir.

Bunlar belki Osman arkadaşı yalnızlaştırır. Düşman saldırılarına daha açık hale getirir, durumunu çok kritik ve tehlikeli bir noktaya getirir. Bunlar doğru. Ama öte yanda, 25 yıllık mücadele ve değerleriyle partimizin kaderi ve geleceği söz konusudur. Bunları yazmak çok inanılmaz geliyor ve sınırsız bir acı veriyor. Ancak objektif olmak ve çizgiye sımsıkı sarılmak zorundayız.

5) Osman arkadaşın durumunu medyada işlemek de moraller üzerinde bir çöküş yapabilecektir. Yeni bir "intihar eylemi dalgası" başlayabilir. Buna karşı da önlemler almak gerekiyor.

Davanın ertelenme olasılığı var. Bu bize de zaman kazandırabilir. O nedenle hemen harekete geçmek gerekir. Ben Avrupa ve BK’ne sözlü olarak savunmayı bir an önce okuyup değerlendirme yapmalarını ve taktik geliştirmeleri gerektiği yönde sözlü olarak görüş ve önerilerimi ilettim.

Sonuç, hiç bir PKK’linin Osman arkadaşın savunmada belirttiği platforma düşeceğini sanmıyorum. En net tavrı alacaklarından kuşku duymuyorum. Ama oyun büyük, bu oyunu bozmak yaşamsal sorunumuz ve bizim onur borcumuzdur. Yoksa yenilginin enkazı altında soluksuz kalacağımızdan kimsenin kuşkusu olmasın.

Elbette çok dikkatli, sorumlu, her türlü duygusallıktan ve tepkisellikten uzak, tam anlamıyla militanca tavırlar takınmak zorundayız. Bunu başaracağımıza inancım büyüktür.

                                                   Selam ve Saygılarımla

                                                          27 Mayıs 1999

                                                                 Yılmaz (M. Can YÜCE)

Not: Bu rapor gönderildi, ancak arkadaşların önerisi ile yarı yoldan döndürüldü. Raporda “Osman arkadaş” olarak geçen A. Öcalan’dır.

—————————%——————–


 

Mektup 4

Nedim’e (Sabri OK’a)

26 Haziran tarihli notunuzu, BK’nin talimatlarını, ayrıca İK talimatını aldık. Bu konularda çok şey yazılabilir. Başkanın durumu ve BK’nin bu sürece yaklaşımıyla ilgili görüş, değerlendirme, kaygı ve sorularımı, konuya ilişkin önerilerimi içeren geniş bir rapor gönderdim, bir nüshasını da size gönderdim. Bunları tekrarlamayacağım. BK kendi talimatlarında "önderlik yaklaşımının doğru ve derin kavranması gerektiğini" belirtiyor. Aynı istek sizin yazdıklarınızda da var. Bana göre ortada öyle anlaşılmayacak, kavranmayacak bir durum yok. Her şey son derece açık ve nettir. Ama nedense gizemli bir havaya büründürülüyor. Belki de bizim anlama gücümüz sınırlıdır; yapılanlar ve söylenenler çok derin olduğu için onu göremiyoruz. Bu mümkün. Buna göre benim bir önerim var. Mademki Başkan BK ve sizin tarafınızdan kavranmıştır, mahkeme sürecinde ortaya çıkan tutum ve savunma derinliğine kavranmıştır, o halde kavradıklarınızı bize de anlaşılır, sade ve bizim anlayabileceğimiz bir üslupla anlatın, biz de bu sıkıntı ve kaygılardan kurtulalım! İknaya kesinlikle açığız, sabit fikirlerimiz yoktur. Bu samimi bir istemdir. Tekrarlıyorum: "Derinleşin, anlayın, kavrayın" gibi genel sözler yerine; siz anladıklarınızı bize ayrıntılı bir biçimde yazın… Bu birinci nokta ve istemimdir. İkincisi şu: Başkanın durumunu ve tutumunu değerlendirirken esas aldığınız ölçüler, ilkeler nedir; hangi bakış açısıyla yaklaşıyorsunuz? Bunun ayrıntılı bir biçimde anlatılması gerekiyor ki bizim de olayı doğru ve derinlikli değerlendirme ve anlama olanağımız olabilsin. Yanıt olarak “PKK çizgisine, bakış açısına göre, onun temel ölçülerine, ilkelerine, amaçlarına göre bir yaklaşım gösteriyor ve değerlendiriyoruz. Zaten bizim bütün yaptığımız budur" denilebilir. Ama PKK çizgisine göre Başkanın durumu değerlendirildiğinde "savunma" çizgisinde bize ait hiç bir şeyin olmadığını gördük.

Bir de yazdıklarınızda hazırlıklardan söz ediyorsunuz. Bence sorun bu değil artık. Önemlidir, ama sorun bu değil. Gelinen noktada devletin nasıl yaklaşacağı da pek önemli değil. Yani devlet bu girişim ve çizgiye olumlu yaklaşırsa şöyle yaparız gibi bir yaklaşım tartıştığımız sorun bakımından ikinci planda kalıyor. Sorun şudur: Başkan PKK çizgisi ve programının yanlış ve hayali olduğunu söylüyor. Bunun yerine "Demokratik Birlik Bildirgesi"nin "yeni" çizgi ve program haline getirilmesini söylüyor. Israrla. Mahkemede verdiği ifadelerde, "devlet yetkililerine" yazdığı dilekçelerde PKK’nin amacını yitirdiğini, iç ve dış güçler tarafından kullanılmaya açık hale geldiğini, buna dur demenin, doğru alana yöneltilmesi gerektirdiğini belirtiyor. Yazılanları ve söylenenleri objektif ve evrensel ölçülere göre alırsak, durum bütün netliğiyle ortaya çıkar. Devlet adım atsın veya atmasın, bizim önümüze konulan çizgi ve program devletin yaklaşımından bağımsız olarak tartışılmayacak mı, kabul veya ret doğrultusunda bir karara varılmayacak mı? Peki, bu "yeni" platformda PKK’nin "demokrat" olması istenmiyor mu, "silahlı mücadelenin", devrimci savaşın terk edilmesi gerektiği, hatta sözlü, kimi yazılı metinlerde bunun anlamsızlığını belirtmiyor mu? O zaman Demokratik Birlik Bildirgesi’ni doğru olarak kabul edenler, savaşı hangi ideolojik çizgi ve programatik zemin üzerinde yürütecekler? Sorun, hazırlıklarından çok, ideolojik-politik yol ve zemindir! Başkanın geliştirdiği "yeni" yaklaşımlarla PKK çizgisinden geriye bir eser kalıyor mu?

