0 0
Read Time:7 Minute, 51 Second

teslim_grM. Can YÜCE / 19 Ekim 2009 günü 34 kişilik bir grup PKK’li Habur sınır kapısında TC yetkililerine “Demokratik Açılım sürecinin önünü açmak” gerekçesiyle teslim oldu. (Öcalan’ın çağrısı ve örgüt merkezinin kararıyla ve “politik bir misyonla” gelmiş olsalar da bu duruşun politik özü ve anlamı teslimiyetten başka bir şey değildir. Bu politik misyonun kendisi 10 yıldır süren teslimiyet ve tasfiye sürecinin yeni bir aşaması ve halkası niteliğindedir. Bu değerlendirmemizin açılımına geleceğiz.) 29 kişi “Özel yetkili savcılar” tarafından ifadeleri alındıktan sonra “tutuksuz yargılanmak üzere” serbest bırakıldı. Geriye kalan 5 kişi ise tutuklanma istemiyle mahkemeye sevk edildi ve ifadeleri alındıktan sonra serbest bırakıldı. Böylece devletin tavrı da netleşmiş oldu. Zaten Başbakan ve içişleri Bakanı bu olayı “sevindirici ve memnuniyet verici” olarak tanımladılar. Hatta İçişleri Bakanı daha ileri giderek bu olayın öteden beri sürdürdükleri “Açılım sürecinin bir parçası olduğunu” vurguladı, 100-150 kişilik bir grubu daha beklediklerini söyledi.

Sınırdan geçiş ve teslim olma süreci, ardından bunların tümünün serbest bırakılması ve devletin en üst düzey yetkililerinin bu konuda memnuniyet belirten açıklamaları birlikte değerlendirildiğinde bu olup bitenlerin İmralı üzerinden “kotarılan” bir plan olduğu çok açıktır. Uygulanmakta olan devlet damgalı bir süreçtir; bu, tartışma götürmeyecek kadar açıktır. Ancak biz bu yazımızda olayın bu boyutu üzerinde uzunca durma eğiliminde değiliz. Esas olarak olayın politik özü ve anlamı, gerçekleşen trajik paradoksun kendisi üzerinde durmaya çalışacağız.

10 yıl önce de yine Öcalan’ın açık talimatı ile iki grup gelip devlete teslim olmuş ve devlet bu grupları sorgulamış, yargılamış ve ağır cezalara çarpıtarak zindana atmıştı. Adına “Barış grupları” denen bu teslimiyet girişimi Öcalan açısından bir fiyasko muydu?

Hayır!

O dönemde Öcalan için en temel sorun, “devlete hizmet” konusunda verdiği sözde ne kadar samimi olduğunu kanıtlamaktı. Sadece bu da değildi. Örgüt üzerindeki otorite ve gücünü de test ederek kanıtlamasını istiyorlardı. Öcalan’ın ilk talimatında istediği daha geniş ve temsil yeteneği ve yetkisi üst düzeyde olan kişilerden oluşan grupların gönderilmesiydi. Ancak bu, örgüt içinde aynı ölçüde ve düzeyde yankısını bulmadı, gizli ve dolaylı bir dirençle karşılandı. Hatta Pişmanlık yasasını kabul ettirme üzerinden yaptığı denemeler de yine bu gizli ve dolaylı direnç nedeniyle başarısızlığa uğramıştı. 10 yıl önce teslim olan grupların bileşimi ve sayısı tam olarak Öcalan’ın istediği düzeyde olmasa da yine de onun “samimiyet testinde” ve örgüt üzerindeki iktidarı konusunda devlet açısından aydınlatıcı bir rolü oldu.

