M. Can YÜCE / 12 Haziran Seçimlerine büyük bir anlam atfediliyordu, önemli sonuçları olabileceği vurgulanıyordu. Bir bakıma bu değerlendirmeler boşuna değildi. Egemenler cephesindeki güç dengeleri ve ilişkileri, bunların kaderi ve iktidar ilişkilerine etkileri bakımından önemli sonuçları ve etkileri olabilecek seçimlerdi…
AKP açısından da bu seçimler önemliydi. 8 yıllık iktidar döneminde kazandığı mevzileri korumak, güçlendirmek ve kalıcılaştırmak, dahası bunları daha üst bir aşamaya taşımak bakımından bu seçimlere özel bir anlam ve işlev yükleniyordu. Bundan dolayı bütün güçleriyle seçimlere yüklendiler, hedeflerine varmak için akla gelebilecek her yolu ve yöntemi denemekten geri durmadılar. Bu konuda devletin bütün olanaklarını sonuna kadar kullandılar.
AKP’nin hedefi, bütün iktidarı ele geçirmek, hem de geri dönülmez bir biçimde… Bu hedefi gerçekleştirmek için her şeyden önce anayasayı tek başına değiştirebilecek bir çoğunluğa, yani 367 milletvekili sayısına ulaşmak istiyordu. En azından yapılacak anayasa değişikliklerini referanduma götürebilecek bir sayıya, yani en azından 330 milletvekili sayısıyla bir grup oluşturmak istiyorlardı…
Ancak AKP, 12 Haziran Seçimlerinde anılan hedeflere ulaşmamakla birlikte, 2007 seçimlerine göre oylarını artırdı, mevcut seçmen sayısının yarısının oylarını almayı başardı. Politik açıdan bu önemli bir başarıydı, üçüncü kez hükümet olma, daha da önemlisi kazandıkları iktidar mevzilerini daha da geliştirme ve güçlendirme fırsatını yakaladılar… Bu dönemi devletin bütün iktidar güç ve düzeylerini ele geçirme ve bunları kalıcılaştırma hedefi doğrultusunda kullanacaklarına kuşku yok…
Öte yanda Türkiye’nin önünde ciddi iç ve dış sorunlar var. Kürdistan sorunu bunların en başında geliyor ve son derece yakıcıdır. Ortadoğu’daki sıcak gelişmeler de önemli ve TC’nin iç ve dış politikasını etkileme ve büyütme, dengelerini sarsma potansiyeline sahiptir. Dolayısıyla yeni dönem, AKP hükümeti için pek de rahat ve sorunsuz olmayacaktır.
AKP’nin seçim başarasına rağmen ABD ve AB’nin desteğinin sınırsız ve ölçüsüz olmayacağının işaretleri de verildi. AKP’nin “otoriter eğilimleri” nedeniyle eleştirilmesi, CHP’nin güçlendirilmesi için desteklenmesi, AKP’nin CHP ile dengeleme istemleri AKP için yeni dönemin olası zorluklarına işaret ediyor.
Kuşkusuz ABD ve AB, AKP’ye cepheden tavır almadılar, var olan desteklerini sürdürdüler, çünkü biliyorlardı ki ortada egemenler cephesinde kendini kanıtlayan ve onun yerine geçebilecek bir “iktidar seçeneği” yoktu. CHP’nin mevcut durumu da buna uygun değildi, uzun vadede belki de olabilirdi, ama yakın gelecekte değil. Bundan dolayı emperyalist çevreler, AKP’ye koşullu, CHP ile dengeleyici bir destek verdiler.
Bu seçimlere CHP, yeni “açılımlar” yaparak girdi, “yeni” CHP söylemini öne çıkardılar. Ancak resmi çizgi, ırkçı şoven ideoloji ile ciddi ve köklü bir hesaplaşma içine girmeden yapılacak “yenilenme” girişimlerinin başarıya ulaşma, inandırıcı bir konum Kazanma şansı yoktu. Salt ideolojik ve politik düzlemde değil, örgüt ve kadro düzleminde de resmi yapı aşılmış değil, tersine onun ağırlığı devam ediyor… Bununla birlikte “Ergenekon davası” tutuklularının ve Demirel çizgisinden adayların milletvekili listelerin ön sıralarında gösterilmesi bu karmaşayı, eklektizmi ve bulanıklığı daha da artırıyor… Bu yapının kendi içinde sürekli bir çatışmayı yaşayacağı, dolaysıyla tutarlılık ve inandırıcılık etkenlerini daha da darbeleyeceği çok açıktı. Oysa egemenler cephesinde, emperyalist çevrelerde CHP “dengeleyici” bir unsur olarak öne çıkarılıyor, ya da böyle olması için destekleniyor ve bir umut olarak topluma aşılanıyor…
Kuşkusuz 12 Haziran seçimlerinde BDP'nin desteklediği adaylar, hatırı sayılır bir başarı sağladılar. 12 Eylül Anayasasının yüzde on baraj engeline, bu engelin ısrarla sürdürülerek Kürt halkının bu alandaki çalışmalarını engelleme çabalarına rağmen “Bağımsız Milletvekili” formülü ile bu engel aşıldı… Elbette engeller salt “hukuksal” ve politik değil, aynı zamanda “idari ” nitelikteydi. Bunların ayrıntıları biliniyor, genişçe açmaya gerek yok.
Yine YSK'nın seçimlerden önce Blokun bazı adaylarını veto eden girişimleri, sert ve yaygınca bir tepkiyle karşılaştı ve YSK, verdiği kararı geri almak durumunda kaldı.