Bizim gerçekten bir program ve ideolojiye ihtiyacımız olabilir! Ama daha önce 6. Kongre yapılmadı mı? Başkanın Kongreye sunduğu 600 sayfayı bulan politik raporu var. Onu okudum. Orada buna neden değinmiyor da, tam da dört bir yandan kuşatıldığımız ve tasfiye edilmeye çalışıldığımız bir dönemde bir ideoloji ve program sorunu ortaya konuluyor? Yeri mi, zamanı mı? Sonuçları kestirilmiyor mu? Neden? Daha sayısız soru var. Başkana göre PKK amacını yitirmiştir. Devlet "çözüm"e gelmedi. PKK ne yapacak? Savaşacağız denilecek. Benim sorum şu ve yaşamsaldır: Hangi çizgi ve zemin üzerinde? 25 yıllık PKK çizgisi üzerinde mi, "Demokratik Birlik Bildirgesi" üzerinde mi? İkisi birbirine taban tabana zıt, karşılaştırılması ve uzlaştırılması olanaksız iki karşıt çizgidir. Bir daha tekrarlıyorum: Sorun ne hazırlıklı olma, ne savaş kararlılığı ya da kararsızlığı, ne hayalci olma veya olmama sorunudur. Sorun ideolojik ve programatik çizgidir. Ortada birbirine karşıt iki çizgi var. Bir an önce bu ikileme son vermek şart. Yoksa dünyaların gücü arkanda olur, ama yolun kalmamışsa bunun bir anlamı yok. Ya devrimci PKK, ya "demokrat PKK"? Bunun dışında başka bir seçenek yok. Diyeceksiniz ki biz bu ikisini birleştiririz. Bu, mümkün mü? En önemlisi kim adına? Başkan zaten net koyuyor: "PKK çizgisi yanlıştı, hayaliydi; şu anda amacını yitirmiştir" diyor. Bu noktada İK talimatının hakkında bir iki sorum var. İK talimatında, savunmayı "PKK gerçeğinin güne, güncele uygulanması" olarak değerlendiriliyor. Bizim yönümüzü de tayin ettiğini belirtiyor. Bu değerlendirme çok yanlış ve arkadaş yapımızı yanlış yönlendiriyor. Başkan başka diyor, ama siz başka şey yazmışsınız. Kendi kişisel görüşlerinizi bir talimatla dile getirmenizin anlamı yoktur. Aynı yaklaşımı BK de gösteriyor. Sorun çizgi ve programla ilgili olduğu için bana göre çizgi dışı bir yaklaşımdır. Savunma nasıl oluyor da PKK gerçekliğinin güncele uygulanmasıdır? Savunma ile PKK çizgisi arasında bağdaşan tek bir yön gösterebilir misiniz? Devrimci PKK ile "demokrat PKK" birbiriyle bağdaşır mı? Sömürge Kürdistan ile "Türk ulusal bütünlüğünün dili ve kültürü farklı bir unsuru olan" Kürtleri bağdaştırmak mümkün mü? ABD’nin bölgede "demokratik bir rol oynadığı" yaklaşımı ile YDD barbarizmini bağdaştırmak mümkün mü? Sorular sayısız düzeyde çoğaltılabilir. Gerçekler bu kadar çıplak ve net iken neden bir talimatta yanlış değerlendirmeler yapılıyor, arkadaşlar yanlış yönlendiriliyor? En azından tartışmalı olan bir konuda daha ihtiyatlı bir dil kullanılmalıydı. Bir de bu talimat konusunda görüşlerime başvurulmalıydı. Bu kadar önemli bir konuda bu basit kuralın gözetilmemesini, duyarlı davranılmamasını doğru bulmadığımı ve yadırgadığımı belirtmeliyim. Diğer konularda bir şey demiyorum. Ama temel ideolojik-politik bir konuda görüşümün alınmaması, bu konunun hiç tartışılmaması kesinlikle doğru değildir.

Diğer konularda kısaca belirteceklerim şunlar:

BK’nin Sadrettin için yazdıkları çelişkilidir. Hem bunların neredeyse ayrı bir örgüt kurduklarını söyleyeceğiz, hem de savaşçı göndermeye devam etmelerini söyleyeceğiz. Bu çok apolitik bir durum. Siz de aynı tutumu doğru bulmuşsunuz. Savaşçı göndermeye devam etmelerini istemek, dışarıyla ilişkilerinin devamı demek, bunun da ne kadar tehlikeli olduğu biliniyor. Aslında dış ilişkilerde kontrol edilen bir sektör haline gelmişler. Tam bir çeteleşme düzeyine gelmişler. Bu nedenle Bayrampaşa’nın dışarıyla hiç bir ilişkisi olmamalı. Savaşçı gönderme işini de Ümraniye yapar, diğerleri yapar.

Başkanın tecridi ile ilgini şu aşamada yapılabilecek bir şey olduğunu sanmıyorum. Başkanın genel yaklaşımı, bu konudaki takındığı tutum, bütün girişimleri boşa çıkarabilir, anlamsızlaştırabilir. Zaten mahkemedeki ilk konuşması bu tür çabaları anlamsızlaştırdı. Bu nedenle, bu amaçla bu aşamada bir şeylerin yapılması taraftarı değilim.

Daha önce yeniden düzenleme ile ilgili görüş ve önerilerimi göndermiştim. Bu konuda bir şey çıkmadı. O sorunu da netleştirmekte yarar var.

Şimdilik belirteceklerim bunlar. Devrimci selam ve saygılar…

                                                                                        

                                                            10 Temmuz 1999

                                                                     Yılmaz (M. Can YÜCE)

—————–%——————–


 

Mektup 5

 

Arkadaş, (Sabri OK’a)

Gerçekten gelişmeler çok hızlı, akıl almaz bir hız. Bir kaç gün önce size yazdıklarımın artık eskidiğini, yetersiz kaldığını düşünüyorum. Uluslararası komplo son hızla, planlandığı gibi hızla sona doğru yol alıyor. Şu anda komplonun final sahnesini hazırlıyorlar, yılın sonuna gelmeden, yani 21. yüzyıla girmeden bizim işimizi tümden bitirmek, gündemden çıkarmak istiyorlar. Yeni bir yüzyıla, yeni bir bin yıla bizim tasfiyemiz üzerinden giriş yapmak istiyorlar. Olası gelişmelerin tahlilinden ve öngörüsünden yola çıkarak bunları söylemiyorum. Hayır, somut, net, hiç bir tartışmaya yer vermeyecek kadar maddi bir tasfiye planından, onun final sahnesinden söz ediyorum. Gelinen noktada önümüzde iki net yol var. Bir: Bu tasfiye, ölüm ve onursuzca bitiş planına onay vermek, kendi kendimizin, tarihimizin, varlığımızın ve geleceğimizin ipini çekmek! İki: Bu, bizim elimizle gerçekleştirilmek istenen ve dünya tarihinde bir benzeri olmayan topyekûn tasfiye ve ölüm planını bütün olarak ve gücümüzü, bütün yeteneklerimizi ayaklandırarak boşa çıkarmak; bunun için de tasfiye sürecinin hızını aşan bir tempoyla harekete geçmek.

Başkanın 7.7.1999 tarihli BK’ye yazdığı talimatını sanırım okumuşsunuzdur. Yine son dönem avukatlarla yapılan görüşme tutanaklarını da incelemişsinizdir.

Çok anlatmaya çalıştık, kaygılarımızı, sorularımızı, korkularımızı, kuşkularımızı dile getirmeye çalıştık. Gücümüz doğrultusunda tehlikelinin yaşamsallığını anlatmaya çalıştık. Ama etkili olamadık. Fakat bu son talimat, kaygılarımızın ne kadar yerinde olduğunu gösterdi, doğruladı. Bugün eğer etkili bir tavır alınmazsa parti olarak bir kaç aylık ömrümüzün kaldığını büyük bir acıyla belirtiyorum.

7.7.1999 tarihli talimatta bütün temel çizgileri ve ana öğeleri çizilen PKK’yi topyekûn tasfiye planına, komplonun final sahnesine birden bire gelmedik. Bunun ipuçları daha ilk günlerde ortaya çıkmıştı. Ama bu görülmedi, görüldüyse de etkili bir tavır geliştirilmedi. Mahkeme sürecinde savunmalarda bu tasfiye planının ideolojik-politik bütün çizgileri bütün açıklığıyla vardı. Ama bu görülmedi, dahası “Demokratik Cumhuriyet”, “barış”, “özgürlük”, “kardeşlik” sözcükleri ile gizletilen ve meşrulaştırılmaya çalışılan bu tasfiye planı hakkında halkımız ve partimizin bilinci çarpıtıldı, belleği silinmeye çalışıldı; yaratılan sanal dünyada bütün temellerimiz ortadan kaldırılmaya çalışıldı. Ve şimdi bütün bu bilinç ve ruhsal operasyonunun gerekli sonucu yarattığını, yapının ve halkın istenilen kıvama geldiğini düşünmüş olmalılar ki tasfiyenin final sahnesini yürürlüğe koymuş bulunuyorlar. Ortada korkunç bir plan var. Bununla dünyada eşi benzeri bulunmayan bir tasfiye planı adım adım gerçekleştiriliyor. Biz bunu anlayacak ve buna karşı tavır geliştirecek yerde bu planın köprüsü, zemini ve aktörleri haline gelmiş bulunuyoruz. Peki, anlamak zor mu? Plan çok basit ve net! “Barış” sözcüğü ile bize yedirilen zehrin tadı ilk günden ortaya çıkmıştı. Ama BK inisiyatifi kaptırdı. Hep sorduk: Partiyi kim yönetiyor? Yine soruyoruz: Partiyi kim yönetiyor? Soruyu daha net ortaya koyuyorum: Partiyi Genelkurmay mı, biz mi yönetiyoruz? Bunun mekanizmaları nelerdir? Başkandan gelen tüm sözleri, istemleri, mesaj ve talimatları, savunma ve mahkeme sürecini ve en son 7 Temmuz ’99 tarihli talimatını bir sistematik içinde incelediğimizde partiyi kimin yönettiği ve bizi nereye götürmek istediği gayet iyi anlaşılır: Partiyi parti yönetmiyor!

