Read Time:20 Minute, 19 Second
15 ŞUBAT VE SORULMASI GEREKEN SORULAR…
15 Şubat, A. Öcalan’ın Kenya’da yakalanıp Türk devletine teslim edildiği gün. O günden bu yana çok şey değişti, çok şey gelişti. 15 Şubat ile ilgili sayısız değerlendirme yapıldı. Biz de bu konuda geniş değerlendirmelerde bulunduk, konuyla ilgili bir çok belge sunduk.
15 Şubat, Öcalan ve İmralı Partisi tarafından “Uluslararası komplo” olarak adlandırıldı. Biz bu operasyonu “Uluslararası karşı-devrim hareketi” olarak tanımladık. Bu karşı-devrimci hareketin hedefinde Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesinin son çeyrek yüzyıllık değerleri, kazanımları ve geleceği vardı. Denklem çok basit kurulmuştu:
“Öcalan’ı sağ ele geçirir ve teslim alırsak, onun üzerinden PKK ve PKK üzerinden de Kürt halkını teslim almak çocuk oyuncağıdır!”
Bu basit denklemi kurmaları nedensiz değildi: Öcalan ve kişiliğini, PKK ve kadrolarını çok iyi çözümlemişlerdi. Bunu bir İngiliz strateji üretme enstitüsü de çok net olarak ifade etmişti. “Önderlik kültüne” dayanan ve her şeyin ona bağlandığı bir parti modern anlamda bir partiden çok müritler topluluğu görünümündeydi. Dolayısıyla şeflerinin teslimiyeti ve işbirliğine ikna edilmesi sonun başlangıcı olur, bu süreç doğru yönetilirse stratejik hedefe ulaşmak olanaklıdır!
Evet, ortada bir komplo vardı, bu komplo uluslararası aktörler eliyle yürütülüyordu. Ama iddia edildiği gibi stratejik hedef Öcalan değildi. Öcalan sadece belli bir noktaya kadar hedefti. Yakalanıp teslim alınmalı ve bu uluslararası karşı-devrim hareketinin PKK ve Kürt halkının beynine doğrultulan en etkili silahı haline getirilmeliydi! Yani Öcalan ve parti “komplonun” yerel ayağı, Truva Atı haline getirilmeliydi. 15 Şubat sonrası gelişmeler bunu fazlasıyla kanıtlıyor ve doğruluyor.
Peki, Öcalan bu planı boşa çıkarabilir miydi? Bu planı boşa çıkarmak için ne yapılmalıydı? Daha doğrusu bu planı boşa çıkarmanın temel koşulları neydi?
Öncelikle bu soruların tartışılması gerekiyor. Bu soruların yanıtları tartışılmadan “Yunanistan ihaneti”, şu veya bu gücün şu davranışı, şu veya bu kişinin hataları ve “komplo içindeki yeri” gibi tali konularla uğraşmak işin özünü kaçırmaktır.
Ne yazık PKK ve PKK’liler bu güne dek 9 Ekim-15 Şubat uluslararası karşı-devrim hareketinin temellerini, özünü tartışmadı, tartışamadı; tutsak alındıkları Öcalan sistemi bunun önünde yükselen duvardı. Tartışmak isteyenler ise düşüncelerini geniş kitlelere taşıyamadılar, sayısız engelle karşılaştılar. Biz, bu sürecin temellerini açığa çıkardığımıza inanıyoruz. Ama büyük çoğunluk ise resmi hurafelerin etkisinde…
Hiç kuşkusuz anılan soruları tartışmak için öncellikle Öcalan ve onun sistemini bağımsız bir bakış açısıyla ele almak ve eleştirel bir duruşa sahip olmak gerekir. Bu yapılmadan yapılacak tartışmaların havanda su dövmekten, hatta tasfiyeciliğin ekmeğine yağ sürmekten, “komplocuların” değirmenine su taşımaktan başka bir anlam ifade etmeyeceği açıktır. İmralı cephesinde yaşanan bundan başka bir şey değildir.
Yukarıdaki soruları tamamlayan başka sorular da var: Teslimiyet bir kader miydi? Gelişmelerin seyri başka doğrultuda olamaz mıydı? Bunun için ne gerekiyordu?
