Türkiye’de devlet, komitacılık ve çetecilik konusunda birkaç hipotez
Hamit Bozarslan
Susurluk, Çatlı, Çakıcı, Yeşil gibi, kamuoyunun oldukça alışık olduğu isimler, son yirmi yılın Türkiye’sinin siyasi hayatında çeteciliğin ne denli belirleyici bir rol oynadığını göstermektedir.
Kurtlar Vadisi gibi bir televizyon dizisi, çeteciliğin, belli ölçülerde de olsa, kanundışı etos, tehlike içinde yaşama, gizlilik ve tarihi belirlemeye varan bir özgürlük anlamında kavranıldığını, bu nedenle de, belli bir hayranlık duygusu yaratabildiğini göstermektedir. Komitacılık1, cuntacılık ve ülkücülükten gelen bir gelenekten beslenen çeteler, aynı zamanda, yozlaşmış ve hukuk, insan hakları gibi “prangalarla” atıl hale getirilen “devlet”i ve “millet”i üyelerinin hayatları pahasına korumayı kendilerine görev bilmiş “vatansever” kuruluşlar olarak görülmektedir2.
Bununla birlikte, kamuoyunda zaman zaman oluşan yoğun tepkilerin de gösterdiği gibi, çeteler konusunda hakim olan genel kanı, bu teşekküllerin “siyasetin ve otoritenin” yozlaşması sonucunda ortaya çıktığı yolundadır. Susurluk olayının, bugün, kurbanları açısından bile geçmişte kalan bir gazete haberi olarak okunması, bu “yozlaşma” temasının toplum nezdinde sakinleştirici ve güven verici bir fonksiyona sahip olduğunu göstermektedir: Bu şekilde, kamuoyu siyasetin kirlenmesini “devlet”in kirlenmesi ya da “tuzun bozulması” olarak algılamamaktadır. Tam aksine, “millet”i ve milletin “temizliği”ni ve bekasını temsil eden devlet, “halk”ı temsil eden ve halkın iğfal ya da maniple edilmesi anlamına gelen “kirli siyasete” ve “sütü bozuk bürokrasiye” karşı direnen kaya sağlamlığında bir garantör olarak algılanmaktadır. Kamu yoklamalarında “halk”ı temsil eden kurumların (hükümet, meclis) son derece zayıf bir desteğe, devleti temsil eden kurumların (özellikle cumhurbaşkanlığı ve ordu) rekor düzeyde popülariteye sahip olmalarında, “hükümet” ve “devlet”, “halk” ve “millet” arasında yapılan bu ayrım belirleyici bir rol oynamaktadır.
Ne var ki, kronik bir şekilde ortaya çıkan çetecilik olgusunun Türkiye’de hem siyasetin hem de devletin tanım3 ile ilişkili olduğu, bu nedenle de devlet sosyolojisi ile ilgili araştırmaları da doğrudan ilgilendirdiği açıktır. Çetecilik olgusu, her şeyden önce, devletin, kendi öz sentaksı ve normatif meşruiyeti açısından değil de, amelî, yani varolan haliyle, monolitik bir yapıya sahip olmadığını, bazı dönemlerde, birbirlerine muhalif değişik organların iç mücadelelerinin yaşandığı bir saha oluşturduğunu göstermektedir. Bu anlamda, devletin “kendiliğinden gelen” meşrui-yetinin sınırlı olduğunu, ya da, en azından, bu meşruiyetin ancak başka aktör ve katmanlara önemli bir düzeyde muhtariyet tanınması yoluyla yeniden üretilebildiğini görmekteyiz. Bu anlamda, Çatlı, Çakıcı, ve büyük bir ihtimalle bunlardan daha önemli bir konuma sahip olan Yeşil örnekleri, radikal sağdan gelen bazı mi-litanların güvenlik güçleri içinde “palazlanabildikleri”ni, aynı zamanda da, hem bir organ hem de bir saha anlamında ele alınabilecek devletin, bunların cisimlendirildiği sosyalizasyon çev-relerini ve faaliyet alanlarının özerkliğini ve meşruiyetini kabul ettiğini göstermektedir. Aynı şekilde, doğal olarak, bu radikal sağ militanların başarısı sadece devlet içerisinde dayanak bulabilmeleri ile sınırlı kalmamaktadır. Bu militanların her birisi, kendi sosyalizasyon ağları, dinamik ve tecrübelerinden yola çıkarak devleti yeniden tanımlayabilecek imkân ve meşruiyete sahip olabilmiştir.
Bu nedenle, Çatlı ve Çakıcı örneklerinin Türkiye’de devlet sosyolojisinde genel geçer kabul gören “güçlü devlet” ya da “neo-patrimonyal devlet” hipotezinin de oldukça zayıf olduğunu gösterdiğini söyleyebiliriz. Türkiye’de bu hipotezin sorgulanmayan bir gerçek olarak kabul edilmesinin, hem devletin kendi öz-imgesinden, hem de belli bir Weberin gelenekten kaynaklandığını düşünebiliriz. Oysa ki, devletin yoğun ve etkin bir şekilde zor kullanabilmesi, ne zor kullanan tek aktör olması, ne de güçlü bir devlet olması anlamına gelmemektedir. Kriz anlarında devlet, ancak kendi dışındaki aktörlere de zor kullanma salahiyetini tanıyarak, yani zor araçları üzerindeki tekelinden vazgeçerek ve hegemonya sentaksını bu aktörleri de meşrulaştıracak bir şekilde genişleterek varlığını devam ettirebilmektedir.
