Abubekir Saydam/ Öcalan’ın 15 Ağustos’da açıklamayı düşündüğü ‘Yol Haritası’ ve Başbakan Erdoğan’ın önümüzdeki günlerde kamuoyuna sunacağı ‘Kürt Açılımı’ projeleri, yeni bir sürecin başlangıcına işaret ediyor. Bu girişimlere rağmen köklü bir çözümden hala uzağız, diyebiliriz.
Öcalan ‘Yol Haritası’nı kamuoyuna sunmadan evvel avukatlarını STK’lar ve ‘akil adamlar’a göndererek, onların da görüşlerini almayı uygun bulmuş.
Öcalan’ın böyle bir yönteme başvurması bazı gazeteciler, STK’lar ve ‘Kürt Sorunu’ ile yakından ilgilenen farklı kesimler tarafından olumlu görülüyor; ki bir yönüyle de doğru bir yöntem.
Ama bu madalyonun sadece bir yüzü. Öcalan’ın avukatları konuyla ilgili olarak kendileri dışında olan Kürt parti, STK ve şahsiyetlerinin de görüşlerini alıyorlar mı? Velevki ister legal, ister illegal olan Kürt partilerinin bazıları görüşlerini yazılı olarak dile getirdiler. Örneğin, PSK (Kürdsitan Sosyalist Partisi) ve RIZGARİ’nin görüşlerini onların sitelerinde okumak mümkün. TEVKURD ise görüşlerini daha evvel kamuoyuna duyurmuştu. Görüşlerini açıklayan HAK-PAR, KADEP gibi başka partiler ve şahsiyetler de var. Aynı durum diaspora’da yaşayan onlarca bağımsız Kürt aydını ve kurumu açısından da geçerlidir.
Bildiğim kadarıyla ne Öcalan’ın böyle bir istemi oldu; ne de avukatları böyle bir girişimde bulundu.
Görünen o Öcalan, ‘Yol Haritası’nı akil adamlar ve Türk STK’larının görüşlerini alarak çizecek. Ama kendi yandaş ve yan kuruluşlarının dışında olan Kürtleri geçmişte olduğu gibi yine görmezden gelecek.
Kürt Sorunu’nun çözümü süphesiz tek taraflı olamaz. Sorunun muhatapları devlet ve Kürt tarafıdır. STK ve akil adamların görevi ise taraflara sağlıklı bir çözüm için destek olmaktır.
Oysa Öcalan, ‘Kürt tarafını sadece ben temsil ediyorum’ iddiasından halen vazgeçmiş değil.
Şüphesiz Kürt tarafının en güçlü örgütü PKK’dır. Legal alanda ise Kürtleri önemli oranda DTP temsil ediyor. Ama sadece bunlar mı 20 milyon Kürt’ü temsil ediyorlar? Örneğin, DTP’nin son yerel seçimlerde aldığı 2 milyona yakın oyun tümü PKK veya DTP yandaşlarının mı? Bu oyların önemli bir kısmı devlete küskün oldukları için oylarını bir Kürt partisine vermeyi tercih edenler değil mi? Peki DTP veya Öcalan’ın en azından bu kesimlerin görüşlerini de alması gerekmez mi?
Süreç bu biçimi ile başlar ve devam ederse, ayaklardan biri eksik kalacak. Özcesi, sürecin muhataplarından olan Kürt tarafının önemli bir kesimi sürecin dışında tutulacak.
Öcalan ve PKK, bu yaklaşımlarını terketmelidir. Onlar, çözümün en önemli aktörlerinden olan Kürtlerin hiçbir kesimini dıştalama hakkına sahip değiller. En kitlesel Kürt kesimi olarak, daha sorumlu davranmalılar.
‘Yol haritası’ndan çıkacak öneriler de önemlidir. Bu öneriler, Kürtlerin ulusal istemlerine ters düşmemeli, Kürt halkının eşit ve özgür vatandaşlar olarak yaşamalarına hizmet etmelidir. Sadece belirli kültürel haklara indirgenmiş bir çözüm, çözüm olamaz.
Kürtlerin önemli bir kesiminin sorunun çözümüne ilişkin istemleri PKK ve DTP çizgisinden daha ilerdedir. Bu kesimler her iki halkın eşitliğini içerecek federatif çözümden yanalar. Öcalan ‘Yol Haritası’nı çizerken, bu talepleri gözardı etmemelidir.
