M. Can YÜCE / Şiwan Perwer’e karşı geliştirilen linç kampanyasını ibretle izliyoruz. Bu kampanyaya karşı alınan demokratik duruş da kuşkusuz önemli…
Anti-demokratik kampanyalara ve linç girişimlerine karşı tavır almak, elbette önemli ve sevindiricidir. Ancak bunu Kürdistan çapında bir “Standart” haline getirmek ve giderek bir politik kültüre dönüştürmek esas ve kaçınılmazdır. Böyle yapıldığında, ya ad bu hedefe yönelik yapılan girişimler, alınan tavırlar, anlamlı ve sonuç alıcı olabilir. Diğerleri ise sadece geçici, herhangi bir iz bırakmayan, tekil, biraz da “vicdan rahatlatmanın” ötesinde bir değer ifade etmeyen davranışlar olarak kalır!
Demokratik bir kültürün gelişmesine çalışmak, en az sömürgeciliğe karşı verilen mücadele kadar önemli ve kaçınılmazdır; aslında bu ikisi, bir bütündür; bu bütünün herhangi bir parçası eksik kaldığında genel yurtsever mücadele tek ayaklı, topal kalmaya mahkûm kalır. Aslında bugün genel mücadelenin gerçeği, bu topal durumu ifade etmektedir! Bunu biraz açmakta yarar var:
Daha önce sayısız örneğini gördüğümüz ve yaşadığımız, en son Şiwan’a karşı geliştirilen linç kampanyası, kuşkusuz, tekil, özel, geçici bir olay değildir! Tek başına Şiwan’ın “şahsı” ile de ilgili değildir!
Bu, bir siyaset yapma tarzı ve on yıllardır oluşturulan bir kültür: Kendinden başka kimseye düşünsel ve politik olarak yaşama, var olma ve ifade etme olanağı, hakkı vermeyen tek kişiye dayalı, her şeyi tek kişiye bağlayan ve onda düğümleyen, onun dışında kalan herkes ve her şeyi yok sayan ve yok etmeyi hedefleyen despotik bir siyaset tarzı ve kültürüdür!
Bu siyaset kültüründe farklı söze, düşünceye, davranışa, düşünmeye, eyleme yaşam hakkı yoktur! Burada önemli olan, söylenen sözün, yapılan eylemin niteliği, anlamı değil, despotik siyaset kültürüne göre “farklı söz ve eylem” olmasıdır! Bu farklılık, bir tehdit, tehlike olarak algılanır ve daha “oluşum aşamasındayken” yok edilir; böylece “örgüt ve iktidar çarkları” bu hedef için harekete geçirilir!
Despotik iktidar ve siyaset sisteminde bu kural ve işleyiş, iktidar olma ve iktidarı sürdürmenin “Anayasası” niteliğindedir! Öcalan despotik iktidar sistemi ve kültürü, böyle kuruldu ve böyle devam etmektedir!
Bu nedenle fiziki imha ile “hain”, “ajan”, “provokatör” yaftalarıyla gözden düşürme kampanyaları anılan kuralın acımasızca kullanılmasından başka bir şey değildir! Öyle ki, bu acımasız kural ve uygulama on yıllardır uygulanageldiği için halk yığınlarının bilincine ve bilinçaltına işledi, bir kültür ve davranış biçimine dönüştü!
Ezilen, sömürge, ülkesi parçalanan ve paylaşılan ve bu nedenlerle ulusal özgürlük, bağımsızlık ve demokrasi talep eden bir halkın, kendi içinde despotik bir iktidara mahkûm edilmesi, olması ve bunun tam anlamıyla bir “biat” kültürüne dönüşmesi, sözcüğün gerçek anlamında büyük bir paradokstur!
Bu paradoks aşılmadan, özgürlük ve demokrasi taleplerinde bulunma hareketi, tutarlı, samimi ve ciddi olabilir mi?
Bugün TC devletinden barış, özgürlük, özerklik ve bazı haklar talep edenler, örneğin, Öcalan, PKK, BDP ve onların izlerine basmada büyük bir özen gösterenler, kendilerinin dışında farklı bir ses çıktığında, farklı bir eylem sergilendiğinde, neden en sıradan bir demokrat gibi davranmayı akıllarının ucundan geçirmiyorlar? Bu, basit, sıradan bir unutkanlık mı, tutarsızlık mı? Yoksa iliklerine kadar işlemiş bastırmacı ve biat uçlarını birlikte, iç içe ve aynı zamanda yaşayan bir siyaset kültürünün gereğini mi yapıyorlar?
Kuşkusuz geçerli ve egemen olan ikincisidir: Onlar, onlarca yıldır kurumlaştırdıkları bir despotik iktidar sisteminin gereğini yapıyor ve uyguluyorlar! Onlardan demokratik bir tavır beklemek, kuşkusuz bir şeydir, ama bunun bir karşılığının olabileceğini düşünmek, hayalci bir beklenti olur! Anılan despotik iktidar sisteminin bileşenlerinin demokratik bir tutum sergilemeleri, bunu bir davranış biçimine dönüştürmeleri, aslında, şu anda üzerinde var oldukları siyaset kültürünün, bir bakıma varoluşlarının inkârı anlamına gelir!
Yani kurumlaşmış, bunu kendisi için bir var oluş ve iktidarını sürdürüş gerekçesi yapmış bir despotik siyaset, kadro ve kültür gerçeğiyle karşı karşıyayız.
