Read Time:14 Minute, 10 Second
ÖNSÖZ


Ya da
Bilgisayarınıza indirmek için tıklayın!
Her zaman ideolojik-politik çizgiyi esas aldık. Kişiler, özellikleri ve yetenekleri ne olursa olsun, çizgi ölçüleri bağlamında anlam ve değer kazandı. Yaklaşımlarımızda esas ve egemen yan buydu. Esas olarak Öcalan’a da böyle yaklaştık.
Onu devrimci yurtsever ve sosyalist bir önder bildik, değerlerimizin temsilcisi, parti birliğinin simgesi, devrimin ve partimizin önderi gördük. Bu anlamda güvendik, bağlandık; bu o kadar ileri boyutlara vardı ki, büyülendik, eleştirel aklımız zayıfladı, bilimsel olmayan öğeler düşünce ve duygu dünyamıza nüfuz etmeye başladı. Çok inandık. Kimi yaklaşımları ve davranışları karşısında kimi zaman kimi sorularımız oluştu, bunlar, kafamızı ve yüreğimizi kurcaladı. Ancak bu sorularımızı ilerletmedik. Kadrolara dönük yaptığı aşağılayıcı tavırları hiçbir zaman kabul etmedik, içimize sindirmedik, bir öndere, hatta sıradan bir insana bile yakıştırmadık; bu, genel ahlak ölçülerine göre bile böyledir. Aşağılayıcı tavırlara karşı iç duruşumuz böyle olmasına rağmen bunu o noktadan daha ileriye taşımadık, ne kendi içimizde ne de başka platformlarda…
Onu devrimci yurtsever ve sosyalist bir önder bildik, değerlerimizin temsilcisi, parti birliğinin simgesi, devrimin ve partimizin önderi gördük. Bu anlamda güvendik, bağlandık; bu o kadar ileri boyutlara vardı ki, büyülendik, eleştirel aklımız zayıfladı, bilimsel olmayan öğeler düşünce ve duygu dünyamıza nüfuz etmeye başladı. Çok inandık. Kimi yaklaşımları ve davranışları karşısında kimi zaman kimi sorularımız oluştu, bunlar, kafamızı ve yüreğimizi kurcaladı. Ancak bu sorularımızı ilerletmedik. Kadrolara dönük yaptığı aşağılayıcı tavırları hiçbir zaman kabul etmedik, içimize sindirmedik, bir öndere, hatta sıradan bir insana bile yakıştırmadık; bu, genel ahlak ölçülerine göre bile böyledir. Aşağılayıcı tavırlara karşı iç duruşumuz böyle olmasına rağmen bunu o noktadan daha ileriye taşımadık, ne kendi içimizde ne de başka platformlarda…
Süreç içinde Öcalan’a yaklaşımımız bilimsel sınırları zorladı, öyle ki onu devrimci değerlerle özdeş gördük. Oysa o da bir insandı, bu toplumdan çıkmış, bu toplum ve dünya ile sürekli bir ilişki ve etkileşim içindeydi; yetersizlikleri, hataları, kusurları olabilirdi. O nedenle böyle bir soyutlama bilimsel olarak doğru değildi, politik olarak sayısız sakıncaya ve tehlikeye kapıları sonuna kadar açacaktı. İşte yanılgımızın odak noktası tam da burasıydı. Eleştirel duruşumuzun yittiği nokta da burasıydı.
Öcalan’ın tek kişiyi, kendini esas alan keyfi ve sorumsuz yönetiminin teorileştirilmesine, kültürünün oluşmasına, yerleşmesine katkı sunduk, hizmet ettik, “Güneş” kavramıyla soyutladık, gökyüzüne çıkarma serüvenine katkıda bulunduk. Bu yaklaşımımızın içinde bilim dışı öğeler olsa da inanarak yaptık, devrimci kaygılardan hareket ettik, hiçbir hesap ve beklenti içinde olmadan… Devrim ve sosyalizme hizmet etme tutkusu bu noktada harekete geçiren temel etken ve dürtü oldu.
Ama H E Y H A T ! Yanıldık, yanıltıldık, yanıltmanın aracı yapıldık!