Bütün bu sorularının yanıtı bizi en son şu soruya götürür:
İmralı’nın gerçek sorumlusu kim?
Hemen kestirmeden “ABD, TC, İsrail, Rusya, Yunanistan, AB ve iç-dış komplocular” yanıtı verilecek! 5 Yıldan fazla bir süredir tekrarlanan nakarat bu. Bir noktada şu denilebilir: “Evet, sayılan güçler devrime ve Kürt halkına düşman güçler. Elbette onlar, politikalarını uygulayacak ve bunun için ellerindeki bütün kozları kullanacaklardır. Ya siz, halk ve devrim adına hareket ettiğini iddia eden siz ne yaptınız, hangi politikayı izlediniz, düşman politikalarını boşa çıkaracak hangi yaklaşımı seçtiniz?
Sorun öncelikle ideolojik ve stratejik duruşta düğümleniyordu! Başka bir ifadeyle mücadelenin bütün ara yollarının, manevra olanaklarının tükendiği bir noktada, yani mutlak teslimiyet ile halka ve devrime dayalı, belli bir ideolojik ve stratejik duruşu esas alan direniş ikileminin dayattığı bir anda nasıl davranıldı?
Bu sorular tartışılmadan, yanıtları üzerinde çok yönlü düşünmeden bağırıp çağırmanın, “komplocuları” lanetlemenin hiç bir anlamı yok. Bu tür tepkiler, bugün pratikte gerçekleştiği gibi karşı-devrimin hizmetine girmekten başka bir sonuç doğurmaz.
Şu soru hep sorulmuştur: A. Öcalan, 9 Ekim 1998 tarihinde Suriye’den çıkmak zorunda kaldığında neden yüzünü Avrupa’ya döndü? Neden Kürdistan’a, dağlara yönelmedi?
Bu soru çok önemli ve taktik bir yaklaşımı, teknik olanaklar sorununu değil, ideolojik ve stratejik bir duruşu anlatmaktadır!
Öcalan’ın da bu soruya yer, zaman ve koşullara bağlı olarak bir yanıtı vardır. Ama bu yanıt gerçekliğin özünü anlatmaktan çok uzaktır. Avrupa’dayken “Barıştan yanaydım, yıllardır barışı savunuyorum, dolayısıyla sistemin merkezinde barışçıl çözüm aramam kadar doğal bir şey olamaz.” Kürt kitlelerine dönük yaptığı konuşmalarda “Yetersiz yoldaşlar ve dostlar yüzünden bu hallere düştüm. Ama ben yine onları düşünerek dağı değil, Avrupa’yı seçtim. Dağı seçseydim kimyasal ve kitle imha silahlarıyla büyük katliamlar yapacaklardı, ama benim dağa değil, büyük riskler alarak buralara gelmem, bu oyunu da boşa çıkarmıştır.” İmralı’dayken ise “Avrupa beni kullanmak istedi, ama ben oyuna gelmedim ve Türkiye’yi tercih ettim.” diyordu. 7. Kongreye sunulan “Politik Rapor” adlı belge de ise, “baktın seni yok edecekler, sen de bir elçini gönderip teslim olacağını bildirir ve böylece tehlikeyi savuşturursun” anlamında mevcut durumunu teorileştirmeye çalışıyordu.
Gerçekten de yakalanıp uçağa konulan ve bayıltılan Öcalan, gözlerini açar açmaz teslimiyetin sinyalini verdi: “Anne tarafım Türk’tür. Fırsat verilirse hizmet etmeye hazırım!” Bu, teslimiyet ve tasfiye sürecinde artık nitel bir aşamayı ifade ediyordu. Bu noktaya neden ve nasıl gelindiği sorularının yanıtına biraz daha yakından bakmamız gerekir…
15 Şubat 9 Ekimin bir sonucudur… 9 Ekim ise on yıla yakın bir süredir sürdürülen düzen içi arayışların, “Siyasal çözüm” olarak ifade edilen politikanın bir sonucudur.
