M. Can YÜCE / Türkiye’de demokrasi sorunu, aslında, bir bütündür; demokrat olmanın ölçüleri de bir bütündür! Bu ölçüleri parça parça açmaya çalışırken amacımız, konunun daha iyi kavranabilmesi içindir!
Ulus devlet ya da daha doğru bir ifadeyle devlet-ulus teorisi ve programı, demokrasi önündeki en temel etken olmaktadır. Türk uluslaşması, devlet elliyle, devlet zoruyla ve devletin ürettiği ve her dönemde yeniden ürettiği resmi çizgiyle geliştirildi. Bu çok yönlü zor örgütlenmesi ve tüm farklılıkları bastıran ve yasaklayan resmi çizgi ve kültür geliştirmek ve kurumlaştırmak anlamına geliyor. Hatta iş toplumsal farklılıkların inkârına, bu inkârın teorileştirilmesine kadar götürüldü: “Sınıfsız, imtiyazsız bir kütleyiz” hurafesi, bu “komik” teorinin en yalın ifadesi olmaktadır. Tüm fraklılıklar ve farklı renkler yok sayıldı, inkâr edildi ve imha programına alındı; bu, TC’nin inkârcı, tekçi ve imhacı kimliğinin özüydü. Bu bağlamda;
Dört: Demokratikleşmenin, ya da demokrat olmanın diğer bir ölçüsü de Kemalist Laiklik anlayışı, kurumlaşması ve pratiğine karşı tavır, buna karşı gerçek burjuva anlamda laikliği savunabilmektir. Bilindiği gibi resmi laiklik çizgisi ve kurumlaşması, süreç içinde Cumhuriyetin “değişmezleri”, tabuları içinde yer aldı. Bu, boşuna değil, Cumhuriyet kurumlaşmasının bir gereği, kendini “rasyonelleştirmenin” bir gereğidir. Askeri despotik dikta, özel savaş ve ulus devlet programı ile resmi laikliğin geliştirilme ve kurumlaşma süreçleri arasında sıkı bağlar var. Kısaca açmakta yarar var.
Resmi laiklik anlayışı ile Şeyh Sait Direnişin bastırılması politikası arasındaki sıkı ilişki bir rastlantı mı? Hiç kuşkusuz hayır! Resmi laiklik çizgisinin şekillenmesinin iki temel ayağı ve temel nedeni var. Birincisi, kendini İslami motiflerle ifade etmeye çalışan dönemin Kürt Direniş hareketini bastırmak ve bastırılan bu hareketin kendini yeniden üretme ve geliştirme ideolojik ve kurumsal olanaklarından yoksun bırakmak… Dolayısıyla Şeyh Sait Direnişinden hemen sonra Medrese, Tekke ve Zaviyelerin kapatılması, tarikat ve cemaatlerin kapatılması ve onların sembollerinin yasaklanması bundan dolayıdır. Bu, o tarihsel koşullarda toplumu örgütsüzleştirme, muhalefetin filizlenebileceği zeminleri tümden ortadan kaldırma hareketinin kendisidir. Açık ki o dönemde dinsel ideoloji ve form, kendini, ulusal veya başka türden ifade etme zemini niteliğindeydi. Birçok ulusal hareketin kendisini dinsel formlarda ifade ettiği ve geliştirdiği bilinmektedir. Dinsel zemin ve kurumlar Kürtler açısından belli ölçüde, bu işlevi görmeye yatkındı; Şeyh Sait Hareketinde olduğu gibi…
Kürdistan’da 1920’li yıllarda Medreseler, dinsel bir kurumlaşma olmakla birlikte Kürtçenin konuşulduğu, öğretildiği, dahası ulusal ve yurtsever duygu ve eğilimlerin kendini ifade etmeye çalıştığı zeminler niteliğindeydi. Özellikle Kürdistan’da 19. Yüzyılda, Behdinan Ayaklanmasının bastırılmasından sonra, “Beylik” yapılanmasının dağıtılmasıyla birlikte daha küçük toplumsal ve dinsel birimler önem kazandı. Dinsel ve aşiret örgütlenmesi, bunların “önderlikleri”, toparlanmanın ve yeniden ayağa kalkmanın toplumsal ve siyasal dayanakları niteliğindeydi. Bundan dolayı bu direnişlerin bastırılması süreci, aynı zamanda bu birimlerin tasfiye edilmesi, yasak ve sürgünlerin etkin kullanılması süreci olmuştur.