Sosyolojik Bir Konu Olarak Çetecilik
Susurluk’un, belki de gerçeğin sınırlarını zorlayan düzeyde radikal bir örneğini oluşturduğu çetecilik olgusu, hem kendi başına bir araştırma konusunu oluşturmakta, hem de devleti okumak açısından heurestique bir değere sahip bulunmaktadır. Son dönem Osmanlı komitacılığından 1960-1970’li yılların cuntacılığına ya da 1990’larin devlet içerisinde oluşan gizli servislerine kadar bir dizi oluşumu içeren çetecilik, sadece yasadışı iktisadî faaliyetlere ya da kriminaliteye indirgenemeyecek vasıflara sahiptir. Bu vasıfların başında, romantik hülyalarla kurulmuş olsa bile, çete teşekkülünün hür iradeye dayanan ve ayrılmayı mümkün kılan bir mukaveleye değil de, kanla imzalanmış ve ancak kanla ilga edilebilen bir pakta dayanması gelir4. Çetelerin kişisel bir otori-teye körce bağlılık temelinde yapılanması kaçınılmaz bir kural olarak ortaya çıkmaktadır. Çeteler içindeki zayıf ya da sadakatlerinden kuşku duyulan üyelerinin gerektiğinde şiddetle bertaraf edilmeleri, hatta, paktın, üyeleri arasında verilen kaynaklara ulaşım savaşı sonucunda bölünmesi ve dağılması, her an için mümkündür. Susurluk, bu dağılmanın son derece kanlı bir boyut alabildiğini göstermektedir. Fakat, dağılmadığı müddetçe çete, güçlü bir dayanışma ağının oluşmasının ötesinde, üyelerinin ortak icraatlarından dolayı kolektif bir mesuliyeti paylaşmak zorunda oldukları bir teşekkül olarak varolabilmektedir5.
Çetenin ikinci özelliği, gizlilik ve yasadışı çalışmayı temel alması, fakat Hannah Arend’in Nazi teşkilâtı ile ilgili olarak önerdiği gibi6, aynı zamanda “gün ışığında” faaliyet gösterebilmesidir. Çetenin elindeki şiddet imkânları, ve bastırılmak bir yana, devlet tarafından açıkça müsamaha görmesi ya da paramiliter bir kuvvet olarak kullanılması, yasa dışılığın muhakkak “gizlilik” anlamına gelmediğini göstermektedir.
Çetenin üçüncü bir özelliği ise, ezoterik bir söylem geliştirme kapasitesine sahip olabilmesi, faaliyetlerini, kendisini aşan bir ta-rihsel ya da tarih-ötesi misyonla meşrulaştırabilmesidir. Çeteciliğin, son derece yalın, gri tonlara yer bırakmayan, bir faaliyetle bir slogan arasında doğrudan bir ilişkiyi kuran siyasi bir söylem geliştirmesi bu şekilde açıklanabilir. İster komitacı ya da cuntacı olsun, ister de 1990’lardaki ölüm tugaylarının bir üyesi olsun, çeteci “felsefeyi özümleyen, ama susuzluğunu felsefeyle değil de ancak icraatla giderebilen”7 bir vasfa sahiptir. “İcraat” ise, çetenin ikili bir şecerenin himayesinde gelişmesi anlamına gelmektedir: kendisini daha önceki tecrübelere ve genç –hatta yaşlı- üyelerinin tanıma fırsatını bulamadığı isimlere uzanmasını sağlayan manevi bir şecere (Türkiye’de Sütçü İmam gibi İstiklâl Harbi figürleri, Nihal Adsız…) ve efsanevi bir şahıs ya da bir neslin gençlik dönemlerine uzanan, kahramanlık, fedakarlık ortak tecrübe ve acıları asmbolik kaynaklar olarak kullanan organik bir şecere (Çatlı, Halûk Kırcı…).
Bu nedenle, çeteciliğin hem geleneksel anlamdaki eşkıyalıktan, hem de klasik mafya faaliyetleri anlamındaki kriminalite ile tanımlanan şebeke türü örgütlenmelerden ayrı olarak ele alınması gerektiğini düşünmekteyim. Romantik söylemleri nedeniyle, bazı çete örgütlenmeleri, en azından ilk aşamada, enformel iktisadî sistemle son derece dar bir ilişki kurmakta ya da enformel sektörü “vergilendirmekle” yetinmektedirler. İktisadî kaynaklar her şeyden önce iktisadî olmayan faaliyetlerin yürütülmesinin temeli olarak değerlendirilmektedir (Susurluk dönemi çeteciliği, daha sonraki aşamalarda bu kaynakların kendi başlarına bir amaç oluşturabildiklerini göstermektedir). En azından siyasi anlamdaki çetecilik, bir organ olarak değil de bir saha olarak algılanan devlet içinde, devlet sayesinde ya da devlete rağmen ortaya çıkmakta, imkânlarını ve meşruiyetini hem devletin verdiği kaynaklarda, hem de devlete oranla sahip olduğu özerklikte bulmaktadır. Siyasî sahada devlet vesayetinde gelişerek oluşan çeteler, ister istemez, son tahlilde, devleti tehdit edebilecek organlar haline gelmektedir. Susurluk örneğinin de gösterdiği gibi, çetecilik, kaçınılmaz olarak, devleti, Charles Tilly’nin deyimiyle “parçalanmış bir tiranlığa” dönüştürmektedir8. Çeteciliğin ortaya çıkması, aynı zamanda devletle devlet dışı sahalar arasında son derece karmaşık patron-müşteri-patron ilişkilerinin kurulması, enformel ve formel arasındaki sınırların zayıflaması ya da tamamen yok olması anlamına gelmektedir. Susurluk örneği Abdullah Çatlı’nın ve Sedat Bucak’ın hem devletin gizli servislerinden birinin himayesinde yaşayabilen “müşteri”ler, hem de varlıkları ile devleti “müşteri” haline getirmiş “patronlar” olarak faaliyet gösterebildiklerini, bu şekilde devletle “bağımlılık ilişkileri”ni çoğu zaman kendi lehlerine çevirebildiklerini ortaya koymaktadır9.
