M. Can YÜCE / “Cumhuriyet, bir iç savaş, bir özel savaş aygıtı olarak kendisini kurumlaştırdı ve her dönemin ihtiyaçlarına göre yeniden örgütledi, onun tarihi, bir bakıma bunun tarihidir…”
Yazımızın bir önceki bölümünü bu cümleyle bitirmiştik. Bu noktayı biraz açmakta yarar var.
Beş: Tek ulus, tek devlet, tek millet ve vatan hedefi, kaçınılmaz olarak bütün iktidarın tek elde toplanmasını, merkezileşmesini getirdi. Bu, her türlü farklılığın, her türlü muhalefetin bastırılmasını ve yasaklanmasını zorunlu kıldı. Cumhuriyetin kendisi için tehdit ve tehlike olarak gördüğü üç temel hedef vardı: Genel deyişle, Kürtler, Komünistler ve devlet kontrolü dışına çıkma eğiliminde olan İslamcılar… İlk iki hedef ve “Öcü”, her türlü farklılığın ve muhalefet eğilimin bastırılmasında çok temel bir silah olarak kullanıldı… Bu silahlar günümüzde de etkin bir biçimde kullanılmaktadır…
Bütün iktidarın tek elde toplanması, merkezileştirilmesi ve yoğunlaştırılması süreci, Tek Şef, Tek Parti iktidarı biçiminde somutlaştı. Görünürde Meclis ve Yargı kurumları var. Ama bu “ayrımın” tamamen “şekli” olduğu, hepsinin “Edebi Şefin” emrinde olduğu, onun karşısında hiçbir “iktidar” hükümlerinin olmadığı, bugün, birçok çevre tarafından rahatlıkla ifade edilmektedir. 1926 İzmir Suikastı Davası, anılan bütün iktidarın tek şefte toplanması ve merkezileşmesi sürecinin de finali niteliğindedir. Bu dava ile Mustafa Kemal için muhtemel muhalifler, muhalif potansiyeli taşıyanlar, iktidarı için sorun yaratabilecekler ya da alternatif olabilme eğilimini taşıyanlar tümden susturulur ve tasfiye edilir. Milli savaşın askeri ve politik şahsiyetleri düzmece gerekçelerle gözaltına alınır ve tutuklanır. Bunlardan biri de Kazım Karabekir’dir. O dönemde Başbakan olan İsmet İnönü bu tutuklama kararını kaldırma girişiminde bulunur. Bunun üzerine M. Kemal, “Mahkemeler” aracılığıyla İnönü hakkında da tutuklama kararı aldırtır; bu, bir tehdittir ve İnönü, Karabekir ile ilgili aldırdığı tahliye kararını ortadan kaldırır ve böylece kendisini “güvenceye” alır. Bu, çarpıcı bir örnektir. Bu, tek şef iktidarının, daha sonra İtalyan faşizmi ve Alman Nazizm’ine ön örnek olacak tek şef iktidarının gücü ve yapısı hakkında somut bir fikir vermesi bakımından son derece aydınlatıcı bir örnektir!
Tek elde, tek kişide toplanmış bu iktidar, kuşkusuz kendi alternatiflerine ve onların potansiyellerine yaşam hakkı tanımama mekanizmalarını kurumlaştırır. Bununla birlikte bu iktidar biçiminin “ideolojik hegemonya” aygıtını geliştirip kurumlaştıracağı çok açıktır. Resmi tarih –Ünlü Nutukla birlikte- , Dil-Güneş Teorisi, bunun tüm topluma yedirilmesiyle işleviyle geliştirilen eğitim, basın-yayın kurumları, anılan ideolojik hegemonyanın sonuçları olmaktadır…
Alternatifleri susturma ve bastırma mekanizması, salt baskı ve şiddet yöntemleriyle olmamaktadır. Kontrol altında tutma, bunun için sahte partiler kurma ve onlar aracılığıyla muhalif eğilimleri açığa çıkarma ve böylece bastırma ve kontrol etme mekanizmaları etkin bir biçimde kurulur ve geliştirilir. Bunların ayrıntılarına girmek konumuz değildir. Anlatmaya çalıştığımız, Kemalist tek şef ve tek parti iktidarının kuruluş süreci, kuruluş felsefesi ve kullandığı yöntemlerle mekanizmaların gün ışığına çıkarılmasının zorunluluğu ve bunun olmaması durumunda demokratikleşme konusunda söylenecek söz ve atılacak adımların koca bir aldatmadan öte bir değer taşımadığıdır!