Bu yapılırken dinsel motifler ve gerçeklikler son derece abartılmıştır. Bununla bastırma ve her türlü ulusal, dinsel ve toplumsal farklılık inkâr edilerek imha etme politikasını “meşrulaştırma” araçları da geliştirilmiştir. “İrticaa karşı Cumhuriyetin uygarlık hareketi” savunusu, Cumhuriyet ve programını gerçekleştirme açısından önemli bir işlev görmüştür! Kürt direnişlerinin bastırılmasında “Dinsel gericiliğe karşı ilericilik” gerekçesi, önemli bir meşrulaştırma aracı olarak kullanılmıştır. Kısacası resmi laikliğin Kürdistan boyutu, TC’ye karşı her türlü ulusal direniş düşüncesi ve duygusunun ideolojik ve kültürel temellerini ortadan kaldırma, yeniden örgütlenme ve direnme eğilimini tümden yok etme stratejik hedefine oturmaktadır…
Türkiye ayağı ve gerekçeleri ise kısaca şöyle özetlenebilir: Dinsel ideolojinin gerici, geri çeken, politik olarak Sultan ve Halife’ye bağlayan boyutları bilinmektedir. Yine Sultan ve Halifeliğe bağlılık düşüncesini ve geleneğini tümden tasfiye etme ve oluşturulan Kemalist iktidarın ideolojik ve toplumsal temellerini güçlendirme hedefleri var. Cumhuriyetin bu anlamda kendini meşrulaştırma kaygısı da bilinmektedir. “Modernleşmenin” böyle bir boyutu da var. Ancak bunlar işin bir boyutudur. Elbette önemsiz değildir, ama bu çalışmanın konusu değildir! Cumhuriyet rejiminin bu konuda esas çıkış noktası, her türlü muhalefeti ve farklılığı bastırma, tek tip bir toplum ve siyaset kültürünü oluşturma hedefidir. Burada yapılan, burjuva laikliğinde olduğu gibi, dini tüm siyasal ve devlet yaşamından çıkarma, devlet ve din işlerini bir birinden ayırma değil, tersine dini devletin tekeline alma, dini devletin ve onun resmi çizgisinin hizmetine sunma, böylece devletin yönettiği tek tip “devlet-dini” egemen kılma, bütün dinsel eğilim ve farklılıkları bu kurumlaşma içinde eritme veya yok etme esastır!
Politik alana kayma eğiliminde olan İslam, devlet için ciddi bir “İç tehdit” olarak algılanmıştır. Bununla birlikte devletin din tekeli ve egemenliği kurumlaştıktan sonra İslam ve onun her türden örgütlenmesi ve olanakları sola, devrimci ve sosyalist hareketlere, daha sonra Kürt direniş hareketlerine karşı ideolojik ve fiili saldırı silahı olarak kullanılmıştır. Daha sonra gelişen İslami hareketlerin resmi çizgi renklerini taşıması, Irkçı şoven ideolojinin ağır etkisinde olmaları, her düzeyde gericiliği temsil etmeleri, devlet ile yaşadıkları bu sürekli ilişkiden kaynaklanmaktadır. Kuşkusuz bunun kökleri Osmanlı Devletine kadar uzanmaktadır, ama burada bu noktalara uzanma gereğini duymuyoruz.