Türkiye’de Çeteciliğin Dört Dönemi
Sistemli bir araştırmanın ürünü olmaktan ziyade bakir bir saha oluşturan bu konuda çalışmak isteyenlere bir davetnâme olarak okunabilecek bu deneme, çete-devlet ilişkilerinin anlaşılmasının hem yeni bir sosyolojik yaklaşımı gerektirdiğini, hem de, devamlılıkları ve kopuşları bir arada ele alan, çok varyantlı bir kronolojik okunuşu zorunlu kıldığı hipotezinden yola çıkmaktadır.
Osmanlı/Türkiye tarihinde en azından dört dönemde çete olgusu, devletin bekasını ancak kendi dışında ya da içinde oluşmuş çeteler sayesinde sağladığını, ama aynı zamanda, bu çeteleşmenin devleti tehdit edecek bir boyuta vardığını görmekteyiz. Bu dönemlerin, sayıca sınırlı olmakla birlikte uzun bir süreye yayılmış olmaları ve kronik bir şekilde ortaya çıkmaları, iki anlama gelmektedir: İlk olarak, kriz dönemleri dışında devlet, kendi devamlılığını sağlayabilecek zora ve büyük bir ihtimalle zor kullanmadan tebaalarının itaatını sağlayabilecek meşruiyet kaynaklarına sahip olabilmektedir. Fakat kriz dönemlerinde devletin hegemonyasının kendi dışından gelen aktörlerin entegrasyonu ile genişletilmesi bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır. Böyle dönemlerde ağırlıklı olarak İslam ya da Türk-İslam bazına kaymak zorunda kalan devlet, kendisine oranla özerk bir niteliğe sahip olan ve zor temelinde kurulmuş bulunan güçlerin varlığını kabul etmek zorundadır. İkinci nokta ise bu güçlerin, devlet adına devletin söylemini, icraatını, ve dolayısıyla da muhtevasını belirleyen güçler olarak ortaya çıkmalarıdır. Ne var ki, bu güçlerin son tahlilde devleti tehdit etmemesi mümkün değildir. Böylelikle, konjonktürsel bir şekilde ortaya çıksa bile, çetecilik, aslında yapısal ve sistemik bir sorunun –ve zafiyetin- sonucu olarak tezahür etmektedir.
Türkiye’de devletin çeteleri barındıran bir sahaya dönüştüğü ya da varlığını ancak çeteler sayesinde ihya edebildiği dönemleri şu şekilde sıralayabilmek mümkündür:
I Islahat ve İttihat ve Terakki dönemlerini de içeren ve hemen hemen bir asra yayılan imparatorluktan çıkış dönemi;
2 İstiklâl Harbi’nin en azından ilk iki yılı;
3 1961-1971 dönemi;
4 İlk emareleri 1970’lerde görünen ve 1990’larda en had aşamaya varan Susurluk dönemi.
I İmparatorluktan Çıkış
Bu ilk dönem çeteciliğinin anlaşılması 19. yüzyıl ve bu yüzyılla ilgili kaynakların yeniden ve sistematik bir şekilde okunmasını gerektirmektedir. James Reid’in –bir dizi zafiyeti inkâr edilemez- çalışması, bu olgunun Osmanlı reformlarının, özellikle askeri ve idarî alandaki reformların akim kalmasında da önemli bir rol oynadığını göstermektedir10.
Bu dönemi belirleyen faktörlerin başında, Şerif Mardin’in Osmanlı zımnî mukavelesi11 olarak tanımladığı klasik iktidar mühendisliğinin sona ermesi gelmektedir. Osmanlı zımnî mukavelesi, doğrudan yönetim yerine değişik etnik, dînî ve meslekî kategorilerin ya resmî ya da gayri-resmî bir konuma sahip olan “asmt favored lords”lar tarafından temsil edilmesi anlamına gelmekteydi. İtaat karşılığında devlet “periferik” bölgelerin önemli bir derecede muhtariyet sahip olmasını kabul etmekte ve bunlarla ilişkilerinde asgari bir şiddet kullanmayı taahhüt etmekteydi. Aynı şekilde, “merkez” genellikle, periferide varlıklarını yapısal ve sistemik bir şekilde devam ettiren ihtilafların hakemlik mercii rolünü görmekteydi. Osmanlı zımnî mukavelesinin sona ermesi, aynı zamanda, eski merkez-kaç kuvvetlerin belli avantajlar karşılığında sisteme entegre edilen iktidar ve hâkimiyet mekanizmalarının yıkılması, ve bunların yerine kurulan yeni merkezî iktidar aygıtlarının başarısızlığa uğraması, ve bunların meşruiyetlerini kabul etmeyen yeni dinamiklerin oluşması anlamına gelmekteydi. Bu dinamiklerin gelişmesi hem merkez-kenar ilişkilerinde bir kaosa yol açtı, hem de, daha önceki dönemlerle kıyaslanamayacak ölçüde büyük bir devlet şiddetinin kullanılmasını beraberinde getirdi.
Bu dönemde, çete olgusu değişik şekillerde tezahür etmekteydi. Her şeyden önce, yeni kurulan ordunun kendisi büyük ölçüde bir çeteleşmeye sahne olmaktaydı. Devletin tayin ettiği askerî sorumlular belli bir ölçüde “harp ayanları” konumuna sahiptiler. Bunların “devlet ayanı” rolünü görebilmeleri, bir yandan kaynak dağıtımı yoluyla sahip oldukları müşteri gruplarının varlıklarını devam ettirebilmelerine, diğer yandan da, bulundukları bölge-lerde yeni patron-müşteri ilişkileri geliştirebilmelerine bağlıydı. Aynı şekilde, Kürdistan’da kurulan Hamidiye Alayları, devlet tarafından beslenen, resmî olarak bir devlet generali tarafından yönetilen, ama gerçekte devlet-dışı dinamiklerin silahlanması ve özerkliklerini devlete kabul ettirmeleri anlamına gelmekteydi. Alay olarak örgütlenmezse de, İmparatorluğun Arab bölgelerinde ve Balkanlar’da da bu tür özerk teşekküllerin oluştuğunu söyleyebiliriz. Bu özerkleşme süreçleri, “merkeziyetçiliği” hem yeni idarî sistemin hem de kendi bekasının korunmasının koşulu olarak gören devletin, gerçekte, devlet-dışı ya da merkez-kaç kuvvetlerin entegre edilmesi ile ayakta kalabildiğini göstermekteydi. Böylelikle, 19. Yüzyıl’ın ikinci yarısında girişilen reformların, son tahlilde, Osmanlı ordusunun “gayri-nizami” nüvelerin ve “iktisadî müteşebbislerin” hakimiyetine geçmesini sağladığını görmekteyiz.