Hiç kuşku yok, ortada özgür bir irade ve bununla alınmış bir politik karar olmadığı gibi, devletin kendisinin de bir acelesi yoktu. İdeolojik ve politik teslimiyet ve zamana yaydırılmış bir tasfiye süreci devlet için önemliydi; bu konuda aşamaları, öğe ve ayrıntıları netleşmiş bir stratejileri de yoktu. Bundan dolayı ilk teslimiyet gruplarına yüklenen anlam, Öcalan’ın kendi samimiyetini kanıtlama ve ideolojik ve politik teslimiyet ve pratik tasfiye sürecine katkı sunarak derinleştirme idi. Politik ve psikolojik üstünlük kendilerindeydi, teslim olmuş gruplar üzerinden bunu bir kez daha gösterme ve bilinçlere işleme çabası içindeydiler… Bu anlamda ilk teslimiyet gruplarının yaşadıklarının dışında bir durum yaşamaları hemen hemen olanaksızdı… Zaten yaşanan pratik de bundan başkası olmadı…

İdeolojik ve politik teslimiyet ve tasfiye sürecinin tarihi neredeyse anı anına ve belgelere dayalı olarak değerlendirildiği için bunlar üzerinde yeniden durmanın bir anlamı yok… Ancak gelinen noktada ideolojik ve politik teslimiyet ve tasfiye süreci hatırı sayılır bir doygunluk noktasına ulaştı. Gerçi bu tümden devrimci dinamizmin ve direncin tasfiyesi noktasına gelemedi, ancak bu direnç, hatta geniş kitlesel boyutlar kazanan bu direnç yürürlükteki politik program ve çizgi ile trajik bir paradoks oluşturmaktadır. Bu trajik paradoksun anlamı şudur:

Dün “Barış ve demokratik açılım adına” gelip teslim olan grubu karşılamak için binlerce Kürt coşkulu bir karşılama törenini yapıtı, bugün yapmaya devam ediyor. Bu sahiplenme duruşu ile gerçekleşen olayın politik özü tam anlamıyla bir karşıtlık, tam bir paradoks oluşturmaktadır. Grubun kendileriyle birlikte getirdikleri ve okudukları bildiride ortaya konulan program, “Türkiye demokratik ulusunun bir parçası olarak Kürt halk kimliğimiz temelinde ve anayasal güvenceye sahip olarak özgür, eşit ve birlikte yaşamak” olarak ifade ediliyor. “Türkiye demokratik ulusu” hedefi ile coşkulu ve eylemli binlerin politik duruşunu bağdaştırmak mümkün mü? Coşkulu ve eylemli binlerin ayağa kalkışının temelinde Kürt ve Kürdistan ulusal bilinci ve ruhu vardı; son 10 yılın sistematik bilinç ve ruh katliam hareketi bu bilinci ve ruhu kökünden tasfiye edemedi. Ancak tersine çevirmeyi, baş aşağı dikmeyi ve bunu binlere yedirmeyi başardı. Bunun sayısız nedeni var ve bu paradoks, Kürt halkının güncel trajedisinin de temelini oluşturmaktadır. Bu trajedi aşılmadan Kuzey Kürtlerinin, gerçekten eşit, özgür ve bağımız bir kimlik ve irade olarak politika ve tarih sahnesinde yerlerini almaları mümkün değildir. Şu soru, içinde bulundukları trajik paradoksu anlamaları için yeterlidir:

Çeyrek asırdan fazla bir süredir verdiğimiz mücadele, gösterdiğimiz direnişler, ödediğimiz bedeller “Türkiye demokratik ulusunun bir parçası olarak Kürt halk kimliğimiz temelinde ve anayasal güvenceye sahip olarak özgür, eşit ve birlikte yaşamak” için miydi? Şimdi yapılan coşkulu törenler, gösteri ve yürüyüşler, gerçekte “Zafer törenleri” mi? Kendini düzene kabul ettirme, bunun için en temel istem, amaç, ilke ve değerlerinden vazgeçme ve tarihsel ve toplumsal olarak içi boş bir “Türkiye demokratik ulusu” kavramı ile bunu meşrulaştırma çabaları ne zamandan beri “zafer” oldu; tarihte böyle bir zafer var mı?