TC’nin kuruluş hikâyesi ve felsefesi, Kemalist iktidarın askeri, despotik ve özel savaşçı nitelikleriyle sağlıklı bir hesaplaşma içine girmeden bir bütün olarak TC’nin tarihini kavramak ve bundan dolayı sağlıklı bir tartışma sürecini geliştirmek mümkün değildir. Bunun için M. Kemal’i koruyan yasaların kaldırılması, tartışma sürecini engelleyen politik ve kültürel ortamın değiştirilmesi kaçınılmazdır. Yine bununla birlikte “Devrim yasaları” olarak tanımlanan ve özel olara korunan hükümlerin de temizlenmesi gerekir. Yani Cumhuriyetin kurtuluş hikâyesi, felsefesi ve geliştirilen iktidar süreci özgür bir tartışma sürecince açılmak durumundadır. Yoksa güncel demokrasi tartışmalarını sağlıklı yürütmek ve bunu sağlıklı temellere oturtmak mümkün değildir!
Kuşkusuz TC’nin ana aygıtları özel savaşa göre örgütlenmişleridir. Ama bu konuda önemli bir deneyimi de var: Teşkilat-ı Mahsusa! Özel Örgüt anlamına gelen bu örgüt, Ermeni Kırımını gerçekleştiren çekirdek örgüt ve kadronun kendisidir. Aynı zamanda bu örgüt ve onun kadrosu, TC’yi kuran örgüt ve kadrodur! Bu anlamda Osmanlı ile TC arasında kopmaz ve şaşmaz bir devamlılık ilişkisi var. Bu çekirdek yapı, daha sonraki dönemlerde Kontrgerilla olarak karşımıza çıkar. Bunlarla birlikte bu yapı aynı zamanda TC’nin karanlık tarihinin de somut bir göstergesidir! Teşkilat-ı Mahsusa’dan Kontrgerillaya uzanan kanlı ve karanlık tarih aydınlatılmadan, suç pratiği deşifre edilmeden burjuva anlamda asgari bir demokrasinin gelişmesi mümkün değildir…
Altı: Türkiye’de demokrasi sorununu tartışırken, onun emperyalist sistem ve devletlerle var olan bağımlılık, yeni-sömürgecilik ilişkilerini göz ardı etmek, tartışmayı eksik bırakmak ciddi bir eksiklik ve yanılgı olacaktır. Daha da önemlisi, bu noktayı görmezlikten gelmek, demokrasi mücadelesini mantıki sonuçlarına vardırmamak anlamına gelmektedir.
Bilindiği gibi “emperyalizm, özgürlük değil, egemenlik ister”, pratik tarihi de bunun sayısız kanıtını sunmaktadır. Bu tarihi süreci, Osmanlı döneminde başlayan “Batılılaşma hareketi”ne, Tanzimat Fermanı’na kadar götürmek mümkündür. Ancak esas olarak 2. Dünya Savaşından sonra başlayan süreç, NATO üyeliği, CENTO, ABD ile geliştirilen “İkili ilişkileri” ve bunların Türkiye’deki iktidar aygıtlarıyla bağlantıları hakkında esaslı tartışmalar yapmak, bu konudaki TC’nin tarihini gözler önüne sermek gerekir. Özel Harp Dairesi’nin, Kontrgerillanın, bilinen ABD patentli “Sahra Talimnamelerinin” bu bağımlılık ilişkilerinin somut sonucu olduğu bilinmektedir. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül askeri darbelerinin doğrudan ABD emperyalizmi ile ilişkisi birçok yönüyle açığa çıkmıştır. Bağımlılık ilişkisi, iktidar anlamında iradenin dış merkezlere bağlı olması anlamına gelir. Ekonomik, politik, askeri ve kültürel olarak başka merkezlere bağlı olanların özgür ve bağımsız karar vermeleri de mümkün değildir.
Bu nedenle yeni-sömürgecilik ve bağımlılık ilişkilerine dokunmadan demokratikleşme hakkında söylenecek her söz, en azından topal kalmaya mahkûmdur!
Bu noktayı 12 Eylül Faşist Askeri Darbesi üzerinden tartışmak daha anlamlı ve anlaşılır olacaktır kanısındayız. Bir sonraki bölümde bu noktayı tartışmaya devam edeceğiz.
Devam edecek…
9 Mart 2010