İmparatorluktan çıkış yılları olan 1906-1918 dönemi, çeteleşme konusunda nispetten ayrıntılı bilgi sahibi olabildiğimiz bir dönem olarak değerlendirilebilir. Bu dönemde, ordunun içinde muhalefet gelenekleri Çerkez Hasan ve Ali Süavi’ye kadar uzanan yeni siyasi grupların oluştuğunu ve bunların tümüyle Saray’dan bağımsız olarak, hatta Saray’a muhalif olarak hareket ettiklerini görmekteyiz. İttihat ve Terakki bu grupların en önemlisi olarak ortaya çıkmaktadır. Devleti korumakla görevli İttihatçı subaylar, aynı zamanda, ortadan kaldırmakla görevlendirildikleri Balkan ve Ermeni komitacılarını açıktan bir model olarak kabul etmekte ve benzer temellere sahip sosyalizasyon mekanizmalarını geliştirmekte, belli bir oranda da, Saray’a karşı, “düşman komitacılarla” bir silah kardeşliğine gidebilmekteydiler. Bu işbirliği, hem bir “silah arkadaşlığını” hem de bir “kan davasını” beraberinde getirmekteydi. İttihat ve Terakki’nin kuruluş bildirisinde de açıkça görüldüğü gibi, Ermeni, yani Hıristiyan ihtilâlcilerinin Sultan-Halife Abdulhamid’i öldürmeye girişmesi, millî bir utanç olarak değerlendirilmiş, “babanın” aile dışı efratlar tarafından değil de “aile efratları” tarafından öldürülmesi, ailenin bekasının sağlanması için “baba”nın bertaraf edilmesi fikrinin muhalifler arasında yaygın bir şekilde kabul edilmesine yol açmıştı12. Bu dönemdeki ortaya çıkan devlet içi, ama saraya düşman askerî teşekkülleşmeler, meşruiyetlerini elit olma statülerinden ve “devleti kurtarmayı” da içeren “tarihsel misyon”larından almaktaydılar. “Tarihsel misyon” aynı zamanda, meşruiyet kavramının yeniden tanımlanması anlamına gelmekteydi. “Mesuliyetsizlik” ve “mukaddes devlet” fikrini devam ettirmekle birlikte, bu teşekküllerin meşruiyetlerini klasik Osmanlı geleneğinin devamlılığından değil de kopuştan aldıklarını, “beka”yı devlete ve Padişah’a karşı şiddette ve yeni “Peygam-berliklerin” asrı olan 19. Yüzyıl ütopyalarında13 aradıklarını görmekteyiz.
1908-1918 döneminde ise, kendisini “ruh-i devlet” olarak algılayan İttihat ve Terakki’nin ikili bir gelişme gösterdiğini görmekteyiz. İttihat ve Terakki, bir yandan merkezi bürokratik bir devlet aygıtının temel nüvesi haline gelmekte ve İkinci Abdülhamid’in merkeziyetçileştirici mirasını devam ettirmekteydi; diğer yandan ise, bu merkezi aygıtın yine kendisi tarafından üretilen çete olgusu yoluyla zayıflaması, hatta marjinalleşmesi sürecinde belirleyici bir rol oynamaktaydı. İttihat usulü komitalaşma, kendisine hedef olarak saptadığı devletin hizmetinde bir ordunun oluşmasının önünde temel bir engel olarak ortaya çıkmaktaydı. Aynı şekilde, dışa, yani aralarında diğer eski muha-liflerin ve özellikle de Hürriyet ve İtilaf Fırka’sının de bulunduğu “iç düşmanlara” karşı birleşik bir cephe oluşturabilen İttihat ve Terakki’nin, içte parçalanmış olduğunu, 1913 darbesinden, ve özellikle de Mahmud Şevket Paşa’nın öldürülmesinden sonra, her “Üç Paşa”nın (Talat, Enver ve Cemal) kendi özel istihbarat ve zor aygıtına sahip olduğu görülmektedir. Savaş dönemi, bu çeteleşme olgusunun aynı anda spekülasyon ve « milli burjuvalaşma » ile eklemlenebildiğini, göstermekteydi.
İmparatorluktan çıkış sürecinin son yılları olan Cihan Harbi döneminde, çeteleşme olgusunun en önemli örneğinin İttihat ve Terakki tarafından kurulan ve resmî askeri ve sivil bürokrasinin üstünde bir yer alan Teşkilât-ı Mahsusa olduğunu söyleyebiliriz. Ermeni soykırımında belirleyici rolü oynayan Teşkilât, hem resmi bürokraside yer tutan, hem de bu bürokraside resmen yer almayan şahıslardan oluşmaktaydı. Teşkilât içinde, Diyarbakır valisi Dr. Reşid’le birlikte, Yakup Cemil gibi sicilleri “devlet adamlığı”nı engelleyen kişiler ve ulemadan ve eşraftan –kişisel ve kolektif biyografyaları henüz yazılmamış- çok sayıda kişinin yer aldığı anlaşılmaktadır. Belli bir ölçüde modern dönemlerin memlük sistemini oluşturan Teşkilât’ın özellikle Balkan ve Kafkasya kökenli elemanları içerdiği yolunda da bazı bilgiler de bulunmaktadır. Bir yandan devletin resmen uygulayamayacağı icraatlarla yükümlü olan Teşkilât, diğer yandan Ermeni mallarının yağmalanmasında önemli bir rol oynamakta, bu yolla da, çeteleşme ve kişisel zenginleşme arasında bir bağ kurmaktaydı.