Dinin devletin tekeline, egemenliğine ve mutlak denetimine alınması, bunun sonucunda resmi devlet dininin tüm topluma egemen kılınması; hem İslami motiflerle gelişebilecek muhalif eğilimleri bastırmada bir dayanak olmuş, hem de bu resmi devlet dini dışında kalan dinsel inançların inkâr edilmelerini, bastırılmalarını sağlamış ve yok edilme politikalarına konu edilmelerini getirmiştir. En başta Alevilerin inkâr edilmeleri, dinsel inançlarının ve bu bağlamdaki bütün hak ve istemlerinin yok sayılması, bastırılması bu laiklik anlayışı ve onun kumlaşmasının doğrudan bir sonucudur. Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurum, devlet için en çok mali kaynak ve kadroya sahip bir kurum, devletin din üzerindeki egemenliği ve denetiminin kurumsal ifadesidir; bu, aynı zamanda yaratılan devlet dininin gücünü, olanak ve derinliğini gösteren ilginç bir yapıdır. Bunun gerçek anlamda burjuva laikliği ile bir ilişkisi olabilir mi?
Bu kurumlaşma, Tek Devlet, Tek Millet, Tek Vatan, Tek Dil, Tek Din gibi “Teklere” dayanan ve bunları kurumlaştıran resmi çizginin en somut ve çarpıcı yapılarından biridir. Bu yapı ve ona can ve ruh veren anlayış, resmi çizgi dağıtılmadan, tasfiye edilmeden demokratikleşme konusunda tek bir adım atmak bile olanaklı değildir!
Alevilerin inanç özgürlükleri de buradan geçmektedir.
Geçmeden resmi laiklik konusunda Alevilerin önemli bir paradoksuna parmak basmak gerekir: İlginçtir, ama nedensiz değildir: Aleviler, genel olarak, kendilerini yok sayan, dinsel inançlarını inkâr eden, inançsal özgürlükleri önünde bir duvar gibi yükselen resmi laikliğe tutkuyla bağlıdırlar. Sadece dinsel ve inançsal inkâr ve yok sayma değil, aynı zamanda bu resmi çizgi ve devletin sayısız katliamına konu olmuşlardır. Maraş ve Sivas bunların en çok bilinen ve travmatik sonuçları bugüne kadar uzanan katliamlardır. Sürekli abartılan ve bir silah olarak kullanılan şeriat tehlikesi, Osmanlı’ya kadar uzanan dinsel baskı ve kırımların bilinç ve bilinçaltlarında yarattığı derin korkular, buna karşı Cumhuriyetin getirdiği çok sınırlı olanaklar ve bunun yanılsamalı bilinci, anılan paradoksun önemli nedenleri arasındadır. Aleviler, kuşkusuz yaşadıkları bu paradoksu aşmak, Cumhuriyet ve onun laiklik çizgisi ve kurumlaşmasıyla temelde hesaplaşmak, kendi özgürlük istemlerinin bu Cumhuriyete ve onun resmi çizgisine sığmayacağını bilmek ve bu bilinçle hareket etmek durumundadırlar. Yoksa AKP iktidarı eliyle gerçekleştirilen “Çalıştaylar”dan Alevilere dinsel-inançsal özgürlüğün gelemeyeceğini bilmek durumundadırlar. Kuşkusuz devlet düzleminde, en azından varlığı ve haklarının tartışma konusu olması bir şeydir, eskiye göre inkârın delinmesi anlamına gelir; ama bunun özgürlük olmadığını, dahası özgürlüğün önünü kapatan, esas olarak amacı bu olan, devletin denetimine alma amacı olan bir girişim olduğunu bilmek durumundadırlar…
Cumhuriyet, bir iç savaş, bir özel savaş aygıtı olarak kendisini kurumlaştırdı ve her dönemin ihtiyaçlarına göre yeniden örgütledi, onun tarihi, bir bakıma bunun tarihidir…
Devam edecek…
2 Mart 2010