Görüldüğü kadarıyla AKP ve onun hükümeti de, Kürtleri dıştalayarak bir çözüm(!) süreci geliştirmek niyetinde. AKP’nin bu yaklaşımı da doğru değil. Bu konuyla ilgili görüşümü yarınki yazımda daha geniş yazmayı düşünüyorum.
27 Temmuz 2009
Abubekir Saydam
Almanya
E-Mail: A.Saydam@arcor.de
———————————–
‘Yol Haritası ve Kürt Açılımı’ (2)
27 Temmuz tarihinde yayınlanan yazım nedeniyle birçok cevap aldım. Bunlardan büyük çoğunluğu PKK/DTP politikasına eleştirimden ötürü, bazen de ölçüyü aşan ve saldırıya varan cevaplardı. Bu cevapları toplumumuzun içinde bulunduğu tarihi süreç nedeniyle normal karşılıyorum. Toplum bir bütün olarak bunalım içerisinde. 87 yıllık devlet politikasının sonuçları ve Kürt hareketlerinin bugünkü konumlarından ötürü toplum içerisinden bu tür tepkilerin gelmesini doğal karşılıyorum.
Yazımın birinci bölümünde Öcalan’ın ‘Yol Haritası’na ilişkin kısa da olsa görüşlerimi açıklamıştım. Bu yazımda AKP Hükümetinin, daha doğrusu devletin Kürt sorununa bakış açısını değerlendirmek istiyorum.
Gelinen aşamada durum özetle şöyle:
a) Birkaç yıl evveline kadar ‘sözde Kürt’ birinci sınıf vatandaş idi. Bu sınıflandırma çerçevesinde olayı değerlendirirsek, o zaman ikinci veya üçüncü sınıf vatandaşlar kimlerdi? Eğer ‘sözde Kürt’ birinci sınıf vatandaş idiyse, etnik kökenlerinden ötürü Ermeniler, Rumlar, Süryaniler, Yahudiler ve Araplar da ikinci sınıf vatandaş oluyorlar. Pekala üçüncü sınıf vatandaş kim? Acaba Osmanlı’nın ‘etrakî bê îdrak’ dediği Türk mü? Lütfen bunları benim görüşüm olarak algılamayın. Hiç bir halkı sınıflandırmam ve aşağılamam. Ama devletin 85 yıllık paradigmaları çerçevesinde gelinen süreci değerlendirmek için çaba sarf ederken bu sorular ister istemez karşımıza çıkıyor.
b) Düne kadar ‘sözde Kürt’ birinci sınıf vatandaş iken, onun bugünkü sorunu olan ‘Kürt sorunu’, sayın Cumhurbaşkanının deyimiyle Türkiye’nin en yakıcı ve en önemli sorunu oldu. Yani ‘sözde’, ‘asıl’ olduğu gibi, ‘sorunu’ da en yakıcı sorun oldu.
c) Birkaç yıl evveline kadar resmi olarak Kürtçe diye bir dil ve Kürdistan diye bir ülke yoktu. Şimdi ise Kürtçe anadilde eğitim olur mu olmaz mı, diye tartışıyoruz. Paralel olarak üniversitelerde Kürtçe bölümler açılmasının gerekliliğini dile getiriyoruz.
Vay canına! Yahu, nereden nereye gelmişiz de haberimiz yokmuş…
12 Ağustos 2005 tarihinde Diyarbakır’daki konuşmasında ”geçmişte yapılan hataları yok saymak büyük devletlere yakışmaz” diyen Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Erdoğan daha sonra arka arkaya potlar kırmaya başladı. Çünkü sayın Yaşar Kemal’in tarifiyle ‘Kürt sözcüğünü duyan Erdoğan tir tir titremeye başlıyor’.
Erdoğan, “Beğenmeyen pılını pırtını toplayıp çekip gitsin,” diyor. Nedeni çok açık; çünkü kendisi keskin bir Türk milliyetçisi.
Buna rağmen gelinen koşullarda partisi ve hükümeti ile Erdoğan bir ‘Kürt Açılımı’ yapmak mecburiyetinde. Çünkü hem Kürt halkının yüz yılı aşkın mücadelesi, hem de Güney Kürdistan, Ortadoğu ve uluslararası koşullar, devleti Kürt politikasında çözüme zorluyor. Ama Erdoğan bunu yaparken kesin çözümü içeren bir plan veya strateji ile mi, yoksa Öcalan gibi taktiksel yöntemlerle mi hareket ediyor? Sorun gerçekten bunu ortaya çıkarmakta.