II İstiklâl Harbi
İstiklâl Harbi’nin de, en azından 1921’e, yani Batı bölgesinde az-çok merkezî bir ordunun kurulmasına kadar, çetecilik temelinde geliştiğini görmekteyiz. Bu döneme kadar Batı bölgelerinde mukavemetin temel nüvesini oluşturan Çerkez Ethem, çeteciliğin en önemli siması olarak ortaya çıkmaktadır. Ethem’in Cihan Harbi dönemindeki faaliyetleri, özellikle de Teşkilât-ı Mahsusa içerisinde önemli bir rol oynayıp oynamadığı bilinmemekte. Emrah Cilasun’un yayınladığı belgeler, Ethem’in kendi birliklerinin ötesinde Anadolu düzeyinde, Kafkasya kökenliler arasında önemli bir sosyal tabana sahip olduğunu, bu tabanın verdiği güçle, bir yandan radikal plebyen bir söylem geliştirdiğini, diğer yandan da mahallî düzeyde devletin zayıflaşmış bürokrasisini kendisine bağımlı bir hale getirdiğini göstermektedir14. Fakat, Ethem dışında da, büyük ölçüde çözülmüş İstanbul hükümetine, ve henüz tam bir varlık kazanamamış Ankara hükümetine oranla oldukça büyük bir özerkliğe sahip diğer bazı kuvvetlerin olduğunu da bilinmektedir (özellikle Ege’de Efeler, Kuvayi-Milliye birlikleri). En azından 1921 baharına kadar, Kâzım Karabekir’in kontrolündeki bazı Doğu vilâyetlerinin dışında, subaylar dahil, “millî mukavemetin” büyük bir ölçüde bu çete kuvvetlerinin yönetiminde geliştiğini görmekteyiz. Bu dönem çeteciliğinin, Ankara hükümetinin tecriden güçlenmesi, Çerkez Ethem kuvvetlerinin tasfiye edilmesi, ve daha sonra Yahya Kahya gibi sorunlu bazı çete simalarının ortadan kaldırılması ile büyük ölçüde sona erdiğini söyleyebilmek mümkündür. Devletin bekasını yine kendi imkânları ile sağlama sürecinin giderek, Mustafa Kemal’e sadakat dışında bir vasıfları olmayan, İstiklâl Harbi’nde önemli bir rol oynamamış subay ve sivil bürokratlar katmanının oluşmasıyla devâm ettiğini, 1926 İzmir Suikastı sonrası “temizlemeler”in bu sürecin son halkasını oluşturduğunu söyleyebiliriz.
İstiklâl Harbi çeteciliği, büyük bir ölçüde bürokrasi ile eşanlamlı olarak kabul edilen “okumuşlar katmanını” hor gören pleb-yen bir niteliğe sahibdi. Subay kökenli İttihatçılıkla ihtilaflı iliş-kilerin oluşmasına yol açan bu plebyenlik, aynı zamanda da, asker eşraf ve ulema kökenli Birinci Cihan Harbi dönemi İttihatçılığını devam ettirmekteydi. Bu dönemdeki çete üyelerinin de büyük bir kısmının devlete oranla nispi bir özerkliğe sahip olan ve “cemiyet”ten, özellikle de eşraftan ve ulemadan gelen simalarla güçlenen Teşkilât-ı Mahsusa’dan geldikleri, devleti devlete rağmen kurtarma programını devam ettirdikleri söylenebilir. Bu anlamda, çetecilik, belli bir oranda, kendini, Cihan Harbi İttihatçılığının ya zihnî ya da de organik devamı olarak algılamaktaydı. Ne var ki, kriz ve dağılma, İttihatçılığın uğradığı prestij kaybı, İstiklâl Harbi’ni destekleyen Sovyetler Birliği’nin varlığı ve Üçüncü Enternasyonal yoluyla yoğun bir propagandaya gi-rişmiş olması… gibi faktörler, devletin ne olduğu ya da ne olması gerektiği konularında çeteler arasında da ciddî yol ayrımlarına yol açmıştı. Bu nedenle, Çerkez Ethem misalinin de gösterdiği gibi, bazı çeteler kendilerini, sosyalizm, İslâmcılık ya da Türkçülük arasında ihtilaflı sentezlerle meşrulaştırmışlardı.
III 1959-1971: Ya Devlet Başa, Ya Kuzgun Leşe
Burada değinemeyeceğim nedenlerden dolayı15, Mustafa Kemal ve İsmet İnönü döneminde güçlü bir devletten bahsedebilmek oldukça zor. Bununla birlikte, Kemalist devletin zor araçlarını milliyetçilik ve “laiklik” icraatlarının ayrılmaz bir parçası olarak başarılı bir şekilde kullanabildiği de kuşku götürmez. Aynı şekilde, devletin tümüyle iltisak sahibi olmadığını düşünsek bile, en azından tepede birleşmiş bir teşekkülle karşı karşıya olunduğu, 1926 “temizlemeleri”nin ve Serbest Fırkası sonrası restorasyonun (1930), devleti Mustafa Kemal eksenli olarak yeniden inşa ettiği kuşku götürmemektedir. İttihat ve Terakki’nin entelektüel ve organik olarak devamını oluşturan Kemalist devlet, aynı zamanda selefinin askerî ve sivil bürokraside yarattığı parçalanmaların üstesinden gelerek bir mevcudiyet ve devamlılık kazanabilmişti.