Meğer “Doğu’da Yükselen Güneş”imiz Öcalan koca bir yanılsamaymış!
Gökyüzünde parıldayan, göz kamaştıran ışık kümesi gerçek anlamda bir illüzyonmuş, bir göz boyamadan öte bir anlam ifade etmezmiş!
Güneş yanılsaması, ışık illüzyonu İmralı’da deşifre oldu, sihir bozuldu, her şey bütün yalınlığı ve yakıcılığı ile açığa çıktı. İnanılmazdı, akıl almaz bir şeydi, ama gerçekti. Büyü bozulmuştu… Tarihimizin en büyük, dünya tarihinin en büyük yanılsamalarından biri uluslararası karşı-devrim hareketinin şiddeti sonucu böyle açığa çıktı; İmralı, tarihimizin en büyük Yanılsamasının Sonuna işaret etti!..
15 Şubatla birlikte Öcalan gerçekliği bütün çarpıcılığı ve yakıcılığı ile açığa çıktı. Öcalan kendisini var eden, yücelten devrimden, devrim değerlerinden, partiden ve halktan koptu, Cumhuriyete sığındı, denize düşenin yılana sarılması gibi… Şimdi orada yaşam dilenciliğini yapıyor… Acıdır, trajiktir, daha çok da utanç vericidir!
{asmpagebreak}
{asmpagebreak}
Açık ki bu noktada devrimci kimliğimizin onurunu korumak, devrimci çizgi ve değerlerin temsilcisi olmak, umudu yarınlara taşımak bizim için bir varoluş ve onur sorunuydu. Onurumuza ve sosyalist devrimci kimliğimize sahip çıkmak zorundaydık. Öyle yaptık, tavır aldık Öcalan, İmralı’da tam anlamıyla teslim olmuş, tarihimizin en büyük ihanetini gerçekleştirmiş, bunu kendisiyle sınırlı tutmayarak tüm tarihimize, partimize, devrimimize ve halkımıza topyekün tasfiyecilik biçimde dayatıyordu. Bu çıplak ve kaba gerçeği görmek için çok özel bir yeteneğe ve çabaya da gerek yoktu, belgeler ortadaydı, nesnel veriler ve gelişmeler tartışmaya yer vermeyecek kadar açıktı. Az çok anlama gücü olan herkes bu çıplak gerçeği görmekte zorlanmazdı. Sorun karar ve tavır almaktı. Bunu da yaptık. Ama işimiz bununla bitmiyordu. Önümüzde mutlaka yanıtlanması gereken koca bir soru vardı. Öcalan neden teslim olmuştu, neden ihanet etmişti, neden şimdi tarihimizin en büyük tasfiye hareketine “önderlik” ediyordu? Neden bir çırpıda tüm devrim değerlerinden vazgeçmiş ve cumhuriyet ideologu kesilmiş, neden kırk yıllık bir “Atatürkçü” oluvermişti? Bu sorular bizi kaçınılmaz olarak Öcalan gerçeğini bütün boyutlarıyla incelemeye, Öcalan kişiliğini ve parti içindeki pratiğini bütün derinliği ile çözümleme zorunluluğuna götürüyordu. Bu zorunluluğun gereklerini yapmaya çalıştık, genel bir çerçevesini bu çalışmada işledik. “Bir Yanılsamanın Sonu”, anılan zorunluluğun bir sonucudur. Aynı zamanda bizim için bir özeleştiri metni niteliğindedir. O güne dek Öcalan için yaptığımız tanımlamaların, soyutlamaların bir yanılsama olduğunu her açıdan gözler önüne serdiği için, Bir Yanılsamanın Sonu, aynı zamanda bu nitelikteki çalışmalarımızın bir rövanşı niteliğindedir. Ama henüz rövanşın tümü değil, sadece bir ilk muharebesidir; diğerleri de gelecek!..