Devletin başından itibaren dayattığı mutlak teslimiyet ve tasfiyedir. Bu planın ardında ABD ve diğer uluslararası güçler var. Ama biz komployu bütün boyutlarıyla deşifre edip halkımızı, partimizi, kendimizi aydınlatmadık, buna göre kendimizi donatıp konumlandırmadık. Neden? Şu soru da yaşamsaldır. 15 Şubattan bu yana, 1 aylık eylemler sürecini dışta tutarsak, komployu boşa çıkarıcı bir planımız oldu mu, yoksa komplocuların işini kolaylaştıran, ona zemin ve köprü olan bir tutum içinde mi olduk? Elbette bunlar tartışılır, hesaplar şunlar. Hiç kimse on binlerce şehidin manevi yargı gücünden kurtulamaz!

Ama bugün yapılması gerekenler var. Çok acil olarak tavır alma, topyekûn ve mutlak tasfiye planın son aşamasını, final sahnesini boşa çıkarma zorunluluğu var.

7.7.’99 tarihli talimatı çok açık olmasına rağmen bunu çok iyi kavramanın yaşamsal olduğunu düşünüyorum. Planın ana çizgileri çok nettir:

1- 1 Eylül 1999 tarihinde silahlı mücadeleye son verdiğimiz açıklanacak.

2- Bu açıklama ile birlikte Kuzey’deki bütün gerilla birlikleri Güney Kürdistan’a, sınırın ötesine çekilecek.

3- Bu geri çekilme işlemi olağanüstü Barış Kongresini toplama bağlamında olduğu açıklanacak. Güney’de yoğunlaşan güçlerimiz sadece meşru savunma çizgisinde kalacak.

4-Barış Kongresi toplanacak ve yeni bir çizgi ve program benimsenecek.

5- Bu süreçte devletteki gelişmelere bakılacak. Adres olarak Mahmura Kampı gösterilecek. Bunun dışında orada beklemenin bir amacı olmayacak.

Fazla ayrıntıya girmiyorum. Emin Çölaşan bir yazısında, "Mademki Apo dağdakileri indireceğini söylüyor. Bunu gerçekleştirme olasılığı milyonda bir olsa da deneyelim. ‘Al sana fırsat’ diyelim. Eğer dağdakileri indirmezse idam kararı 5 dakikalık bir iştir." anlamına gelen şeyler yazmıştı. Başkanın avukatlar aracılığı ile söylediği şu: "Çölaşan niye milyonda bir diyor. Ben yüzde 99 başarırım."

Silahlı mücadeleye kesin bir biçimde son verdiğimizi, bunu kanıtlamak için güçlerimizi Güney’e çektiğimizi ve orada devletin tavrını beklediğimizi düşünelim: Bunların anlamı nedir, sonuçları ne olacaktır? İnsan düşünmek bile istemiyor. Amaçsız, dört bir yandan kuşatılmış, TC, ABD ve BM’nin insafına kalmış bir gerilla gücünü düşünün, parti ve halkta yaşanacak büyük çöküntü ve çözülüşü düşünün.­’ Hangi yürek buna dayanır? Bu çözülüş ve çöküş, tarihi bir çözülüş olacak, etkileri reel sosyalizmin çözülüşünden daha sınırlı olmayacaktır.

"Barış Kongresi" ise bizim cenaze törenimizden başka bir anlama gelmeyecek.

Gerçekten değerlendirme yapmakta, bu planın sonuçlarını yazmakta sözcük bulamıyorum.  Yüreğim kaldırmıyor, vicdanım isyanlarda. Peki, ondan sonra biz yaşayabilir miyiz? Şehitlerimizin adını nasıl ağzımıza alabiliriz?

Diyarbakır’da ideolojik teslimiyeti yaşamadık. Amaçlarımızı yitirmedik. Ama o teslimiyet ortamını yaşadık. Onun ruhsal işkencesini çok derinden yaşadık. Düşmanın işkencesi değil, o teslimiyet döneminin amaçlarımıza ters düşmenin vicdani ve ruhsal işkencesi dehşetti, anlatılamaz.  Bunu yaşayanlar bilir.

Bu tasfiye planıyla ortaya çıkacak tablo akıl almaz boyutlarda olacak. Ruhsal ve kişilik parçalanması, toplumdaki çöküş tasavvur edilemez boyutlarda olacak.

Evet, bunları sizin de en az benim kadar bildiğinize ve derinden yaşadığınıza inanıyorum. Gelinen noktada bu planı bozma kararı salt BK’ye bırakılamaz. Arkadaşlara güç vermeliyiz. Bu bir güven-güvensizlik sorunu değil. Böyle bir kararı tüm halkımız, tüm partimiz vermeli. Bu herkesin hakkı ve görevidir.

Acilen yapılması gerekenleri bir paket biçiminde öneriyorum.

1- Silahlı mücadeleye son verme, gerillayı Güney’e çekme, Kuzey’i boşaltma planını tüm netliğiyle reddetmek.

2- Bu konuyu bütün partiye açmak ve partiyi uluslararası komplonun tüm boyutları hakkında bilgilendirmek, eğitmek, donanımlı kılmak.

3- Mahkeme süreciyle birlikte sunulan savunma çizgisinin parti dışılığını ve karşıtlığını uygun yöntemlerle partiye ve halka anlatmak, bu konuda günlerdir yürütülen savunma lehindeki yayınlara son vermek.

4-  Partinin İmralı’dan yönetilmesine son vermek… Bunu uygun bir üslupla iletmek.

5- Barış anlayışımızı devrim çizgisi doğrultusunda netleştirmek.

6- Bu karmaşık süreç netleşene kadar kontrollü savaş taktiğini sürdürmek; topyekûn saldırı yerine aşamalı olarak savaşı tırmandırma çizgisini sürdürmek.

7- Başkanın durumunu kesin bir değerlendirmeye tabi tutmak ve kesin bir karara ulaşmak için genişletilmiş bir MK toplantısını gerçekleştirmek…

Önerilerimin özü ve doğrultusu yeniden 6. Kongre çizgisine dönmek, bu temelde komplo ve tasfiye planını boşa çıkarmaktır. Özellikle savunma çizgisini destekleyen açıklama ve yayınlara son vermeyi, halkı ve partiyi doğrular temelinde aydınlatmayı zorunlu görüyorum.

Bütün gücümüzle bu tasfiye planına karşı duralım. Bizim İK olarak eğer tarihi sorumluluğumuzla hareket edersek bu süreci tersine çevirmede etkili olabileceğimize inanıyorum. Bu gücümüz ve etkimiz var. Sonuna kadar parti meşruiyeti temelinde kullanalım. Bu tarihsel kavşakta hiç bir bireysel kaygı ve beklentinin yeri ve anlamı olmaz. Kısacası sizden istediğim, bu plana karşı BK nezdinde ağırlığımızı koyalım, tavrımızı net vurgulayalım. Bunun çok şey kurtarabileceğine inanıyorum.

Ayrıca zindanların durumu iyi değil. Çoğu savunma çizgisine yatmış gibidir. Bunda bizim payımız çok önemlidir. Bu nedenle bir önceki İK talimatını geri çekmek, 7 Temmuz tasfiye planını açıklayan ve arkadaş yapısını çizgiye çeken yeni bir talimatı kaleme almaktır. Bu zorunluluktur. Çok hızlı davranmak gerekiyor. Tarihi rolümüzü oynamak zorundayız.

Hatta bu plandan önce daha başka acil tasfiye adımları gelirse hiç şaşmamak gerekir. O nedenle hemen harekete geçme zamanıdır.