Kemalist devletin bu başarısını bir dizi faktörle açıklayabilmek mümkün. Her şeyden önce, savaş koşullarının bitmesi ve “iç tehdit’in daha çok Kürdistan ya da taşra boyutunda kalması, devleti oldukça güçlendirmiş, Anadolu’nun tümünde merkeze bağlı bürokratik bir ağ kurulmasını kolaylaştırmıştı. İkinci olarak, milliyetçiliğin sağladığı ve İslâmlaşma süreciyle bir arada gelişen siyasi meşruiyet, Kemalist iktidarın etkinliğinin önemli bir faktörü olarak kabul edilebilir. “Laikleşme” toplumsal bazı hoşnutsuzluklar yaratsa bile, devletin “İslam ve Türk” olarak meşruiyeti tartışma götürmez bir şekilde kabul görmekteydi. Kemalist iktidarın başarısının üçüncü nedeni ise, Balkan Savaşları’ndan itibaren ciddi bir kan kaybına uğramış Türkiye’de zenginliklerin daralmış olması, dağıtılabilecek iktisadî kaynakların, özellikle 1929 buhranı ile daha da azalmış bulunması idi. Bu koşullarda Mustafa Kemal’in devlet ve cemiyet içinde tartışılmaz bir hakem rolünü görmesi nispeten kolaydı. Mevcut sınırlı kaynakların sadece cılız bir burjuvaziye ve Mustafa Kemal’in “affariste” olarak bilinen çevresine dağıtılması ve nispeten eşitlikçi bir temelde “bölüştürülmesi” devlet içinde zora başvurmayı gereksiz bir hale getirmekteydi.
Aynı şekilde, İkinci Cihan Harbi ve DP’nin iktidara gelişi sonrasında da çetecilik olgusunun nispeten sınırlı bir rol oynayabildiğini görmekteyiz. 1945’ten 1960’lara kadar endüstrileşmenin yarattığı zenginliklerin esas olarak devlet dışında bölüşülmüş olması da bunda önemli bir rol oynamaktaydı. Askeri bazı oluşumlara rağmen en azından 1959’a kadar devlet içi ihtilafların ya DP’nin otoritarizmi, ya da askeri emir-kumanda zinciri içinde halledilebildiği anlaşılmaktadır.
1959-1963 döneminin ise, tam aksine, askeri oluşumların arttığını, 1960 darbesi, 14’ler ve Talat Aydemir’in darbe teşebbüslerinin de gösterdiği gibi bir cuntalaşma sürecinin yaşandığını gözlemekteyiz. Kısmî bir demokrasinin işlerlik kazandığı 1963-1969 yıllarında, cuntacılığın tümüyle sona ermediğini, ama muhalefetlerin daha çok Meclis’e ya da sokağa taşındığını, 1969-1971 döneminde ise, devlet içinde “sağ” ve “sol”16 gruplaşmalardan ayrı olarak ele alınmayacak cuntacılığın yeniden ağırlık kazandığını görmekteyiz.
Bu nedenle, 1959’dan itibaren, cuntacılık (ve daha sonra MHP tarafından oluşturulan paramiliter kuvvetler yoluyla), çeteciliğin yeniden önem kazandığı belirtilebilir. Bunun değişik nedenleri arasında, devlet katmanları, özellikle de zor cihazlarına hükmeden katmanlar arasında kendilerini tarihî ve tarih-ötesi bir mis-yonun sahibi olarak gören kuvvetlerin oluşmasını ve bunların bu misyonlarını gerçekleştirmek amacıyla devleti zorla ele geçir-meye heveslenmelerini zikredebiliriz. 9 ve 12 Mart cuntalarının da gösterdiği gibi, bu oluşumların toplum içerisinde bir hegemonya sağlayamadıkları, bu nedenle de, ancak sınırlı bir biçimde toplumsal bir muhalefet ya da seferberlik gücüne dayanabildikleri görülmektedir.
Kemalist dönemde oluşan “toplum-üstü” devletin belli bir oranda zayıflaması ve kendisini iç dinamikleriyle yeniden üretememesi ise, bazı devlet ricalinin kendi dışlarında gelişen cuntacılık ve çetecilik gibi olgulara en azından müsamahakar bakmalarına yol açmaktaydı. Devletin “iç düşman” ya da “iç tehdit” olarak algıladığı katman ve programların toplum içerisinde belli bir güç kazanması, asmbolik sahada devlet monopolünün zayıflaması ya da alternatif siyasî ve kültürel simgelerin –Kürt, Alevi, İslamcı- gelişmesi ise, devletin bekasının korunmasını acil bir görev haline getirmişti. Bu durumda, devletin kendi dışındaki zor kullanma imkanlarına sahip güçleri meşrulaştırması ve entegre etmesi dışında bir alternatifi kalmamış bulunmaktaydı. MHP’nin 1960’larda devlet içinde –ve komando kampları yoluyla- devlet dışında elde ettiği güç bunu açık bir şekilde göstermekteydi.
Bu dönemdeki cuntalaşma yoluyla oluşan çeteleşmeyi İttihat ve Terakki döneminde komitacılık biçiminde tezahür eden çeteleşme ile karşılaştırabilmek mümkün değildir. Komitacılığın ve cuntacılığın ana kaynaklarından birini oluşturan Osmanlı ve Cumhuriyet dönemleri bürokrasilerinin çok daha değişik profillere sahip olduğu, devletin kendisinin de, özellikle 1960’larda, Pentagon mahreçli kontrgerilla ya da ya da gayrı-nizamî harp teorilerinin tesirinde bulunduğu görülmektedir.