Ancak bu noktada okuyucunun kafasında bazı soruların oluştuğunu da biliyoruz. Sordukları en temel sorulardan biri şu: “Şimdiye kadar neredeydiniz?” Önemli bir soru, bütün içtenliğimizle yanıtlamamız gerekir. Yukarda da vurguladık, Öcalan gerçeğinin bir yanılsama olduğunu, İmralı teslimiyeti, ihaneti ve tasfiyeciliğinden sonra, “Neden İmralı teslimiyeti ve tasfiyeciliği” sorusunu sormaya başladıktan, bu temelde geçmişe dönük bir sorgulama, tartışma ve değerlendirme sürecini başlattıktan sonra kavramaya başladık. Ondan önce sadece ilerletilmeyen, sonuna kadar götürülmeyen, tartışılmayan kimi sorular vardı. Ama bu sorular kapsamlı bir Öcalan eleştirisine götürülmedi. Her şeyden önce böyle bir eleştirel duruşun politik, örgütsel, kültürel ve ruhsal ortamı yoktu. Öcalan’a dönük en sıradan bir soru bile aforoz edilmeye, her açıdan susturulmaya yeter de artardı. Bu çok açık. Hiç kuşkusuz sorun salt “dışsal” etkenler ve ortamla açıklanamaz, bir de bu politik, örgütsel, kültürel ve ruhsal ortamın içselleştirilmesi vardı. Bu kapsamdaki nedenler yüzünden kafamıza takılan soruları ilerletmedik, sistemli bir Öcalan eleştirisine götüremedik. Devrim yürüyordu, gelişmeler umut vericiydi, hemen hemen her şey yolunda gidiyordu ve Öcalan bütün bu gelişmelerin başındaydı. Dolayısıyla önemli olan bunlardı, kafalarda sorulara neden olan olgular ise önemsiz “kusurlar”dan öte bir anlam ifade etmiyordu. Hatta kafalarda soru işareti yaratan kimi bilim dışı yaklaşımları doğru görmüyorduk, ama bunları tartışmak yerine daha bilimsel bir açıklamaya kavuşturuyor, toplum ve parti tarafından daha rahat benimasmesine katkıda bulunuyorduk. Örneğin Öcalan, her defasında kendisinin var olan kişilik yapısını ve özelliklerini ta yedi yaşından beri yakaladığını söyler ve tekrarlar. Bu, “yedi yaş teorisi”nin bilim dışılığı tartışma götürmeyecek kadar açıktır. Bunu görmek zor değildi. Bir kişinin önderlik özelliklerine yedi yaşından beri sahip olduğunu iddia etmek elbette gülünçtür. Bunu görüyorsun, ama buna karşı yaptığın ise, bu yaklaşımın yanlış ve gülünç yanlarını bir tarafa atmak, bilimsel bir açıklamaya kavuşturmak oluyor. Şunu diyorsun: Öcalan’da önderlik özellikleri çocukluk yıllarında embriyonal olarak vardı! Bu açıklama bilimseldir ve bilimsel bir açıklamaya kavuşan Öcalan’ın “yedi yaş teorisi”nin yarattığı imaj daha da güçlenmiş oluyordu. Dikkat edilirse, bir sorudan yola çıkarak yapılanlar, Öcalan sistemine teorik bir katkı işlevini görüyor. Örnekleri çoğaltmak mümkün, ama yeterli olduğunu ve 15 Şubat öncesi Öcalan ve sistemi karşısındaki duruşumuzu ve katkılarımızı anlatmaya yettiğini düşünüyoruz.
Tekrar da olsa açıkça vurgulamalıyız ki, bugün ulaştığımız Öcalan eleştirisi, 15 Şubat sonrası ve İmralı teslimiyetinden sonra yaptığımız kapsamlı sorgulamaların, tartışmaların ve değerlendirmelerin bir sonucudur. Daha öncesinde ise ilerletilmeyen sorularımız vardı. Ancak altı çizilmesi gereken bir gerçekliğimiz daha var: Biz Öcalan ve sistemi tarafından tümden teslim alınmadık, hayır o sistem içinde ve belli düzeydeki yönetim kademlerinde olmamıza rağmen güçlü bir sosyalist damarımız vardı; devrimci çizgide ısrar, devrimci çizgiyi temsil etme ve yarına taşıma kararında ve tavrında bu, belirleyici bir rol oynadı.