Erdoğan, başbakan olarak Almanya’ya geldiğinde Köln Arena’da yaptığı konuşmada “asimilasyon bir insanlık suçudur,” dedi. Şimdi kendisine soralım ‘asimilasyon’ nedir? Eğer kendisi bilmiyor ve danışmanları da kendisine gereken bilgiyi vermemişler ise, bilmeli ki büyük bir pot kırmıştır ve dünya aleme cevap verme ile yükümlüdür.
Asimilasyon sözcüğü’nün Türkçe karşılığı ‘eritme’dir. Sayın Başbakan’ın dediği doğru, asimilasyon bir insanlık suçudur. Hatta devletlerin programlı olarak bir dili ve kültürü asimile etmesi uluslararası hukukta ‘genocide’, yani soykırım sayılıyor.
Şimdi sayın Erdoğan’a sormazlar mı, sen Almanya’daki Türkçe anadilde dersin eğitim müfredatından kaldırılmasına karşı çıkarken, neden başbakanı olduğun devlette yaşayan Kürtlere ana dilde eğitimi yasaklıyorsun?
Peki Doğu Türkistan’da Han Çinlilerinin Uygurlara yaptıklarını soykırım olarak değerlendiren sayın Başbakan, 29 Kürt ayaklanmasından sonra -ki bunların en kapsamlısı sonuncusudur- binlerce sivilin kurşuna dizilmesini, yüz binlercesinin kendi köy ve kasabalarından toplatılıp zorla mecburi iskana gönderilmesini, köy boşaltmaları sonucu dört milyona yakın insanın metropollerdeki varoşlarda yaşamaya mecbur edilmesini nasıl değerlendiriyor? Biri soykırım oluyorsa, diğeri nedir? Açıktır ki bu çifte standardı devlet her zaman yaptı ve tüm Türkiye toplumuna karşı kullandı.
‘Kürt Açılımı’ tabiri de gösteriyor ki, açıklanacak ‘Açılım Programı’ sorunu nihai çözme amaçlı değil, en nihayetinde çözüm sürecini başlatma amaçlıdır. AKP ve hükümeti bir bütün olarak sorunu çözmeye yönelik ciddi adımları atmaya niyetli değil, bu koşullarda atamazda.
AKP’nin kendisi homojen bir parti değil, kendi içinde ulusalcıdan tutun sosyal demokrat, liberal, muhafazakar ve dincisine kadar varan geniş yelpazeli bir heterojen yapıya sahip. Bunların dışında bir de ‘Kürt grubu’ var ki bunlarda homojen bir yapıya sahip değiller.
Ana muhalefet olan ulusalcı CHP ve ırkçı-milliyetçi MHP’nin ‘Kürt Açılımı’na tamamen karşı oldukları belli.
Devletin asker-sivil bürokrasisinin önemli bir kesimi -ki bunun yargı kanadı en statükocu olanıdır- halen Kürt realitesinden söz edildiğinde devletin parçalanacağına inanıyor ve bu sayikle Türk toplumunu şartlandırmaya devam ediyor. Bu, 85 yıllık ‘efendilik’ ve devleti sahiplenme politikalarının sonucudur. ‘Kürt sorununun’ barışçıl sürece girip nihai çözüm yönünde ilerlemesi aynı zamanda Türkiye’de demokratikleşme sürecine ve sivil toplumun güçlenmesine de büyük katkıda bulunacaktır. Adı geçen bu güçler, gelişen sürecin kendi aleyhlerine olduğunu çok iyi biliyorlar.
Türkiye toplumunun çoğunluğunun da buna hazır olduğuna inanmıyorum. Devlet olarak on yıllarca Kürtleri yabani, şiddet yanlısı ve sonuçta da terörist olarak göster; şehit asker törenleriyle toplumu Kürtlere karşı kışkırt; linç girişimlerinde bulun; Türkleri, Kürtleri boykota çağır; eğitim sisteminle insanları devlete kul yap; o zaman nasıl olur da bu zihniyet ve toplumsal ruh hali birkaç yıl sonra yerini toleranslı, çoğulcu, katılımcı ve çok kültürlü düşünce tarzına bırakabilir? Bu değişimin olabilmesi için öncelikle yeni bir eğitim sistemiyle birlikte, devletin katı üniter yapısının değişime uğraması, yeni demokratik, eşit ve katılımcı bir anayasanın hazırlanması, zorunludur. Bu Kürtlerin, diğer etnik ve dinsel kimliklerin yasal ve anayasal olarak tanınması ile mümkündür.