Bununla birlikte, bu dönemin cuntacılığı ile son Osmanlı dönemi komitacığı arasında ortak bazı paydaların olduğu da söylenebilir. Bunların başında hem komitacılığın hem de cuntacılığın, devlete sadakat yemini etmiş, ama devleti devlete rağmen koruma, kollama ve kurtarma görevini üstlenmiş, bu nedenle de sadakati itikat olarak değil de itaatsızlık olarak yorumlayan askeri ve sivil bir elitin ve entelicensiyanın hareket tarzı olması gelmektedir. Kendisini tarihsel bir misyonun sahibi olarak gören bu katman, siyaseti bir savaş olarak17 ve ihtilalî ise bir teknik olarak değerlendirmekteydi. Bundan yola çıkarak, muhaliflerini –ve prensip olarak bir muhalefetin bulunmasını- düşman ve düşmanlık ilân etmekte, ihtilafların meşrulaştırılmasını sağlayabilecek siyasal liberal formülleri bir ihanet olarak değerlendirmekteydi. Bu şartlarda, devletin birbirine düşman ve devlet adına hareket eden, devletin muhtevasını belirleyen kutuplara bölünmesi, devlet içi konsensüsün ise, son tahlilde, bazılarının feda edildiği, diğer bazılarının entegre edildiği darbeler ve askeri rejimlerle sağlanması kaçınılmazdı.
Burada bir parantez açarak, bu olgunun 1959-1971 Türkiye’sinde demokrasinin yerleşmesi sorununun evrimci bir perspektiften yola çıkarak ele alınamayacağını da gösterdiğini belirtmek gereklidir. Türkiye siyasi tarihinin okunuşu, genellikle demokrasinin ancak “kopuşlar”ı da içeren bir süreç sonucu kurulabileceği, ama son tahlilde, oluşan “demokratik birikim”in demokrasinin içselleştirilmesi ve müesseseleşmesi sonucuna varacağı hipotezinden yola çıkmaktadır. Bunun tam aksine, 1959 sonrası dönem, devletin ciddi yapısal sorunlarla karşı karşıya bulunduğunu, bu sorunların sürekli bir şekilde olmasa da, bazı kırılma anlarında tezahür ettiğini göstermekteydi. Bu anlamda, ne 27 Mayıs ne de 12 Mart “demokrasinin bir çocukluk hastalığını” oluşturmamakta, tam aksine Türkiye’de devletin yapısal sorunları ve krizleri konusunda önemli ipuçları sunmaktaydı.
Eldeki veriler bu dönemde cuntacılık temelinde devlet içinde faaliyet gösteren aktörlerin enformel ya da yeraltı ekonomisi ile bir ilişkide bulunup bulunmadığını anlamaya el vermemektedir. Bu iki ekonominin, içtimaî olarak değil de, zenginlik yaratan alanlar olarak 1960’larda nispeten marjinal olduklarını, en azından devletin sağladığı –ve dış krediler ve KİT’lerle beslenen- kaynaklarla mukayese kabul edemez oranda cılız kaldıklarını düşünebiliriz. Aynı şekilde, Ortadoğu koşulları, 1950’lerde ve 1960’larda ancak son derece zayıf bir sınır aşırı ekonominin oluşmasını mümkün kılmaktaydı. Bu nedenle, bu aktörler açısından önemli olan hedefin, devlet dışı iktisaddan beslenmekten çok, devlet kaynaklarının tümünü ele geçirme olduğunu düşünebiliriz18. Dönemin mantığı ya devlet başa ya da kuzgun leşe olarak özetlenebilir.
IV- 1970’lerin Şiddetinden Susurluk’a
Susurluk kazasına varan süreç konusunda elde yeterli bilgi mevcut olduğu için, başka bir çalışmada ele aldığım19 bu dönem üzerinde ağırlıklı olarak durmayacağım. Bununla birlikte, Susurluk olgusunun sadece 1996’daki trafik kazasıyla sınırlanamayacağını belirtmek gerekli. “Susurluk”, 1970’lerde MHP’nin açıkça şiddete başvurmasıyla başlayan, 12 Eylül’de bazı ülkücülerin sistemin zor aygıtına entegre edilmesiyle devam eden, ve 1990’larda PPK’ye karşı verilen gayrı-nizami savaşın ve Ortadoğu ve Balkanlar çapında enformel iktisadî sahanının yarattığı rantın devlet tepesinde bir iç savaşa yol açmasıyla devam eden 20 yıllık bir süreç olarak okunabilir. 1970’lerden sonra başlayan bu yeni çeteleşme süreci, 1950’lerin sonu ya da 1960’larda olduğu gibi, ordu kökenlilerle sınırlı kalmayacaktı. Çeteleşme, bir yandan devlet içerisinde zor kullanma olanağına sahip olan ve en azından kısmen ordudan bağımsız hareket eden gizli servislerin sayısının artması ve özerkleşmesi, diğer yandan da, devlet dışındaki yoğun bir şiddet geleneği ve tecrübesine sahip olan ülkücü militanların ölüm tugayları olarak devlete entegre edilmesi ile tezahür edecekti. Sayıları 100.000’e varan ve esas olarak aşiret temelinde örgütlenmiş bir Korucu ordusunun kurulması, ve Bucak gibi bazı aşiretlerin kendi özel ordularını oluşturması, “Kırmızı Bölge”deki Sünni grupların Alevilere karşı silahlandırılması, zor kullanma hakkını elde eden grupların hem nitelikçe değişmesi, hem de nicelikçe artması anlamına gelmekteydi. Susurluk sonrasında bu aktörler tarafından ciddi bir şekilde tehdit edilen devletin yeniden inisiyatifi ele aldığını ve çeteleşmeyi en azından sınırlamaya çalıştığını görmekteyiz. 1999’da PKK’nin silahlı mücadeleyi terk etmesi de büyük bir ihtimalle çetecilikten çıkmayı kolaylaştıran faktörler arasında yer almaktadır. Ama, Çakıcı ile ilgili fotoromanın değişik sahifelerinin de gösterdiği gibi, çeteciliğin tümüyle ortadan kalkmadığı, en azından özerk sosyalisazyon mekanizmalarını ve devlet içinde ya da devlet sayesinde silahlanma imkanlarını Susurluk sonrasında da koruyabildiğini göstermektedir.