BK’ye de yazacağım. Sizin de yanıtınızı acilen bekliyorum… İlişki kanallarımızı daha bir çoğaltmalı ve hızlandırmalıyız. Devrimci selamlar ve saygılar

                                                             12 Temmuz 1999

                                                                   Yılmaz (M. Can YÜCE)

 

———————–%————————


 

Mektup 6

Arkadaşlar, (Sabri OK’a)

BK’ye yazdığım rapora yönelik yazdığınız yazınızı aldım. Üzerinde durmaya, anlamaya çalıştım. Bu konuda çok şey söylenebilir. Ancak ondan sonraki gelişmeler daha önemli. Daha sonra size iki yazı daha gönderdim. Biri Başkanın 7.7.’99 tarihli talimatına ilişkindi. Size gönderdiğim bu raporuma bir-iki ek yaparak BK’ye gönderdim. Avrupa üzerinden. Bir fırsat doğdu, bu notumu kısa tutmak durumundayım. Çünkü yetiştirmem gerekiyor. Düşüncelerimi kısa ve maddeler biçiminde yazmak istiyorum.

1- Başkanın 7.7.’99 tarihli talimatı, deyim yerindeyse yüreğimizi ağzımıza getirdi. Silahlı mücadeleyi sona erdirdiğimizin açıklanması, gerillanın Güney’e çektirilmesi ve Barış Kongresi ile yeni bir çizginin benimsenmesi ve bu süreçte devletteki gelişmelerin beklenmesi öğelerini içeren plan, hangi açıdan bakılırsa bakılsın korkunçtur. Bunun yılın sonuna kadar tamamlanması isteniyordu. Bu talimatın bende yarattığı ruh hali bir kaç aylık ömrü kaldığını öğrenen bir hastanın ruh halinden daha beter bir ruh haliydi. Daha önce de kaygılarım, sorularım, korkularım ve endişelerim vardı; ama bu talimat bütün bunları en üst boyuta çıkardı. Ne var ki, BK’nin bu talimata verdiği yanıtı dün Avrupa üzerinden öğrendim. Bu yanıt, derin bir rahatlatma yarattı; ölümü bekleyen birinin yeniden tümden yaşama dönmesi gibi bir duygu yarattı. Tabii bu kaygılarımızın süreçten kaynaklanan büyük tehlikelerinin ve bunlardan kaynaklanan büyük korkuların bittiği anlamına gelmiyor. Ama BK’nin bu kararını çok önemli buluyorum. (Bu konudaki duygu ve düşüncelerimi Avrupa üzerinden ilettim.) Sanırım size de ulaşmıştır. Ama yine de kısaca özetleyeyim: "Başkanın barış girişimini desteklemeyi sürdürüyoruz. Bazı adımları atmamız ancak karşılıklı yaklaşımlarla, karşı tarafın atacağı adımlarla mümkündür. 7.7.’99 tarihli talimatta belirlenen plan konusunda bizim kendi başımıza karar vermemiz mümkün değil. Ancak tüm örgüt güçlerimizin kararıyla olabilir. Bu da zaman alır." Birebir bu sözcüklerle olmayabilir ama anlamı bu.

Bu karar önemlidir. Şu nedenlerle: Bir; anılan planın kabul görmeyeceği anlatılmaya çalışılmıştır. İki; bu yapılırken Başkan yalnız bırakılmamış, destek ve desteğin çerçevesi vurgulanmıştır. Üç; en önemlisi BK inisiyatifi yeniden eline almaya başlamıştır. Bunun bundan sonraki süreçte yaşamsal önemde olacağını düşünüyorum.

2- Bence bizim birbirimizin kaygılarını, endişelerini anlamaya çalışmamız önemli. Benim çırpınışım her şeyimiz olan partimizin ve devrimimizin üzerindeki planların hızla sonuca doğru gitmesi, ama buna karşılık BK yaklaşımlarının bunu tersine çevirebilecek yeterlilikte görülmemesidir. Bu, kaygılarla derinleşmiş sorularımı, ulaştığım sonuçları yazdım. Belki de kimi tanımlamalar amacını aşan nitelikte olmuştur, belki de kimi noktaları iyi ifade etmemiş olabiliriz, ama çıkış noktam, kaygılarım ve anlatmak istediklerim açıktır. Bu öz yakalandıktan sonra her sorunu anlamaya dönük, güç alıp vermeye dönük tartışmalar yürütebiliriz. BK’ye de yazdım. Milyon kez doğrulanmayı değil, yanılmayı isterim, değerlendirmelerimin, kaygılarımın yersiz çıkmasını isterim. Bizim için tek belirleyici şey partimiz ve mücadele değerlerimizin varlığı ve geleceğidir. Bu kaygı dışında hangi birimizin bir kaygısı olabilir ki? PKK bizim her şeyimizdir, bunun dışında bir soluk alış verişimiz olabilir mi? Bütün çabam, çırpınışım, kimi "sert" tanımlamalarımın tek nedeni budur.  Kaygılarımda korkularımda haksız mıyım? Hayır, bütün veriler, sürecin bütün ayrıntıları, kaygılarımı yoğunlaştırıyor. En son 7.7. ’99 talimatı ise bu kaygı ve korkuyu yukarda sözünü ettiğim düzeye çıkardı.

3- Savunmalar ortaya çıkmadan, mahkeme açılmadan önce, ortaya çıkan veriler ve bize ulaşan bilgilerden yola çıkarak, size endişelerimi ve kaygılarımı içeren uzun bir mektup yazdım. Siz de genel olarak katıldığınızı belirtmiştiniz. Orada "bir çizgi başkalaşımına mı gidiyoruz" sorusunu sormuştum. Yine BK’nin 6 Mayıs bildirisinde ortaya koyduğu taktik yaklaşımı doğru bulduğumu ve desteklediğimi, ama bunun sürecin mutlaka doğru değerlendirmesine oturması gerektiğini vurgulamıştım. Sürecin doğru değerlendirilmesi konusunda bilgi yetersizliği kadar, bazı değerlendirme yazılarında yanılgıların ipuçları da vardı. Yine Savunmanın nasıl olması gerektiği konusunda görüşlerimi çok özet iletmiştim. Daha önce avukatlara da söylemiştim. Bunları şunun için yazıyorum. Son yazınızda sanki getirdiğim eleştirel görüşleri yeni belirtiyorum gibi bir noktadan hareket ediyorsunuz. Oysa başından beri kaygılarımı, düşüncelerimi en geniş biçimde ve olabildiğince açık yazmaya çalıştım.

4- Sizi anlamaya çalışıyorum, konuyla ilgili kaygılarınızı da kestirebiliyorum. Ama savunmayla ilgili yaptığınız değerlendirmeye katılmıyorum. PKK çizgisi ile savunma çizgisini hiç bir biçimiyle bağdaştırmak mümkün değil. Bunu Başkan çok açık söylüyor: "PKK çizgisi ve programı ’70’li yılların dogmatik söyleminin, soğuk savaş yıllarının ürünüdür, yanlıştır, hayalidir. Bunu ’90’ların başında değiştirmeliydik" diyor. Şimdi siz ikisini birleştirmeye çalışıyorsunuz. Bu mümkün değil. Sorun kitabi olup olmama değil. Başkan bu savunmasını bizim önümüze bir tartışma platformu olarak koyuyor ve toplanacak Barış Kongresinde yeni çizgi haline getirilmesini istiyor. Dolayısıyla yeni bir kongre tarafından kararlaştırılana kadar savunma platformu bizim için hukuki bağlayıcı bir çizgi ve program değil, bir tartışma platformudur. Başkanın dediği de bu, tüzük hükümlerinin gereği de bu. Ama böyle yaklaşılmadı. İki farklı platformu birleştirilmeye, harmanlanmaya ve teorisi yapılmaya çalışıldı. Bu yanlıştı, bilinçleri bulandırmaktan başka bir işe yaramayacaktı. Demokratik Cumhuriyet, Demokratik Birlik, barış ve kardeşlik sözlerine bir itirazım yok. Ama bunların ideolojik-politik özü önemli. Çizgimize göre bunların yeri var; ama savunmadaki anlamı çok farklıdır. Kısacası yapılması gereken şu (BK’ye yazdığım raporda da belirttim): "Başkanımızın barış girişimlerinin, çabalarının arkasındayız… Savunma ise yeni bir program ve çizgi öneriyor. Bunu anlamaya çalışıyoruz, bu konuda yetkili olan Kongremizdir." (Savunmanın tartışılmasına girilmeyebilirdi, ama sorulan sorulara da böyle yanıt verilirdi.) Bence burada Başkanı yalnız bırakmama telaşı, yaklaşım saptanırken aceleci davranmaya götürdü.