Seçim öncesi ve seçim sonuçları şunu net olarak gösterdi ki, Kürdistan halkı, resmi olarak istemleri nasıl formüle edilirse edilsin, o, kendi temel taleplerinde ısrarlıdır, bu anlamda devrimci bir dinamizmi ifade etmekte, hiçbir resmi çizgiye sığmamaktadır. Elbette bu duruş ve kararlılığını desteklemek, ama aynı zamanda hapsedilmek istendiği “resmi” çizgi ve politikalar konusunda eleştirel uyarılarda bulunmak hem bu desteğin gereği, hem de yurtsever olmanın bir gereğidir…
36 Milletvekilinin önemli bir oy yüzdesiyle seçilmesi, resmi çizgi ve politikaların bilinç karartıcı yönlerine rağmen önemlidir ve seçilen adayların kişiliklerinden bağımsız bir durumdur. Halk, öncelikle TC'nin ve onun partilerinin Kürdistan politikalarına cepheden ve net bir tutum almış, bunu oylarıyla net bir biçimde göstermiştir.
İkincisi, halk, sadece bir karşı duruşu değil, aynı zamanda kendi özgürlük istemlerinde ısrarlı olduğunu, bunların resmi formülasyonunu kendine pek dert etmeden oylarıyla ve bu süreçteki kararlı duruş ve eylemleriyle göstermiştir. Bu anlamda bu süreçteki mücadelesini, bugüne dek verdiği mücadelenin bir parçası olarak algılamıştır. Bu anlamda “Parlamenter mücadele” zeminindeki bir gösterge olsa da bu, nesnel olarak bu süreçte ortaya çıkan sonucu, resmi çizgilere (hem düzen, hem de İmralı) sığmayan bir “realite” olarak değerlenmelidir!
Üçüncüsü, ideolojik ve politik özü ve çerçevesiyle onaylamadığımız, nesnel boyutlarıyla paradoksal bir ilişki içinde olan diğer bir nokta ise şudur: Bu sonuç, aynı zamanda düzen içi çözüm arayışlarını “güçlü” bir politik destek ve dayanak sunmakta, bu eğilimin daha etkin bir biçimde sürmesine olanak sunmaktadır.
Ancak devletin ve onun iktidar odaklarının bu olanağa ne kadar izin verecekleri ayrı bir tartışma konusudur! Aslında bize göre bir tartışma yok, ama düzen içi çözümler konusunda egemenler cephesinde giderek gelişen, yayılan ve büyük bir güç kazanan bir eğilimin varlığını da tespit etmekte yarar var. Bu eğilim, kendi içinde “homojen” olmamakla birlikte politik düzlemde etkili olmaya başlamıştır.
“36 Milletvekilinin seçilmesi bir şanstır, bu, parlamenter çözüm için uygun bir zemin ve dayanaktır, bunu çok iyi değerlendirmek gerekir” biçiminde özetlenen bu eğilim, güçlenmeye başlanmasına rağmen, geleneksel çizgide ısrar eden iktidar güçlerinin varlığını ve egemen konumunu da göz ardı etmemek gerekir.
Hatip Dicle'nin Milletvekilliğinin iptal edilmesi, resmi çizginin gücünü ve tayin edici konumunu bir kez daha gösterdi. Elbette bu konuda birçok değerlendirme yapılabilir, yapılıyor da… En sıradan hak, hukuk, adalet duygularının nasıl ayaklar altına alındığı, bir halkın seçimlerdeki iradesinin nasıl çiğnendiği vurgulanabilir. H. Dicle'nin halk tarafından verilen “temsil yetkisinin” başka birisi tarafından, hem de halkla alay edercesine nasıl gasp edildiği değerlendirilebilir.
Kuşkusuz Hatip Dicle şansında gerçekleşen gasp tutumu, ne ilk, ne de son olacaktır. Bu tutum TC'nin özünü, onun Kürdistan halkı ve özgürlük istemleri karşısındaki temel çizgisini özetlemektedir. Dolayısıyla bu, bu konuda boş hayaller içine girenler için öneli bir uyarıcı işlev görmelidir.
Öte yandan tutuklu Milletvekillerinin tahliye edilmeyeceği de şimdiden anlaşılmış bulunuyor. Bu da devletin Kürdistan sorunu karşısındaki “geleneksel” çizgisinden taviz verme eğiliminde olmadığının başka bir göstergesidir.
Elbette bu gaspçı ve halkımızla alay eden hoyratça tutum karşısında net bir duruş sergilemek, bu duruşu sonuna kadar götürmek önemli ve gereklidir. Bu, resmi çizgilerin dar ve geri çözüm çizgilerinden bağımsız ve ona rağmen olmalıdır! Bu, TC'nin hoyrat ve alay eden yaklaşımına karşıdan ve net bir tavır, halkımızın politik istemleri ve gelecek umutlarının yanında olmanın bir gereğidir!
Bu anlamda Blok Vekillerinin aldığı koşullu Meclise gitmeme tutumunu, bunun yarın akıbetinin ne olacağına bakmaksızın, desteklemek gerekir. Desteklemek ve bu kararlarının arkasında durmalarını ısrarla istemek önemlidir.
Daha açık ve somut bir ifadeyle, bugün yarın İmralı'dan gelecek “Kararınız yanlış, haydi Meclise, demokratik çözüme şans tanıyın” tutumu, daha doğrusu dayatması karşısında Blok Vekilleri mevcut kararlarında ısrar edecekler mi? Bu önemli bir soru ve sorundur!
Umar ve dileriz, vekiller kendi kararlarında ısrar eder, bağımsız davranmanın önemini kavrar, bunun gereklerini yerine getirirler. Bu durumda aldıkları ve temsil ettikleri oyların sorumluluğu ile hareket ederler…
Tersi bir davranış ise öncelikle kendilerinin saygınlıklarını zedeler!
Peki, buna hakları var mı?
24 Haziran 2011