Burada, 1990’lar çeteciliğinin sadece devletle ya da Türkiye ile sınırlı kalmadığını da eklemek gerekli. Ortadoğu’da, Kafkasya’da ve Balkanlar’da devletlerarası savaşları da içeren ve sınır aşırı yoğun bir şiddetin yaşanması, enformel ya da yeraltı ekonomisinin yüz milyarlarca dolara varan bir ciroya ulaşması, predatör tipten bir ekonominin gelişmesi, bu yıllarda çetecilik olgusunun Türkiye’yi aşan bir sahada ortaya çıkmasını mümkün kılmıştı. “Şiddetin özelleştirilmesi” ise çetecilik olgusunun devlet dışında, özellikle de PKK içerisinde de tezahür etmesine yol açmıştı20.
Sonuç
Komitacılık, cuntacılık ya da ölüm tugayları şeklinde tezahür eden çetecilik olgusunun demokrasi ile doğrudan bir alakasının olduğu kuşku götürmemektedir. Ama bu irtibatın ötesinde başka bir nokta da son derece bariz bir şekilde ortaya çıkmaktadır: siyasi, etnik ya da dini ihtilaflarını meşrulaştıramayan, tam aksine şiddet yoluyla çözmeye çalışan ve buradan yola çıkarak iç düşman kavramını siyasetin ve kendi öz bekasının temeli olarak gören bir devletin son tahlilde çete tipi oluşumlara yol vermesi, dıştalamak istediği dış, yani toplumsal şiddeti, kendi içine “ithal” etmesi kaçınılmaz bir kader olarak ortaya çıkmaktadır. Şiddetin meşruiyeti doğal olarak bazılarına düşmanı tanımlama ve ona karşı her türlü zoru meşrulaştırma yetkisini vermektedir. Böyle bir durumda devletin hegemonik söylemini kabul eden bir aktörün gerektiğinde, devlet adına, devletin diğer kategorilerini de içerecek bir şekilde düşman belirlemeye soyunması kaçınılmazdır.
Hamit Bozarslan’nın bu yazısı daha önce özgür üniversite kitaplığından çıkan resmi tarih tartışmaları adlı kitapda yayınlanmıştır.
Dipnotlar
1 Bkz. F. Balkan, Fuat Balkan’ın Hatıraları. İlk Türk Komitacısı, İstanbul, Arma Yayınları, 1998
2 Bunun son örneği, 2005 Newroz’unda yaşanan ”Bayrak krizi” dolayısıyla çetecilik riskinin yeniden ortaya çıkmasıdır. Bkz. İ. Çevik, ”Far-Right cells being armed against Turkey’s Kurds”, The New Anatolian, 28.03.2005. 3 Burada devlet kavramını, ayrım yapmaksızın üç anlamda kullanmaktayım: 1 Klasik bir şekilde, “mülk”, yani özel bir mal anlamında devlet; 2 rasyonel ve bürokratik bir özerkliğe sahip olan bir organ; 3 kendi aralarında ihtilaflı değişik katmanları içeren bir saha. 4 Mukavele ve Pakt arasındaki bu ayrım için, bkz. J. Baudriard, L’esprit du terrorisme, Paris, Galilée, 2002
5 John Sales’in Men with guns adlı filmi, Latin Amerika örneklerinden yola çıkarak bu « ortak mesuliyet”in nasıl üretildiğini göstermektedir.
6 Bkz. H. Arendt, Les origines du totalitarisme Le système totalitaire, Paris, 1972, Seuil, pp. 102-103.
7 Bkz. C. Saraçoğlu, « Ülkücü hareketin bilinçaltı olarak Nihal Atsız », Toplum ve Bilim, s 100, 2004, ss. 100-124.
8 Ch. Tilly, The Politics of Collective Violence, Cambridge & Londres, Cambridge University Press, 2003, s. 42.
9 Bkz. H. Bozarslan, Network-Building, Ethnicity and Violence in Turkey, Abu Dhabi, ECSSR, 1999.
10 J. J. Reid, Crisis of the Ottoman Empire. Prelude to Collapse 1839-1878, Stuttgart, Franz Steiner Verlag, 2000.
11 Ş. Mardin, Türk Modernleşmesi. Makaleler 4, İstanbul, İletişim Yayınları, 1991.
12 Bkz. İ. Temo, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Kurucusu ve I/I nolu üyesi İbrahim Temo’nun İttihat ve Terakki Anıları, İstanbul, Arba Yayınları, 1987, ss. 40-41.
13 Bu kavram için, bkz. P. Bénichou, Le temps des prophètes. Doctrine de l’âge romantique, Paris, NRF, 1977.
14 Bkz. E. Cilasun, « Baki Ilk Selâm”. Yabancı Arşiv Belgelerinden ve Kendi Kaleminden Çerkes Ethem, Istanbul, Belge Yayınları, 2004,
15 Bu konuda bkz. H. Bozarslan, « Le mahdisme en Turquie : l’”incident de Menemen” en 1930”, REMMM, n91-94, 2002, ss. 297-320.
16 Yer darlığından dolayı, burada, biraz da kolaylık olması nedeniyle kullandığım bu kavramların Türkiye koşullarında ne kadar geçerli olduğu tartışmasına girmem mümkün olmayacak. Ama « Baasçılık » ya da « Nasırcılık » kavramlarının bu yılların realtelerini daha sadık bir şekilde dile getirebildiğini söyleyebilirim.
17 Bu kavram için bkz. G.Sartori, The theory of democracy revisited, Chatham, Chatham House, 1987
18 1960 yılında kurulan OYAK’ın, başka nedenlerin yanısıra, bu iç bölünmelere ve devletin uğrunda ölünmeye değer bir « mülk » olarak görülmesine karşı bir alternatif olarak düşünülüp düşünülmediği sorulabilir..
19 Bkz. H. Bozarslan, age.
20 Bkz. A. Öcalan, Çeteciliğe Karşı Mücadele, İstanbul, Mem, 2002
http://www.ozguruniversite.org/ sitesinden alinmistir