Burada taktik bir yaklaşım değil, ideolojik ve stratejik bir çizgi söz konusudur. Bunun neden ve nasıl böyle olduğunu kısaca görmeye çalışalım:
M. Ali Birand’ın Bekaa’ye gelip kendisiyle görüşeceği haberi verildiğinde çok sevinmişti. Tanımlamakta güçlük çektiği bir heyecan içindeydi. Öcalan, Birand’ı bir gazeteciden çok, devletin bir elçisi olarak görüyordu. Heyecanı bundandı. İyi hazırlanmalıydı. Partinin bütün iplerini kendisinde toplamıştı, tek karar mercii oydu. Öncelikle bunu yansıtmalı, ağzından çıkan her sözün partisi için ne kadar bağlayıcı olduğunu göstermeli, ileteceği mesajları da en iyi şekilde formüle etmeliydi. Tek karar verici olduğunu kanıtlamak yetmiyordu. Aynı zamanda devletle uzlaşma noktalarını da çok net belirlemeliydi. Bir kez “Bölücü değildi.” Türkiye’den ayrılma, bağımsız devlet kurma diye bir hedefleri yoktu. Bazı hakların tanınması ve bunların anayasal güvencelere bağlanması durumunda devletle birlikte yaşamaya, hiç bir sorun çıkarmadan yaşamaya vardı. Bundan böyle de bağımsızlık fikrinden ve talebinden çok fazla söz edilmeyecek, bu, süreç içinde bilinçlerden silinmeye çalışılacaktı. İkincisi, öncelikle bir ateşkes ilan etmek gerekir. Karşılıklı olarak. Üçüncüsü, ilan edilecek genel bir afla dağdakiler silahlarını bırakacak, zindandakiler de salıverilecek, sürgündekiler de evlerine dönecek, yasal siyasette kendilerini ifade etmeye çalışacaklardı. Kendisi mi? O da zamanı ve koşulları oluştuğunda Ankara’nın yolunu tutacak, fraklı elbiseleri içinde Meclis koridorlarını arşınlayacak, kürsülerde “Vatan-Millet-Sakarya” nutuklarını atacaktı…
M. Ali Birand ile 1988 yılında yapılan görüşme ve bu görüşmede yapılan açıklamalar, stratejik, giderek ideoloji bir çark edişi anlatmaktadır. Bu tarihten sonra “Ateşkes ve siyasal çözüm” doğrultusunda atılan adımlar ve yapılan açıklamalar, bu çark edişin olgunlaşması ve giderek dönülmez bir çizgiye dönüştürülmesidir. 1993’te ilan edilen ateşkes ve her defasında “tek yanlı ateşkes ve barışa hazırız” biçimindeki açıklamalar, hiç bir zaman ciddiye alınmadı. Tersine bu çark ediş, düzen içinde “güvenli bir liman” arama eğilimi, bir zaaf, teslimiyete güçlü bir işaret olarak algılandı.
Ve 9 Ekime giden yol böyle döşendi…
TC de bu eğilimle oynadı. TV ve gazetelerde ifşa edilen “gizli görüşme” belgeleri bu oynamanın somut kanıtları niteliğindedir. 9 Ekimden kısa bir süre önce sözü edilen gizli yollarla Öcalan’a iletilen mesajın bir sonucu olarak Öcalan, MEDTV’de ateşkes ilen etti. İlan edilen ateşkes üzerinden çok kısa bir zaman geçmeden 9 Ekim dayatması ve Suriye’yi terk ediş macerası başladı…
İlginçtir, bu dayatmalara “uluslararası komplo” adını veren Öcalan, yüzünü “komploculara” çevirerek kurtuluş çaresini yine onların merkezinde arıyordu… Avrupa’nın desteklediği ABD, TC, İsrail operasyonu Öcalan’ı kesin olarak sağ yakalamak, teslim almak ve onun üzerinden ve onun eliyle devrimci mücadeleyi teslim almak, bütün değerleri tasfiye etmek amacındaydı. Bu çok açıktı ve Öcalan da bu değerlendirmeyi yapıyordu. Hatta bu operasyonun bir NATO operasyonu olduğunu açıkça vurguluyor ve kendisinin Suriye’de çıkmaması durumunda bölgesel bir savaşın bile gündemde olduğunu söylüyordu. Bu açıklamalarda dile getirilen sözler birer gerçekse, o zaman çözüm neydi, teslimiyet mi? Kendisine kurt kapanı kuran güçlere sığınmak mı, onlara yalvarmak mı? “Ben ettim, siz eylemeyin, düzen içinde bana bir yaşam hakkı tanıyın” yalvarmaları mı?