Program, ideolojik çizgi talimatla empoze edilemez. Tartışma sürecinden sonra Kongre ile resmiyet kazanır. Dolayısıyla gündelik talimatlarda bu noktaya dikkat etmek gerekirdi. Buna dikkat edilmedi.

Elbette yaratılan meşruiyet karmaşası haklı olarak bu soruyu sordurtur: Hangisini esas alacağız, 25 yıllık çizgiyi mi, savunma çizgisini mi?

Siz niye savunma hakkında öyle düşünüyorsunuz demiyorum. Doğru da olabilirsiniz. Ama tartışmalı bir durumun, Kongrece kararlaştırılmamış, bir çizgi ve programı birbirimize talimatla "uy" diyemeyiz ki. Talimat politika, taktik, eylem vb. noktaları içerir ve itirazlar olsa da uyulur. Bunlar biliniyor.

5- Raporlarımın amacı polemik yaratmak değildir.  Yeni bir tartışma süreci açmak değildir. Tersine ben bizim yeni bir çizgiye ihtiyacımızın olmadığına, doğrulanan ve yaratıcı bir tarzda uygulandığında bizi zafere götürecek bir çizgimizin olduğuna inanıyorum. O nedenle 1900’lü yılların tartışmasını başlatma istemi raporlarımın hiç bir satırında yok. Kitabi eleştirinize de bir şey demiyorum. Bütün eleştirilere de katılsam, katılmasam sonuç almaya, ders çıkarmaya çalışıyorum. Ama benim temelli sorularım var, kaygılarım var, anlamakta güçlük çektiğimi vurguladığım noktalar var. Yanıtlarınızı bu noktalarda yoğunlaştırmalıydınız. Daha güç verici olurdu. Ama onu yapacak yerde, ayrıntılara takılmışsınız, bana yaptığınız eleştiriyi kendiniz tekrarlamışsınız. Teorik-("kitabi") tartışma derdinde değilim. Örneğin Demokratik Cumhuriyet kavramının üzerinde bile durmadım. Süreci bütünüyle, anlayabildiğim kadarıyla, ana öğeleriyle ve olası yönlerini ortaya koymaya çalıştım. Mademki birbirimizi ikna etmekle sorumluyuz, her şeyden önce yoldaşlığın bir gereğidir bu, o zaman temel konularda durulmalıydı.

6- Başkanın tutumunu ve savunmasını hiç bir zaman basit nedenlerle karşılamadım. Dahası o yönü üzerinde hiç durmadım bile. Somut veriler ve ortaya çıkan sonuçlar üzerinde durdum. Size yazdığım ilk yazıda Başkanın en zor koşullarda bazı şeyleri kurtarmak için uzlaşma girişiminde olduğunu yazmıştım. Ama bunun neyi kurtaracağı konusunda benim kaygılarımın olduğunu belirtmiştim. Şimdi de en zor koşullarda "ne kurtarabiliriz" kaygısının esas olduğunu düşünüyorum. Amaç ve niyet, düşünce ve çabalarıma rağmen, bu yaklaşımın, hele 7.7. ’99 tarihli talimatla Başkanın yaşamını bile kurtaramayacağımız açık değil mi?  Dolayısıyla bu konuda kimi hatırlatmalarda bulunmanızı anlamakta güçlük çektiğimi belirtmeliyim.

7- Yazınızda beni üzen şu nokta oldu: Eleştirilerinize bir şey demiyorum… Hatta daha ağır ve somut eleştiriler de yapılabilir. Bunları anlamaya ve sonuç çıkarmaya çalışırım. Ama yazınıza sinen hava, vurgulanan kimi sözcükler, "kendini esas sorumlu ve koruyan", bizi de daha farklı konumda görme izlenimi veriyor. Böyle düşünmediğinize inanıyorum. Ama objektif olarak böyle bir izlenim çıkıyor. Bunu da belirtmiş olayım.

8- MK üyelerine raporumun okutulmasını istememi "eğilim örgütleme" olarak değerlendirmişsiniz. Bana göre yanlış ve zorlama bir şeyler çağrıştırıyor.  Meşru bir zeminde ve meşru bir hakkın işletilmesidir. Ben BK’yi eleştiriyor ve MK’nin müdahalesini istiyorum. Raporumun özü bu. Doğru veya yanlış. Yaklaşımım bu. MK yılda bir olağan toplanıyor. Tüzüğe göre olağanüstü toplanabilmesi için ya Genel Başkanlığın istemi gerekir; ya da MK üye tam sayısının üçte ikisi (95 tüzüğüne göre bu oran üçte birdi; 6. Kongrede bu oran üçte ikiye çıkarıldı. İlk fırsatta size Kongrede yapılan değişiklikleri, tüzük ve programı göndeririz.) Peki, bu üçte iki sayıya ulaşmak için yapılacak bir yol var mı? Diyeceksiniz ki yine "kitabi"? Kural bu, biz de onu işletmenizi istiyoruz. Bunun yadırganacak bir yanı yok, hele başka bir anlam çıkarmaya hiç gerek yok. O zaman birbirimizi anlamakta zorlanırız.

9- Günlükteki yazılarda dikkat etmeye çalıştım. Daha da duyarlı olurum. BK’nin politikası -son tutumu daha net ve sevindirici- elbette hepimiz için bağlayıcıdır. O temelde hareket ederiz. Eleştirilerimiz olsa da, bunu da kendi zeminlerinde dile getiriyoruz. Şu iki noktayı birbirinden ayırmamız gerekir. Çizgi ve program sorunları talimatlarla belirlenemez; politikalar talimat konusudur. Savunma çizgisi,  bizim açımızdan bir tartışma platformudur. Hangimiz nasıl algılarsak algılayalım işin özü ve kuralı budur. Bu noktada talimatlarda, yazılacak değerlendirme yazılarında bu ayrıma dikkat etmek, en önemlisi bilinçleri bulanıklaştırıcı çabalardan uzak durmak gerekir.

Evet, barış politikasını destekleyelim. Ama bunun dayandığı resmi çizgi programdaki çizgidir. Basın ve yayın organlarına da bu temelde çeki düzen vermekte yarar vardır.

Sonuç olarak umarım ve diliyorum ki, birbirimizi anlamak için daha çok çaba gösteririz. Örneğin, "zamanımız yok, gerek de yok" gibi yaklaşımları doğru bulmak mümkün değil. Birbirimizi ikna etmek için zaman bir sorun olabilir mi? Elbette boş zaman öldürelim demiyorum… Anlamsız polemikler yapalım da demiyorum. Kesinlikle hayır… Sorular, kaygılar, korkular ve anlaşılmayan sayısız nokta var; işte ikna edilmemiz gereken noktalar bunlardır.

Kısa tutacaktım, yine uzadı. Durumlarımız genel olarak iyi. Devrimci selam ve saygılarımı sunuyorum.

                                                                     19 Temmuz 1999

                                                                              Yılmaz (M. Can YÜCE)

———————————-%————————–


 

Mektup 7

Sabri Arkadaş,

19 Ekim tarihli tehdit, hakaret dolu, en sıradan saygı ölçülerini bile zorlayan yazınızı aldım. Orada, nereden size ulaştığını bilmiyorum, sayısız yalan-yanlış "bilgi" üzerine değerlendirme yapmışsınız. Bunlar üzerinde uzun uzadıya durmayacağım. Ancak kimin "yoldaşlık hukukunu" çiğnediği konusuna değineceğim. Şu anda kimin partiden, değerlerden koptuğuna, kimin parti meşruiyetine ve disiplinine ters düştüğüne dair bir kaç söz söylemeye çalışacağım. Öncelikle şunu vurgulamalıyım: Hangi sınıfa ait olursa olsun her siyasetin bir ahlakı var. Hele devrimci siyasetin mutlaka devrimci bir ahlaka oturduğu kesindir. Bunun öncelikli koşulu, iddiaları, suçlamaları mutlaka belli dayanaklara, kanıtlara ve temele oturtma zorunluluğudur. "Güçlüyüm, ağzıma geleni söylerim, hiç bir kanıtlama gereğini duymadan akla hayale gelmeyecek suçlamalarda bulunurum ve böylece sonuç alırım" yaklaşımı, bırakalım devrimci ahlakı, en sıradan ahlakı bile ayaklar altına almaktır. Şimdi, yapılan asılsız suçlamalara bakın, tamamen yalan ve iftiraya dayalı karalamalara bakın! Bunların ahlaki bir açıklaması var mı? Şehitlerin adı ardına sığınarak akıl almaz suçlamalarda bulunmak, hangi mantığın, hangi ahlakın, hangi vicdanın ürünüdür? Bu karalama kampanyasının kendisi, yöntemleri, araçları bile Demokratik Cumhuriyet (DC) çizgisinin onun savunucularını hangi noktaya kadar getirdiğini çok net olarak gösteriyor.