Öncelikle bu gereceğin kavranması ve özümsenmesi gerekir!
Kendinden başka hiçbir kimseye, hiçbir şeye, hiçbir farklılığa yaşam hakkı tanımayan bir iktidar sistemine karşı tavır almadan, bu iktidar sistemini aşmadan Kürdistan’da politik başarı kazanmak mümkün değildir! Gerçek anlamda demokrasi kültürünü geliştirmeden, farklılıklara saygı ve farklılıkların kendilerini özgürce örgütleme ve ifade etme ortamı ve kültürü yaratmadan sömürgeci sistemin Kürdistan üzerinde oynamakta olduğu, oynayacağı politikaları, oyunları boşa çıkarmak da mümkün değildir!
Örneğin TC ile görüşmelerin olduğu ve bunun “müzakere aşamasına” geçilmesi gerektiği söylenmektedir. Peki, bunu dile getirenler, bu görüşmelerin içeriğini, kaba hatlarını biliyorlar mı, bilmeleri mümkün mü? Her şey kapalı kapılar ardında olup bitmektedir ve bunlar hakkında açık bir tartışma yapılmamaktadır. Bu konuda “aykırı” bir ses söylendiğinde ise hemen linç kampanyalarıyla susturulmaktadır. Bunun sayısız örneği var…
Bir halkın kaderi, geleceği ve bugüne kadar ortaya koyduğu değerler pazarlık konusu, ancak bu değerlerin gerçek sahipleri, kaderleri, gelecekleri ve değerleri üzerinde tek söz söyleme hakları dahi yok! Paradoksun acımasız yakıcılığı yeterince açık değil mi?
Bu noktada bu örnekle, bir halkın kaderi ile demokratik bir tartışma ve kültürün yaşamsal bağını vurgulamaya çalışıyoruz.
Eğer bizim de sağlıklı bir demokrasi kültürümüz olsaydı, bu olup bitenler, tam bir açıklıkla tartışılır, gereceklerin ortaya çıkması mümkün hale gelebilir ve daha sağlıklı bir ulusal kurtuluş, özgürlük mücadelesi geliştirilebilirdi!
Ama gücü elinde toplayan, bunu farklılıkları susturma ve yok etme yöntemleriyle gerçekleştirenler, “iktidar yasasının” bir gereği olarak açıklığın, tartışmanın, farklılıkların ifadesinden değil, tekçi, despotik iktidar tarzlarını karanlıkta sürdürmeyi bir varlık nedeni olarak görmektedirler…
Neden pazarlıklar veya genel anlamda siyaset kapalı kapılar ardında yürütülüyor? Neden halkın tek bir soru sormasına, herhangi bir yurtseverin farklı bir söz söylemesine izin verilmiyor; neden hemen linç kampanyaları için düğmeye basılıyor?
Bu sorunun basit ve bir o kadar yalın bir yanıtı var:
Açıklık ve özgür tartışma ortamı, bir; bu pazarlık veya genel anlamda siyaset yapma tarzını deşifre eder, boşa çıkarır, sonuç almasını olanaksızlaştırır. Ya da halkın istemleri doğrultusunda yapılmasını koşullar ve zorlar!
İki: Açıklık ve özgür tartışma ortamı, despotik iktidar sistemini ve yapılanmasını çözer, çömesinin kapılarını sonuna kadar açar!
Linç kampanyalarının, farklılıkları hemen susturma girişimlerini bu bağlamda değerlendirmek ve bunlara karşı açık, net ve dolaysız tavır almak gerekir. Bu, aslında yurtsever olmanın da kaçınılmaz bir gereğidir!
Bütün bu temel gerçekler şunu çok net bir biçimde göstermektedir:
Demokrat olmayan bir yurtseverlik, içi boş bir kavramdan öte bir değer ifade etmez!
Yurtseverlikte tutarlı ve samimi olmanın iki temel ölçüsü var: Biri devrimcilik, diğer samimi ve tutarlı demokratlıktır!
Sömürgeci sisteme karşı devrimci olmadan yurtsever olunmayacağı gibi, despotik iktidar sistemine karşı tutarlı ve samimi demokrat olmadan yine tutarlı ve samimi yurtsever olmak mümkün değildir!
Yaşamın en sıradan gerçekleri bile bu bütünsel durumu anlatmakta ve doğrulamaktadır!
Kuşkusuz müziği ile devrimci yurtsever mücadelenin gelişmesine büyük katkılarda bulunmuş bir sanatçıya, Şiwan’a karşı PKK – KCK ve onun çevresindekilerin yürüttüğü linç kampanyasına karşı tavır almak kaçınılmaz demokratik ve yurtsever, dahası insani bir görevdir! Ancak bu görevi tekil, tek bir olayla sınırlı tutmak, görece belki bir şeydir, ancak genel anlamda son derece yetersizdir! Bu tutum alışı, Kürdistan’da demokrasi kültürünün geliştirilmesi hedefine bağlamak, bunu yurtseverliği tamamlayan, onun olmazsa olamaz “stratejik” bir parçası olarak algılamak gerekir!
Böyle bir yaklaşım, bütün geçici, parçalı, küçük ve dar tutum ve davranışların büyük bir kanalda buluşmalarının temellerini, düşünsel ve ruhsal zemini de döşeyecektir!
20 Şubat 2011