Öcalan, artık sona yaklaştığının farkındaydı… Ama o ne halka inanıyor ve güveniyordu, ne de düzen ve sistem karşıtı bir düşüncesi, ilkesi ve stratejisi vardı… Önemli olan kendisiydi, bunun dışında bir ilkesi, bir davası, bir inancı yoktu. Varlığını ve geleceğini düzen içinde görüyor, o nedenle onlara sığınmaktan başka bir şey düşünmüyordu. 1988’den sonra izlediği çizgi de bu doğrultudaydı…
9 Ekim, yani “Suriye’yi terk et” emri kendisine iletildiğinde çaresizdi. Dağı, yani Kürdistan’ı düşünmüyordu, böyle bir şeyi aklından bile geçirmiyordu. Dağ, her şeyden önce düzen ve sistemi cepheden karşılamak demekti, bu, devrimci bir duruşu anlatıyordu. Dağ, halka güvenmek, halkı esas alan bir ideolojik ve stratejik çizgide yürümek demekti. Dağ, tek başına mücadele biçimi, taktik, teknik demek değildi. Dağ, bir ideolojik duruştu, dünyaya kafa tutma, ona meydan okuma tavrıydı. Bu duruş ve kavramlar Öcalan’a uzaktı. Daha sonra defalarca tekrarladığı gibi, “kaba direnişçilik” ölüm demekti. Ama o canını çok seviyordu, canı halkın, ülkenin, devrimin, devrim değerlerinin çok çok üstündeydi. O yaşamalıydı, hem de ne pahasına olursa olsun!
Koşullar ara yolları tüketmişti, manevra olanaklarını ortadan kaldırmıştı. Ya devrimci çizgiyi esas alarak direnecekti, ya da teslim olacaktı! Bu ikisinin dışında bir ara yol, gri bir çizgi kalmamıştı. Bunu Öcalan da çok iyi biliyordu. Suriye’den çıktığında eski şaşaalı günlerin geride kaldığının farkındaydı. Soluğu TC zindanlarında alabileceğinin de farkındaydı, “son pişmanlık ve teslimiyetin” de fayda etmeyeceğini biliyor ve kara kara düşünüyordu. Bu nedenle korkuyordu… “Sonumuz ne olacak” diye sesli düşünmekten, bu düşüncelerini etrafındakilerle paylaşmaktan da çekinmiyordu…
Kafasında tek bir düşünce vardı: Bugüne dek izlediği düzen içi çizgide manevra yapmak, bu manevralarla kendisini sistemin aktörlerine kabul ettirmek!
Zaten bunun dışında bir seçeneğinin olmadığını da biliyordu. Dağ ona göre değildi. Başka gidecek bir yeri yoktu. Bu düşünceler ve zorunluluklarla yola çıktı. Geriye baktı, yaşadığı saltanatı düşündü, “hey gidi günler hey!..” diyerek kendisini bekleyen otomobile bindi. Küçük çaplı bir tören düzenlemişlerdi, muzaffer bir komutanın geçit alayı değildi bu… Daha çok yenik, süngüleri düşmüş, yaşam telaşına düşmüş bir çaresizi bilinmezliklere uğurlama töreni.. Cenaze törenini andırıyordu… Kendini zorlayarak gülümsedi, el sallamak için kollarını kaldırdı, ama heyhat eski görkemli günlerden ve gücünden, havasından geriye ne kalmıştı? Geride kalanlar “Meçhule giden gemiye el sallayan” rıhtımdakiler gibiydiler, son derece şaşkın… Onların da tarih bilinçleri, siyasal refleksleri çoktan yok edilmişti. Onlar için de gelecek belirsizliklerle doluydu, bilmiyorlardı, gelişmeleri etkileme şanslarını yitireli çok olmuştu…
9 Ekim, final aşamasının ilk durağıydı… İnisiyatif tümden yitirilmişti. Kaderi nereye kadar götürdüyse oraya kadar… Finalin son perdesi artık bir zaman soruydu, belki de an!..