Bunları şunun için belirtiyorum: Başkalarına "ahlak, terbiye" dersi vermeye çalışanların önce aynaya bakmalarını salık veririm, kendi içinde tutarlı, herkese ve her zeminde aynı şeyleri savunmalarını belirtmek isterim.

Kendi adımıza her zaman devrimci siyaseti devrimci ahlaka oturttuk, devrimci siyasal ahlaka oturmayan hiç bir araç ve yöntemi kullanmadık. Bu nedenle "amaca ulaşmak için her şey mubahtır" anlayışını reddettik. Bundan böyle de bu ilkeli yaklaşımımıza sadık kalacağız. Bireysel planda yapılan temelsiz suçlamalara yanıt verme, sorunu bireyselleştirip savunmaya geçme gibi bir sorunumuz ve niyetimiz yok. Çünkü şu anda yaşadığımız durum kişisel değil, kişilikleri aşan, tarihsel bir olgudur. Bireylerin tavrı ancak bu bağlamda anlam kazanır.

Bu noktada sorunu çok basitleştirdiğiniz, dar ve bireysel bir soruna indirgediğiniz çok açık. Öncelikle aramızdaki tartışma, yazışma trafiğine değinmek istiyorum. Benim size yazdıklarım, sizin gönderdikleriniz ortadadır ve belgelidir. Birçok yazı gönderdiğinizden söz ediyorsunuz, benim ise yanıt vermediğimi yazıyorsunuz. Bu doğru değil. Kiminle/kimlerle gönderdiniz, bunları araştırın, her şey daha iyi anlaşılır. Bu konudaki süreci kısaca özetleyeyim: Mayısın başında size uzun bir yazı göndermiştim. Bu yazıda kaygılarımı belirtmiştim. Siz de "genel olarak" katıldığınızı belirten kısa bir yanıt vermiştiniz. Ardından Savunma ile ilgili BK’ye yazdığım raporu ve ona ek küçük bir not göndermiştim. Siz buna karşılık olarak BK’den gelen bir not ve görüşlerinizi kısa bir not biçiminde iletmiştiniz. Mahkeme sürecinde benim yine "tarihsel darbe" olarak nitelendirdiğim süreç hakkındaki görüşlerimi kısaca iletmiştim. Ardından BK ve MK’ye uzun bir rapor yazmış ve bir nüshasını da size göndermiştim. Sizin yanıtınız baştan savma, ayrıntılara takılan, temel sorulara ise yanıt vermeyen türdendi. Bu ara yine İK talimatına ve bu konudaki yönteme ilişkin eleştirilerimi içeren bir not daha size göndermiştim. Yanıt almamıştım. Daha sonra Başkanın 7 Temmuz tarihli talimatına ilişkin görüş ve önerilerimi içeren bir yazı göndermiştim, artık sizden yanıt gelmedi. Bundan sonra yanınıza gelen arkadaşla birlikte bir not göndermiştim. O ara Avrupa’dan bize silah bırakma önerisinin BK tarafından diplomatik bir dille reddedildiği biçiminde bir haber gelmişti, bunun yarattığı rahatlamayı ve sevinci sizinle de paylaşmıştık. Bu tarihten sonra Eylül ayının ilk haftasına kadar ne yazılı, ne de sözlü tek bir bilgi, haber almadık. Doğal olarak bekledik. Eylül ayının başında Sadrettin’in durumunu, onların Konferans ve seçim durumunu içeren raporu ve sizin ek bir notunuzu aldık. Tam bir hafta sonra ise İ. Dündar ve A. Afşar’ların getirdiği görevden alma ve yeni görevlendirmeye ilişkin talimatları geldi. Bunların dışında MK’nin, BK’nin bizimle ilgili ne sözlü, ne de yazılı bir talimatı gelmedi. Ama şimdi siz bol bol yazı, talimat, not gönderdiğinizi söylüyorsunuz. Eylül ayının başında gelenlerin içinde Temmuzda BK’nin benim adıma yazdığı kısa bir not da vardı. Ama yazıldığı tarihten tam iki ay sonra elime geçti. Sizin yazdıklarınızın üzerinden de iki ayı geçmişti.

Şunu çok açık vurguluyorum: Ben her konuda size sık sık yazdım. Hem de olanca açıklığıyla. Hiç bir kaygı taşımadan ne düşündümse rahatlıkla yazdım. Ama siz böyle mi davrandınız? Şimdi "yazışmaları, tartışmaları kesti" diyorsunuz. Bunu doğru bulmuyorum, kabul etmiyorum. Gönderdiğinizi söylüyorsunuz. Ama kontrol etmiyorsunuz. Şimdi araştırmak -ve eğer göndermişseniz bunları açığa çıkarın- bu, sizin göreviniz. Tekrarlıyorum: Sizin Temmuz ve Ağustos ayında hiçbir yazılı ve sözlü bilginiz, notunuz, talimatınız gelmemiştir. En son Eylülün başında 2 ay gecikmeli bir paket ve bir de görevden almalara ilişkin bir yazı, ayrıca sadece genele ilişkin bir talimat gelmişti.  Onun da son yarısı gelmiş, diğer yarısı da bir bayanda kalmıştı. İstememize rağmen getirilmedi.

Durum bu. Tartışan biz, soru soran, bu konuda mutlaka bir şeyler yapılmasını isteyen biz. Ama siz şimdi bu konuda bizi suçluyorsunuz.

Yine yoldaşlık hukukundan söz ediyorsunuz, ama bunu çiğneyenin kim olduğunu, tüzük hükümlerini kimin ayaklar altına aldığını, somut uygulamadan yola çıkarak vurgulayayım: Savunma metni ortaya çıktıktan sonra bu konudaki görüş ve önerilerimi raporlaştırdım ve BK’ye gönderdim. BK’nin Avrupa üzerinden verdiği yanıt, "biz sağlamız, kaygılanmayın, güvenin" biçiminde oldu. Yazılı yanıtı ise biliyorsunuz, aynı içerikte idi. Elbette bu yanıt ciddi olmaktan uzaktı, oyalamaya dönük olduğu bugün daha iyi anlaşılıyor. Bizim ciddi eleştirilerimiz, sorularımız, kaygılarımız var. Buna karşı "yatıştırıcı", duygularımıza hitap eden bir yanıt alıyoruz. Ardından MK ve BK’ye uzun bir rapor gönderiyoruz. Bir hafta sonra ise "silahlı mücadeleye son verme ve silahlı güçleri sınırların ötesine çıkarma" tutumunu içeren 7 Temmuz tarihli talimata yönelik bir rapor gönderdik. Tam da bu dönemde Avrupa üzerinden bize gönderilen bir haberle kandırıldık. (Bu konudaki düşünce ve duygularımızı size de göndermiştik.) Denilen şuydu: "BK, Başkana ‘silahların bırakılması konusu ciddi bir karar konusudur. Biz bunu kendi başımıza alamayız, kadrolarla görüşmemiz gerekir. Bu da zaman alır.’ Oysa BK’nin Başkana gönderdiği yanıt, "görüşlerinize katılıyoruz, ama bunu Merkez kararı haline getirmemiz gerekir. Bunu yakında yaparız" biçimindedir. Kelimeler belki bire bir böyle değil, ama yanıtın özü bu.