Başka bir noktaya açıklık getirmekte yarar var. İmralı Partisi ve yönetenleri, bizim devrimci çizgideki ısrar tavrımızı, daha önce parti içinde gerekçesi ne olursa olsun ortaya çıkan ve mahkum edilen kişi ve eğilimlerle bağlantılandırıp mahkum etmeye ve gözden düşürmeye çalışıyorlar, bunu her fırsatta tekrarlıyorlar. Boşuna değil, tasfiyeciliği engelsiz ve firesiz sonuca götürmek için geçmişte mahkum edilen kişiliklere dönük yaratılan tepkileri kullanmak, partililerin anlama, öğrenme ve tartışma çabalarını işin başında baltalamak istiyorlar. Oysa Öcalan’ın İmralı Çizgisi, Semir’e, Kesire ve Avukat Hüseyin’e, Şener’e atfedilen görüşlerin, daha sonra Şemdin Sakık itirafında açıkça savunulan düşüncelerin, başka öğeler ve çizgilerle birleştirilerek en üst düzeyde yeniden üretilmesinden, tarihimizin en büyük ihanet ve tasfiyecilik hareketi biçiminde dayatılmasından başka bir şey değildir. Semir, “silahlı devrim karşısında mültecileşmeyi ve böylece devrimci çizgi ve değerlerin, gelecek umudunun tasfiyesini savunuyordu” biçiminde suçlanıp mahkum edilmemiş miydi? Şener, “gerilla işlevini tamamladı, şimdi siyasal-demokratik mücadeleyi öne alalım”, iddiasıyla suçlanmadı mı? Şemdin Sakık, “barış savaşçısı” kesilmedi mi? Şemdin Sakık’ın itirafları, düşmana verdiği bilgiler Öcalan’ın itirafları ve düşmana verdiği bilgiler yanında devede kulak değil mi? O halde yıllarca “ajan-provokatör ve tasfiyeci çizgi” olarak mahkum edilen düşünceleri globalizm ve kemalizmle birleştirip partimize, devrimimize ve halkımıza dayatan Öcalan ve İmralı Partisinin bizi, geçmişte halkın gözünden düşürülen kişilerle bağlantılandırarak “tasfiyeci provokatör” olarak suçlayıp halkın ve partililerin bilinç altındaki şartlanmışlıkları harekete geçirmeye çalışması, en hafif değimle “Yavuz hırsız”lık değilse nedir?
İmralı Partisini yönetenler, bizim Öcalan gerçekliğini deşifre etmemizi ve onun kurduğu sisteme karşı tavır alışımızı çarpıtmaktadırlar. Bu çalışmamız Öcalan gerçeğinin parti içinde ne anlama geldiğini ana çizgileriyle tartışıyor. Öcalan sistemine tavır almadan tasfiyeciliğin tasfiye edilmeyeceğini, dolayısıyla devrimci mücadelenin ve partinin devrimci çizgi temelinde yeniden toparlanıp yükseltilemeyeceğini anlatıyor. O nedenle neden Öcalan gerçeği sorusu da bütün ayrıntılarıyla yanıtını bulmuş oluyor.
Elinizdeki çalışma, en az bir yıllık tartışmaların, yoğunlaşmaların, kolektif beynin ve yürek atışlarının ürünü; birkaç ay gibi kısa bir sürede kağıda dökülmesidir. Bu, aynı zamanda hiçbir gücün, hiçbir engelin, kuşatma ve bastırma çabasının devrimci bilinç, inanç ve irade ile sevgi ve umut karşısında duramayacağının, dayanamayacağının somut belgesidir… Çünkü bizim elimizde anılan silahlardan başka bir şey yoktu… Engel tanımadık, tanımıyoruz, tanımayacağız!..