Toplumun demokratikleşme sürecine en önemli katkılardan biri il ve ilçe belediyelerinde katılımcılığın, sivil toplumun güçlenmesini sağlayacak, Avrupa Birliği üye ülkelerinde uygulamada olan Yerel Yönetimler Yasasının TBMM gündemine getirilerek yasalaşmasını sağlamaktır. Bu yasa sadece Kürtleri değil aynı zamanda tüm Türkiye toplumunu yakından ilgilendiriyor. Bu yasa, sivil toplumun, demokratik, çoğulcu, katılımcı toplumun önemli bir sac ayağıdır.
AKP Hükümetinin, devletin bu aşamada kesin çözümü getirecek bir strateji ve plan yerine, bazı somut adımlarla desteklenen bir yaklaşım sonrasında Kürt toplumunu kazanmaya çalışacağı açıktır. Bu adımları atanlar ‘bak aşamalı olarak sorunu çözüyoruz ve bu süreçte somut adımlar atıyoruz’ diyeceklerdir. Bu somut adımların Türk toplumuna etkisi ölçülecek, zamanla da önyargıların kırılması sağlanacak. Geçen dönemde atılan bazı somut adımlar hükümetin ve devletin bu yaklaşımlarla hareket edeceği intibasını güçlendiriyor.
25 yıldan fazla süren bir iç savaşın her iki topluma verdiği maddi ve manevi zararların yanı sıra ruhsal bunalım ve bu sürede oluşan karşılıklı düşmanlık duygularının giderebilmesi için başta devlet ve Türk toplumu, geçmişi ile yüzleşmeli ve hesaplaşmalı. Benzer konu elbet Kürt toplumu için de geçerlidir.
Hükümetin ‘Kürt Açılımı’ konusunda Kürt kesiminde oluşan şöyle bir kanı var: Erdoğan, ‘Kürt Açılımı’ projesini Öcalan’ın 15 Ağustos’ta kamuoyuna sunmak istediği ‘Yol Haritası’ndan evvel alelacele hazırlayıp kamuoyuna sunmak istiyor. Ben aksi görüşteyim.
Hükümetin, daha doğrusu devletin 29 Mart seçimlerinden sonra geniş kapsamlı bir ‘Kürt paketi’ni hazırlayıp uygulamaya koyacağı biliniyordu.
Öcalan ve Partisi de bunun farkındaydı. Bu nedenle bir taşla iki kuş vurmak istiyorlar.
Öcalan ‘Yol Haritası’ projesiyle hükümeti ‘Kürt Açılımı’ konusunda zorlamayı ve açıklandıktan sonra da benzer bir yol haritası çizmeyi amaçlıyor.
Sonuç olarak şunu söyleyebilirim. Her iki taraf da gerekli ve gerçekçi bir çözümün yolunu açacak ve çözüm sürecini hızlandıracak bir planı kamuoyuna sunmayacaklar.
Özde AKP Hükümetinin, açılım konusunda ne Öcalan’ın yol haritasına ve ne de akil adamlara ihtiyacı var. Kürt toplumu eşit haklar istiyor; siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik alanlarda istemleri yıllardan beri belli. Devlet bir şeyler hediye etmiyor; o, yüzyılı aşkın bir süreden beri yapılan haksızlıkların, baskı ve zulümlere karşı verilen haklı mücadelenin istemlerini yerine getirmekle yükümlü; bunu da yaparken kaale alması gereken Kürt halkı ve onun haklı istemleridir.
Kanımca buna rağmen her iki taraftan gelecek olumlu öneri ve adımlar desteklenmeli, ki bunların çözüm sürecine katkıları şüphesiz vardır; ama bunlarla da yetinmemeli, bir yandan Kürt Sorunun nihai çözümünü getirebilecek süreç hızlandırılmalı, diğer yandan da paralel olarak Türkiye’nin demokratikleşmesi, güçlü ve istikrarlı bir sivil toplumun oluşması için mücadele sürdürmeli.
Yazı dizimin üçüncü bölümünü her iki toplumun ruh haline, geçmişle yüzleşme ve hesaplaşmaya ayırmak istiyorum.
29 Temmuz 2009
Almanya