Dikkat edin: Burada resmen aldatılıyoruz, bizimle oynanıyor. Bunu hangi mantığa, ahlaka ve yoldaşlık hukukuna sığdığına siz karar verin. Temmuz ayında yazılarım kesiliyor. Ama hiçbir şey söyleme, sorma gereği bile duyulmuyor. Emeğe, insana, yoldaşa saygı bu mu? Daha da önemlisi, biz MK’ye rapor gönderiyoruz. Bu, bizim haktan öte görevimiz, karar süreçlerine böyle katılıyoruz. Raporun içeriğini beğenmeyebilirsiniz, yanlış görebilirsiniz. Ama tartışmadan, sormadan mahkûm etmek ve bununla birlikte bütün görevleri dondurmak hangi mantığa, tüzük hükümlerine, emeğe ve yoldaşlık anlayışına sığar? Düşüncenin, önerinin suçu mu olur? Haydi diyelim var diyorsunuz, peki niye tüzük hükümleri işletilmiyor? Benden savunmam alınmıyor? İşte "yargısız infaz" buna demezler mi? Yapılan tüzük ihlali, en sıradan yoldaşlık hukukunu ayaklar altına almak değil mi? Dahası bu konuda karar bile gönderilmiyor, ama alttan alta teşhir kampanyası açılıyor. Ağustos ayının başında BK imzalı Avrupa örgütüne gönderilen bir talimatta benim, Atmaca’nın, Çadırcı’nın adları belirtilerek teşhir kampanyası açıldı. 20 Ağustos tarihinde Duran Kalkan, DHP Konferansına dönük yaptığı telefon konuşmasında akıl almaz, açıkça iftiralarda bulunuyor. Benim ’82’de itirafçı olduğum iftirasında bulunacak kadar kendini kaybediyor. Sonradan da Özgür Politika’ya verdiği demeçte bizi kastederek tartışmaktan kaçtığımızdan, yoldaşlık hak, hukukunu gözetmediğimizden dem vuracak kadar pişkin davranıyor. Aslında 20 Ağustosta yaptığı konuşma tam bir ibret vesikasıdır. Onu bulup okumanızı, nasıl bir kin ve öfkeyle yaklaştığını göreceksiniz. Peki, neden bu kin ve öfke?

Bütün bunları yaşananların kısa bir özetini yapmak için yazdım. Kimin yoldaşlık ahlakı ve hukukunu çiğnediğini vurgulamak içindir.

Burada yaşananlar hakkında da bir iki şey söylemeliyim. Üç kişinin (Ömer, M. Bidav, M. Korkmaz) ciddi bir provokasyona yol açacak bir darbeci girişimleri oldu. Burada kalmaları durumunda denetleyemeyeceğimiz olaylar olabilirdi. Bu nedenle başka cezaevlerine götürülmelerini uygun gördük. İdare bölümüne götürüldükten sonra, idareye bu arkadaşların istedikleri cezaevine sevk edilmeleri istendi. İdarenin oynayabileceği oyunların önüne geçildi. Bu konuda denetim sağlandı. Bu gelişme üzerine bir iki gün sonra bir grup arkadaş, "biz de gitmek istiyoruz" dediler. Saatlerce uğraşmamıza rağmen müşahede bölümüne geçtiler. Şunu çok net vurgulamalıyım ki, bu ilk gruptakiler mevcut durumu fırsat bilen, yıllardır ailelerine yakın olmak için sevk isteyen, ama bu istemi reddedilen, devrim diye bir sorunları kalmayan, devrimle ayrışmayı önceden yaşamış kişilerdir. Müşahedeye gittikten sonra da her ihtiyacını karşıladık, var olan paramızı onlarla paylaştık. Daha sonra gidenler de kendi istekleriyle müşahedeye gitmişlerdi. Bu konuda yapılması gerekenin yapıldığını ve vicdanen rahat olduğumuzu çok kesin bir biçimde vurgulamalıyım. Ama başkalarının yalanları, çarpıtmaları ise bizi ilgilendirmiyor. Söz konusu bayanları tanıyoruz. 8 kişilik grubun gelip teslim olacağı haberi TV’de verilirken bunlar arkadaşları tahrik ediyor, açık laf atmalardan her türlü provokatif davranışa kadar birçok davranış sergiliyorlar. Ciddi bir olumsuzluk olmaması için bu 4 kişi başka bir bölüme alındı. Temsilci arkadaş her ihtiyaçlarını karşıladı. Barikat sürecinde gelmek istememelerine, bayan gardiyanlarla olumsuz bir ilişki içinde olmalarına rağmen arkadaşların yanına alındılar. Barikat sürecinde arkadaşların yanında kaldılar. Kısacası size bu konuda ulaştırılan bilgi ve haberler belli ki doğru değil.

Öte yandan "yok şu alanda, şu zindanda bizi destekleyenler var" biçimindeki laflar kuru sıkı yalan ve dedikodulardır. Bunları ciddiye bile almam. Burada süreci destekleyip ayrılanlar yan yana geldiklerinde dedikodu ve çekiştirmeden başka bir şey yapmıyorlardı. Daha yanımızdayken bile sayısız yalan ürettiler, bunları arkadaşların yüzüne de söyledik, kanıtlarıyla ortaya koyduk. Ne yazık bizim insan gerçekliğimiz bu. Yanımızda Başkana hakaret edildiği biçimindeki dedikodulara yanıt bile verme gereğini duymuyorum.

Kimi konulara bu biçimde kısa yanıtlar getirdikten sonra esas konunun özüne gelmek istiyorum. Sorun hiçbir zaman bireysel bir sorun değil. Kişiliklerimizi aşan, kişiliklerimizin şu veya bu özellikleriyle açıklanamayacak bir sorundur. Yine sorun hemen yakın gelecekte ne kadar politik güç oluruz, ne kadar silahlı güçle mücadeleyi yeniden güçlendiririz sorunu da değildir. Sorunu kişisel haksızlıklara bir tepki, kişisel kaygılarla açıklamak en büyük yanılgı olur. Sorun bu kadar basit, dar değil. Sorun büyük. Kürdistan tarihinin en önemli olayıdır; hatta Türkiye ve bölge tarihini etkileyecek bir süreçtir. Evet, ortada tarihi bir suç var, 25 yıllık çizgimizi, devrimimizi ve bütün kazanımlarını sıfırlayan, tasfiye eden bir çizgi ve süreç var. İşte bütün sorun, bunun karşısında takınılması gereken tavırdır, alınması gereken duruştur.

Aslında olup bitenlere, söylenenlere ve yapılanlara biraz eleştirel bakan herkes bu gerçekliği görmekte ve anlamakta güçlük çekmez. Bunun için öyle derinlikli bir ideolojik-politik birikime de gerek yok. Az çok anlama yeteneği olan görür. Siz ise hala kaybedilen bir şey olmadığını iddia ediyorsunuz. Gerçekten bu söylediklerinize inanıyor musunuz? Savunmalarla 25 yıllık çizgimiz terk edildi, onun yerine burjuva liberal bile denilemeyecek ve bizim inkârımız ve mahkûmiyetimiz olan Demokratik Cumhuriyet çizgisi getirildi. Amaçsızlaştırıldık, programsızlaştırıldık. Hayallerimiz yok edildi. "Türkiye’ye demokrasi, Kürtlere kültürel haklar", işte DC çizgisinin azami programı. Hiç kuşkusuz bu, ideolojik, programatik tasfiye ve PKK’den kökten bir kopuş ve tersine dönüştür. Dolayısıyla DC’yi PKK’nin bir sağ veya sol yorumu, PKK çizgisinin yenilenmiş bir biçimi ve devamı, onun herhangi bir versiyonu olarak değerlendirmek kesinlikle mümkün değildir. DC çizgisi, bizim açımızdan tersine bir dönüş ve düzen ve devletle bütünleşme hareketidir.(Başkan 2. savunmasında bunu çok açık ve net ortaya koyuyor.)

Kopuş ve tersine dönüş, salt ideolojik ve politik çizgide olmadı. Aynı zamanda 25 yıllık mücadele pratiği, kazanımları inkâr edildi, dahası mahkûm edildi. Ama çok ilginç bugün DC çizgisi (daha doğrusu PKK’nin tasfiyesi) yaratılan değerler ve kazanımlar aracılığı ile hayata geçiriliyor. Daha sonra stratejiden vazgeçildi, bütün çalışmalarımızın esası ve odağı olan gerillayı tasfiye kararı alındı. Bugün uygulanıyor.