Çok fırtınalı, tufanlı günler yaşadık, yaşıyoruz; tarihimizin en büyük alt üst oluşlarından birini, daha doğrusu en büyüğünü yaşıyoruz. Kuşkusuz içinde geçmekte olduğumuz bu büyük yıkım süreci, henüz sona ermiş, yerinden oynayan taşlar henüz yerine oturmuş değil. Lime lime edilmek istenen yüreği ile, dumura uğratılmaya çalışılan bilinci ve belleği ile, karanlıklara gömülmek istenilen değerleriyle; tarihsel tasfiyeciliğin darbeleri altında hırpalanma, parçalanma, dağılma ve yok oluş sürecine alınan bir halk ve mücadele gerçekliği ile karşı karşıyayız; bu, çok trajiktir ve bu kadar özveri ve bedelden sonra hak edilen bir durum değildir. İçin için kaynayan İmralı Partisi önemli gelişmelere gebe; çözülme ve çürüme ile devrimci çizgide ısrar, toparlanma ve mücadeleyi yeniden yükseltme eğilimleri arasında çok boyutlu bir çatışma yaşanıyor. Kimi zaman bu, dışarıya da yansıyor, yeni ve daha önemli gelişmelerin işaretlerini de veriyor. Devrimde inat önemli; ve İmralı Partisinin tüm bastırma, susturma, baskıları yoldaş kanını akıtmaya kadar tırmandırma çabalarına rağmen devrimci direnişçi eğilim, PKK’nin devrimci çizgisinde ısrar etme hareketi önlenemiyor. Devrimci mücadelemiz ve gelecek açısından bu, umut vericidir. Bu, can ve kan bedeli yaratılan devrim değerlerinin boşa gitmediğinin, gitmeyeceğinin, tersine bu değerlerin üzerinde ve bunlara dayanarak mücadelenin yeniden, daha güçlü bir biçimde yükseleceğinin bir göstergesidir. Evet, ancak umut verici işaretler ne kadar çoğalırsa çoğalsın işimizin kolay olmadığını, daha çok yol kat etmemiz gerektiğini biliyoruz. Ve ne pahasına olursa olsun bu uzun ve kahırlı yolu zafer inancıyla yürüme ve zaferle taçlandırma kesin kararında olduğumuzu bir kez daha vurgulamak istiyoruz.
Tam da bu süreçte uluslararası karşı-devrim hareketini, onun bir ürünü olan İmralı teslimiyet, ihanet ve tasfiyeciliğini bütün boyutlarıyla deşifre etmek, halkımızı, halklarımızı, ilgili bütün çevre ve kişileri aydınlatmak tarihsel önemdedir. Elinizdeki bu çalışmayla bu görev ve sorumluluğu bir ölçüde yapmaya çalıştık; bunun devrimci çizgide ısrar tavrına ve hareketine ivme kazandıracağına, gerillada başlayan kendine, emeklerine, değerlerine ve umuda sahip çıkma, engin özgür ufuklara yürüme mücadelesine güç vereceğine inanıyoruz…
Devrimci selam ve saygılarımızla…
Temmuz 2000
{asmpagebreak}
GİRİŞ
Bugün tarihimizin en büyük ve kapsamlı teslimiyet ve tasfiye hareketiyle karşı karşıyayız. Partimize ve devrimimize dayatılan teslimiyet ve tasfiye süreci, 9 Ekim-15 Şubat uluslararası karşı-devrim hareketinin yanlış değerlendirilmesine dayandırılıyor, açıklanıyor ve meşrulaştırılıyor. Komplo ile yüz yıllık bir Türk-Kürt savaşının başlatılmak istendiği, ancak kendisinin oyunu fark ederek gerçekleştirdiği siyasi çıkışla oyunu bozduğunu anlatan Öcalan, İmralı’dan 7. Kongreye gönderdiği Politik Raporda, Ortadoğu ve dünya dengelerini zorlayan, bir bölgesel savaşa vesile olabilecek kadar etkili bir düzey yakalayan devrimimize dayattığı teslimiyet ve tasfiye hareketini şöyle gerekçelendirmeye, teorileştirmeye çalışıyor: “İşin garip tarafı, oyunun Türkiye’ye yönelik kısmı da az boyutlu ve yüzeysel olmayıp, en az PKK’ye ve bana yapılan kadar derinlikli, kapsamlı ve uzun vadelidir. Şüphesiz bunun altında, kökeni tarihe uzanan, karşılıklı yanlışların büyüttüğü ve çağdaşlıkla bağdaşmayan yaklaşım, yapı ve ilişki tarzının rolü temeldir. Anadolu ve Mezopotamya üzerinde klasik hesapların güncelliğiyle de bağlantılıdır. Şahsıma yönelik komplo da, bu temelden kaynaklanan ama her odağın ve ülkenin uzun vadeli ve güncel çıkarlarına dayalı yaklaşımların, acımasızlık kadar hesapçılığı da bir o kadar gerçektir. İki yol vardı; dağ yolu ve Avrupa yolu. İkisi de tutulmuştu.”