10 yıl sonra gerçekleştirilen “Barış grupları” süreci, yani dün gerçekleştirilen ve devamının geleceği söylenen teslimiyet sürecinin daha öncekinden farklı boyutları var. Bu farklılık özde, politik hedeflerin kendisinde değil; koşullar ve içi-dış politik dengeler ortamından kaynaklanıyor. ABD’nin Irak, Güney Kürdistan politikaları ve TC’nin bu alanda kazandığı inisiyatif ve kendisine yüklenilen rol, TC’nin kendi iç dengelerini Ergenekon Davası üzerinden yeniden kurması ve bunların bir sonucu olarak PKK sorununu çözme ihtiyacının artık kendini daha yakıcı olarak dayatması ve PKK sorununu çözme bağlamında Kuzey Kürtlerini belli kırıntılarla düzene bağlama hedeflerini bir plan olarak belirledi ve “Demokratik açılım süreci” böylece başlatıldı.

Öcalan ve PKK 10 yıldır devlet ve düzene kendilerini kabul ettirmek için sistematik ve çok yönlü bir çaba içindedirler. Burada, devletin kendisinin belirlediği plan bağlamında ve inisiyatifi her düzeyde elinde tutarak bir süreç başlattı. Ancak bu sürecin önünde önemli engeller ve direnç noktaları vardı. MHP ve CHP’nin başını çektiği cephe uyguladığı sert muhalefet ile süreci tıkama noktasına kadar getirdi. Genelkurmayın TC’nin var oluş ilkelerini yeniden vurgulayan açıklamaları ve bu konuda gösterdiği tavır, hükümeti de neler yapmayacaklarını bir kez daha vurgulama ihtiyacına itti. Aslında bu konuda bütün cepheler, TC’nin temel ilkeleri konusunda aynı noktadaydılar, ama atılabilecek adımlar konusunda farklılıklar ortaya çıkıyordu.

Gelinen noktada PKK sorununu çözmek ve Kuzey Kürtlerini devrimci dinamizminden arındırarak düzene bağlamak devlet açısından kaçınılmaz bir ihtiyaç haline gelmişti. Öcalan, 10 yıldır bunun çizgisini savunuyor ve Kuzey Kürtlerine yediriyordu, kendi iktidar sistemini de daha da derinleştirmiş ve sağlamlaştırmıştı. Dolayısıyla onun üzerinden bu hedefe ulaşmanın “tarihi fırsatı” doğmuştu, bunu değerlendirmeleri gerekiyordu. Böyle düşünüyorlardı. Gelinen tıkanma noktasında ellerini güçlendirecek “jestlere” ihtiyaç vardı. Bu “jest” İmralı’nın çağrısıyla karşılandı. İşte bugün gelinen nokta satırbaşlıkları biçiminde özetlenen gelişmelerin bir sonucu ve ürünüdür.

34 kişilik grubun gelişi ve ardından devlet tarafından serbest bırakılmaları, hem “Açılım süreci”, hem de 10 yıldır sistematik bir biçimde sürdürülen teslimiyet ve tasfiye süreci bakımından yeni bir aşamadır. Düzen ve devletle bütünleşme, bunun devlet tarafından kendi ölçüleri bağlamında kabul görmeye başlaması, pratik-politik olarak yeni bir aşamadır.