Bunun yerine "yasal demokratik" mücadele stratejisi kabul edildi. Koca bir devrim tasfiye edildi, koca bir parti ve gerilla güçleri tasfiye ediliyor. Halkın bilinci ve belleği siliniyor, sanal bir dünya içine alınarak aldatılıyor. Geriye ise sadece özü boşaltılmış bir gövde kalıyor. Bu yüz bini aşan "yasadışı konumda" olan kadro anlamına geliyor. Sorun bu gövdeyi TC ve düzenle bütünleştirmekte düğümleniyor. "Barış" çabalarının özü ve düğüm noktası da bu. Af, bu da olmuyorsa ceza indirimi ve o da olmuyorsa, kapsamı genişletilmiş pişmanlık yasası, şimdiki politikanın özü ve kendisi değil mi? Eğer parti içinden tepkiler gelmeseydi şimdi herkese pişmanlık dilekçesi vermesi için talimat çıkarılmış olmayacak mıydı? Bunun kanıtı Başkanın 5 Eylül ve 3 Ekim tarihli mektuplarıdır. İki grup teslim edildi. Amaç nedir? Kendini ve geliştirilen "dönüşüm" konusundaki samimiyeti devlete kanıtlamak için değil mi?

Bütün bunları benden daha iyi bildiğinizden zerre kadar kuşkum yok. Ama sorun bilip bilmemenin ötesinde PKK’lilik bilinci ve tarihsel sorumluluğu ile hareket etmektir. Sizin deyiminizle "sadakatle bağlılık" sizin yaptığınız gibi değildir. PKK’deki bağlılık ideolojiktir, programatiktir, stratejiktir ve bunların belirlediği ve biçimlendirdiği ruhsal bir duruştur. PKK’deki bağlılık, kesinlikle feodal, mistik, minnettarlık, karşılık bekleme gibi bağlılıkların dışında amaç ve mücadele içinde doğan değerler ortaklığıdır. Bu nedenle gerçek bağlılık çizgiye bağlılık ve her türlü kişisel duygu, kaygı ve beklentiyi aşan pratik-politik bir çaba içinde olmaktır.

Bütün bu olup biten ve gerçekleşenlerden sonra partiden kopan kim, partiyi terk eden kim, tersine dönen kim, değerleri ve kutsal yoldaşlık bağlarımızı dinamitleyen kim? Partiden kopan DC çizgisidir. Partiye ait ne varsa hepsini terk eden ve özünü boşaltan DC çizgisidir. Gerçekten bir söylediklerinize ve yaptıklarınıza bakın, ölçü kaldı mı, sınır kaldı mı? Kavramların, değerlerin bir anlamı kaldı mı? Düşman kimdir, dost kimdir, dost ve düşmana ne yapılır? Bu basit bir iki konuda söyleyebileceğiniz bir söz var mı? Bol bol sözünü ettiğiniz DC’nin anlamı nedir, Kürtler bunda nasıl temsil edilecek, hakları ne olacak? Bir iktidar perspektifiniz kaldı mı? Bu sorulara yanıtınız yok. O halde nasıl bizi PKK’yi terk etmekle, hatta ihanetle suçluyorsunuz? Gerçekten ihanet nedir ve neye göre, hangi ölçüler ve esaslara göre? Uzatmak istemiyorum. PKK’yi, her şeyi bitiriyorsunuz, bize de "batacaksak birlikte batalım" çağrısını yapıyorsunuz. Bunun devrimci ilke ve inançlarımızla bir ilişkisi var mı? Biz partiden bunu mu öğrendik? "Tek başına kalsan da bu davayı savunmalı ve sonuna kadar götürmelisin", işte bizim partiden öğrendiğimiz budur.

Evet, partiden kopan, onu terk eden ve bunu tarihi bir tasfiye hareketiyle yapan sizsiniz. Bunun sorunluluğunun altından nasıl kalkacaksınız? Bizi tehdit etmeden önce bunu düşünmeniz gerekir. Yarın geriye kalan parti adını da bırakacaksınız.

Peki, biz ne yaptık, ne yapıyoruz? Biz ilk gün hangi sözümüzü verdiksek onun eriyiz, onun sürdürücüsüyüz. Devrimin ve partinin tasfiyesiyle aynı zamanda büyük bir inanç ve umut yıkımının, kırılmasının gerçekleştirildiği açıktır. İşte biz bu umudun bir tohum düzeyinde de olsa, tek bir yürekte de olsa temsil edilmesini ve yarına taşırılmasını istiyoruz. Yaptığımızın özü budur. 25 yıllık çizgi ve değerlerin bir umut olarak yarına taşınması misyonu, bir kişide de temsil edilse tarihsel başarıdır. İşte bizim anladığımız budur. "4 kişi mi her şeyi yeniden yapacak", "dağa kaç adam çıkaracaksınız", "siz mi başaracaksınız?", "tek kişi kalırsın" ya da "marjinal bir grup bile olamazsınız" gibi, kusura bakmayın, "bakkal hesabına" dayanan yaklaşımlarla yapılanları kavramak mümkün değildir.

Dikkat edilsin, parti ideolojik, programatik, stratejik ve her düzeyde köklü bir "dönüşüme" tabi tutuluyor, ama bu, hiçbir yönüyle tartışılmadı, tartışanlar ise bastırıldı, susturuldu, teşhir ve tecrit edildi. Siyasal ahlak ve resmiyet açısından değerlendirildiğinde halkımızın tarihini ve kaderini, partimizin varlığını, bizim her şeyimizi ilgilendiren, hatta belirleyen bir konuda söz hakkı bile tanınmıyor. Hani demokrasi en büyük erdemdi ve "yeni" çizginin neredeyse "dini" haline getiriliyor. Peki, kendi dönüşüm sürecinde en sıradan demokratik tartışmayı bile yasaklayan bir anlayış ve yönetimin demokratiklik iddiasının bir anlamı olabilir mi? Devlete en sıradan bir eleştiriyi bile yapmayan, tersine engin bir hoşgörü ile yaklaşan, hatta devlet yönetiminde olmayan özellikleri kendisine yakıştıran bir anlayışın, kendisine yönelik bir eleştiriyi "provokasyon", "ihanet", "komploculuk" olarak suçlaması, hem de hiçbir kanıtlama gereğini duymadan bunu yapması hangi demokratik ölçüyle, hatta hangi insani değerle bağdaştırılabilir?

Daha da önemlisi: Parti merkezi organları yetkileri olmayan bir yetkiyi kullanarak tüzük suçu işlediler, yetki gaspını yaparak partimizi tasfiye sürecine aldılar, Programı değiştirme yetkisi Kongrenindir. Bu yetki kullanıldı. Şimdi olağanüstü kongre ne yapacak? Şimdiye kadar yapılanlara resmiyet kılıfını geçirecek ve bir de PKK için cenaze töreni işlevini görecek. Başka bir şey yapabilir mi? Gerçeklik bu olmasına rağmen, "Kongreye kapsamlı hazırlanıp katılabilirdin" demenin bir anlamı var mı? Birbirimizi niye kandırmaya çalışıyoruz? Başkalarını aptal yerine koymanın siyasal ahlakla hiçbir ilişkisi yok!

Sonuç olarak, biz yolumuza devam ediyoruz. Bu doğrulanan bir yoldur. Biz sözümüzün eriyiz. Bu, tasfiye enkazının altında kalıp soluksuz kalmama, ilkelerimiz ve inançlarımız temelinde yaşama ve 25 yılık değerleri, çizgiyi bir umut olarak yarınlara taşıma tutumu ve pratiğidir. PKK’lilik budur, PKK’ye bağlılık bundan başkası değildir. PKK’lilik sorumluluğunuzu yerine getirmiyorsanız bile bu iddiada olanlara saygı gösterin.­’ Ben DC çizgisiyle PKK’den kopanların bu kopuşlarının geçici olacağını umut ediyorum; dolayısıyla geçici yol ayrılığının en kısa sürede sona ererek PKK çizgisinde buluşacağımıza inanıyorum. PKK çizgisinde yeniden buluşmak dileklerimle devrimci selam ve saygılarımı gönderiyorum.

                                         

                                                            7 Kasım 1999

                                                                    Can

———————————–%————————–

 

Yazarın haberi, onayı olmadan yukarıdaki belgeleri kopyalamak, olduğu gibi başka bir site veya yayın organında yayınlamak yasaktır. Ancak aktif link vererek kısa kısa alıntılar yapmak mümkündür!

 

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
News Reporter