Açık ki burada Öcalan ve PKK Başkanlık Konseyi, gerçekleri tahrif ediyorlar, teslimiyet ve tasfiye hareketini meşrulaştırmaya çalışıyorlar. 9 Ekim-15 Şubat Uluslararası karşı-devrim hareketinin yanlış değerlendirilmesi ve bunun dayatılan teslimiyet ve tasfiyecilik hareketinin temel nedeni yapılması, bizi kaçınılmaz olarak anılan karşı-devrim hareketini daha kapsamlı bir biçimde ele almaya yöneltmektedir. Bir bu nedenle, bir de İmralı teslimiyet ve tasfiyeciliğinin 9 Ekim-15 Şubat karşı-devrim hareketinin doğrudan bir sonucu ve onun kesin damgasını taşıması nedeniyle bütün boyutlarıyla değerlendirmeyi kaçınılmaz kılmaktadır.
İlginçtir, 31 Mayısta başlayan İmralı duruşmalarında uluslararası komplonun özü, temel hedefleri tahrif edildi, komplonun aktörlerinden söz edilmedi; bir ABD’nin, bir İsrail’in adı bile anılmadı. Neden? Ne bekleniyordu? Gizlenen neydi? 9 Ekim-15 Şubat karşı-devrim hareketinin baş aktörlerinden biri olan TC neden “kurban” olarak gösterilmeye, gerçekler neden bu kadar çıplak bir biçimde tersyüz edilmeye çalışıldı? Bu sorulara tasfiyecilerin bir yanıtları yok. Bu soruların yanıtları İmralı’da geliştirilen teslimiyet ve tasfiye çizgisinde ve onun pratik uygulamasında var.
Açık ki, 9 Ekim-15 Şubat karşı-devrim hareketi, emperyalizmin PKK ve Kürdistan devrimi karşısındaki stratejisi, ABD-İsrail-TC ekseninin Ortadoğu stratejisi, TC’nin kesin imha ve tasfiye stratejisi, bunlar olamıyorsa marjinalleştirme politikası ortaya konulmadan, bütün boyutlarıyla kavranmadan bugün dayatılan teslimiyet ve tasfiye çizgisini ve sonuçlarını kavramak mümkün değildir. Dolayısıyla 9 Ekim-15 Şubat uluslararası karşı-devrim hareketini ve bunun ardındaki güçlerin politikalarını bütün boyutlarıyla değerlendirmemiz şarttır. Teslimiyet ve tasfiyeciliğe karşı doğru, sağlıklı ve sonuç alıcı bir mücadele yürütebilmek açısından da bu kaçınılmazdır.
Devrimimize ve partimize dayatılan tarihimizin bu en büyük teslimiyet ve tasfiye sürecini uluslararası karşı-devrim hareketinden, onun doruğu olan 15 Şubattan bağımsız olarak düşünmek ve değerlendirmek mümkün değildir. Şu soru herkesin yanıtını aradığı bir sorudur: 15 Şubat karşı-devrim hareketi olmasaydı, İmralı teslimiyet ve tasfiye çizgisi olur muydu? Kısa bir süre önce 6. Kongresini gerçekleştiren PKK, böyle baş döndürücü bir hızla tersine dönüş hareketini yaşar mıydı? Yani ideolojik çizgi, program, strateji ve tüzük değişikliği ihtiyacını duyar mıydı? Gerillayı dağıtıp teslimiyet ve mültecileştirme yolunu seçer miydi, kendisini her açıdan ve topyekün silahsızlandırır mıydı?