34 Kişinin gelişi, salt “sürecin gelişmesi bakımından Hükümetin elini güçlendirici” taktik bir adım değil, aynı zamanda ve daha önemlisi, devlet ve düzenle bütünleşmenin “Programının” bir kez daha deklere edilmesidir. Bununla birlikte bu, devlet ve düzenle bütünleşmenin sembolik bir ifadesidir de…

Bugün ülkemizde ve Türkiye’de yaşanan ve yaşanacak gelişmeleri daha iyi ve objektif kavramak için altında “Barış ve Demokratik Çözüm Grubu” imzası bulunan Bildirinin “Talepler” bölümünü olduğu gibi buraya aktarmak istiyoruz:

“Kısaca ve özce ortaya koyduğumuz mesajlarımızın pratikte hayat bulması ve ortak yaşam koşullarının olgunlaşması için en öncelikli taleplerimizi şöyle sıralayabiliriz;

1-Önder Abdullah Öcalan’ın hazırladığı Kürt sorununun barışçıl ve demokratik siyasi çözümü için YOL HARİTASININ ilgili muhataplarına verilmesini ve tüm kamuoyuna açıklanması,

2-Askeri ve siyasi alana dönük operasyonların durdurulmasını ve Kürt sorununun barışçıl ve demokratik siyasi çözümünün önünün açılmasını ve bu çözümün Türkiye’nin gerçek anlamda demokratikleşmesine bağlı olarak Kürt halkının özgür iradesini esas alma temelinde diyalog ve müzakere yöntemiyle gerçekleştirilmesini,

3-Türkiye demokratik ulusunun bir parçası olarak Kürt halk kimliğimiz temelinde ve anayasal güvenceye sahip olarak özgür, eşit ve birlikte yaşamak,

4-Anadilimiz olan Kürtçeyi her yerde özgürce konuşmak, öğrenmek, geliştirmek ve tarihi değerlerimizi, kültürümüzü ve coğrafyamızı anadilimizde yaşamak,

5-Çocuklarımızı Kürtçe adlandırmak, Kürtçe eğitmek ve büyütmek,

6-Kürt halkı olarak tarihimizi, kültürümüzü, sanat ve edebiyatımızı özgürce yaşamak, geliştirmek ve korumak,

7-Kendi kimliğimizle demokratik toplumsal örgütlenmemizi geliştirmek, demokratik siyaset yapmak ve kendimizi özgürce ifade etmek,

8-Kürdistan’ın köy, kasaba ve şehirlerinde özel harekâtçı, korucu ve polisin baskı ve zulmünden uzak, yeterli imkânlara kavuşmuş ve güvenlik içinde yaşamak,

9-Türkiye’nin demokratikleşmesini ve bunun için sivil-demokratik bir anayasanın hazırlanmasını istiyoruz.”

Burada üzerinde durulması gereken temel nokta, 3. taleptir. Bu talep, aslında bir tür İmralı çizgisinin özünü anlatmaktadır. Burada yeni bir ulus tanımı, “Türkiye ulusu” gibi, Kürtlerin ulusal ve tarihsel inkârını perdeleyen ve başka bir biçimde teorileştiren bir ulus tanımı geliştirilmek ve anayasal güvencelere bağlanmak istenmektedir. Aslında bu tanımın hiçbir tarihsel, toplumsal ve kültürel temeli yoktur; Türk ulus teorisini yeniden üretme ve Kürtlere kabul ettirme girişimidir. Buna göre üst kimlik olarak Türkiye ulusu kabul edilmek, Kürtler ve diğerleri ise alt kimlik olarak bunun bir parçası olarak yeniden tanımlanmak istenmektedir. Yoksa Kürt halkının bir ulus olarak kabul ettirilmesi, ulus olmaktan kaynaklanan haklarının birer talep olarak ileri sürülmesi, kendini gerçekte eşit bir taraf olarak görme ve kabul ettirme durumu yoktur. Gerçeklik budur, yoksa söylenen lafların tümü bu gerçekliği örtmenin demagojisi olmaktan öte bir anlam ve değer ifade etmemektedir.

Bu konuyu birçok boyutuyla tartışmaya devam edeceğiz. Israrla gerçekleri ortaya koymak bugün her zamankinden daha fazla bir zorunluluk olmaktadır…

                                                                                                                      20 Ekim 2009

                                                                                                                       

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
News Reporter