Elbette bu sorulara da olgulara dayalı olarak yanıt vermek gerekiyor. Biliyoruz ki 15 Şubat gerçekleştiğinde PKK 6. Kongresini yapıyordu. Öcalan Kongreye sunduğu raporda savaşın derinleştirilmesini, savaşa gelmeyen, zafere inanmayan, savaşla ve iktidar perspektifiyle oynayan anlayış ve kişiliklerin mahkum edilmesini ısrarla istiyor ve bu yönlü değerlendirmeler yapılmasını ve kararlar alınmasını dayatıyordu. Kongreyi “Zafer ve Devletleşme Kongresi” olarak tanımlıyordu. Ama aradan çok kısa bir zaman geçmeden bu kez kongreyi ve aldığı kararları, bütün bir parti ve devrim çizgisini mahkum ediyor, devletle bütünleşme stratejisine dönülmesini istiyor ve dayatıyordu? Peki ne oldu, ne değişti? Neden bu tersine dönüş, PKK’den kopuş ve mutlak teslimiyet? Bu kadar kısa sürede tersine dönüşün, kırk yıllık cumhuriyet ideologu ve siyasetçisi kesilmenin bir açıklaması olmalıdır! Neden? Neler oldu? Bu soruların yanıtları 15 Şubat karşı-devrim hareketinin kavranmasında düğümlenmiştir.
“Dünya değişti, koşullar değişti, bunu göremedik; bugün bunları görüyor, kavrıyor ve kendimizi yeniliyoruz, değiştiriyoruz” diyorlar. Peki neden şimdi? Dünyada yaşanan değişimler hemen hemen her parti platformunda değerlendirilmiyor muydu? 6. Kongreye sunulan Politik Raporda bu değerlendirmeler yok mu? Hata mı yapıldı, neden bu açık açık kabul edilip hesabı verilmiyor? Bu kadar kayba ve acıya neden olanların hala kaderimiz üzerinde söz söylemeye ve karar vermeye hakları var mı? Madem ki, “1990’ların başından bu yana savaşta bir tekrar yaşandı” deniliyor. Ama bu “tekrarın” ise ürkütücü boyutlarda bir faturası var, tanımı mümkün olmayan acılar, trajediler var. Bunların hesabını kim verecek? Bundan sorumlu olanların bugün pişkin pişkin yerlerinde oturup yeniden kaderimiz üzerinde rol oynamaları hangi siyasal ahlaka uyar?
Hiç kuşkusuz değişen dünya değil, kendileridir, ideolojik tercihlerinde, dünya karşısındaki konumlarında ve duruşlarında köklü bir değişiklik var. Dün devrim ve sosyalizm çizgisi, kendileri için yüceltici bir etkendi; ama şimdi bunlar birer “ölüm” nedeni olarak algılanıyor. “Değişim olmazsa katliam olur” demagojisini bıktırıcı bir tarzda tekrarlıyorlar. Dolayısıyla devrim ve sosyalizm değerlerini bir kenara atmakta, cumhuriyet ideolojisine sarılmakta bir sakınca yoktu, tersine kendisi için bir “siyasi çıkış” anlamına gelirdi.
15 Şubat, çok yoğun ve şiddetli bir karşı-devrimci şiddet hareketidir; tarihsel önemde ayrıştırıcı, netleştirici ve açığa çıkarıcı bir rol oynadı. Bu yönü üzerinde de durmamız gerekiyor.
Kısacası 15 Şubatın açığa çıkardığı bütün gerçekleri ve sonuçlarını bütün boyutlarıyla incelememiz ve değerlendirmemiz gerekiyor. Yine 15 Şubattan bu yana partimize ve devrimimize dayatılan teslimiyet ve tasfiye hareketinin bütün aşamalarını ve bunların bütün özelliklerini aydınlatmamız gerekiyor. Bu, demagoji ve çarpıtma kampanyalarının yarattığı derin etkiler bakımından da kaçınılmazdır. 9 Ekimden bu yana yaşanan süreci, sürecin her aşamasını ve esas aktörlerini incelemeye ve değerlendirmeye çalışacağız. Sonuçta halkımız ve partili yoldaşlarımız ne kadar büyük bir teslimiyet ve tasfiye hareketiyle, nasıl büyük bir aldatma ve yalan kampanyasıyla karşı karşıya olduklarını görmekte güçlük çekmeyeceklerdir.