Yolculuk sistemin merkezine doğruydu. Bindiği uçak havalandı, gökyüzünün derinliklerine tırmandı. O da uçakla tırmandı, bir ürperti yaşadı… Yükselen o değil, uçaktı. Kendisi mi? İrtifa kaybediyordu, düşüyordu, hangi manevra bu düşüşü önleyebilirdi ki? Karışık duygular içindeydi, dün yaşadığı eşsiz günler ile yarının belirsizliği, her saat biraz daha daralan çember çatışıyor ve kendisini korkutuyordu… “Başka seçenek de yok, her şey varacağı yere varır” diyerek kendisini teselli etmeye çalıştı…
İlk durak Yunanistan’dı. Ortada uluslararası bir operasyon vardı. Yunanistan’ın buna karşı koyacak gücü yoktu. Kaldı ki karşı koymak için herhangi bir nedenleri de yoktu. TC’den ABD’den taviz koparmak için ayaklarına dek gelen bu fırsatı gerektiğinde neden kullanmasınlardı? Kabul etmediler. Tanrı misafirliğinin zamanı değildi. “Lütfen” dediler… Yolu gösterdiler… Yola düştü, çaresiz… Çaresizleri oynamak da mı vardı, şu ölümlü dünyada… Rota, Rusya’ya doğru çizildi… Orada “dostlar” vardı. Jirinovski türünden… Bu dünya al-ver dünyasıydı. Bir kaç gün sonra Jirinovski’yi İstanbul’da görenler oldu, bunu hayra yoran olmadı… “Dostunun” evinde biraz soluklandı ve aldı telefonu eline… Talimatlar yağdırdı. Televizyona çıkacak ve “uluslararası komployu, onun iç yüzünü, aktörlerini bir bir açıklayacaktı…” Öyle yaptı. Yine uzun uzun cümlelerle şaşaalı günlerindeki gibi konuştu, konuştukça açıldı, açıldıkça konuştu… Tehlike büyüktü. Simitis Yunanistan’ı, Primakov Rusya’sı komplonun birer aktörleri konumundaydı. Bunu belli etmişlerdi. Daha başkaları da bu zincire eklendi…
Peki çözüm?
Tuzak denilen mekan ve ilişkilerde kadercilik oynamak mı? “Benim ne işim var burada” diyemiyordu. O hata yapmazdı ya! Tanrısal güç bir anda en güçsüz, en zavallı biri oluvermişti…
Günler günleri kovaladı… Rusya yolu gösterdi. Bu kez “Tarihi Roma Yürüyüşüne” çıktı. Çıkmak zorunda kaldı. Rusya’dan da kovulmuştu. Roma havaalanında göz altına alındı. Halkın, dostların haberi oldu. Herkes Roma’ya aktı, tarihi meydanları doldurdu, sokaklar insan taştı. Kışın soğuk ayazında açlığa yatıldı. Yeter ki “Ulusal Önderlikleri” serbest bırakılsındı. Roma ve Avrupa onu bağrına bassındı. Kürt halkı ve dostları kendisine sahip çıkmıştı.
Ya o?
Bir yanda operasyon ve bu bağlamda yapılan “terk et” dayatmaları uykularını kaçırıyordu, bir yanda şaşaalı günlerin devranını sürdürmenin keyfine bakıyordu. Çatışmalı bir durumdu. Hızlı ve yoğun akıp giden kısa günlerdi. Halk sahip çıkmıştı, kendisine uzak Kürt halkının dostları da sahip çıkıyordu. Onlarcası kendisini diri diri yakıyordu, zindanlarda, dışarıda… Ama o bu mesajı kendi sistemini güçlendirmede, iktidarını sağlamlaştırmada kullanıyordu. 9 Ekimle birlikte kayıp giden inisiyatifi yeniden kazanma şansı belirmişti. Roma ve halkın etkin sahip çıkışı kendisi için bir şanstı. Düşmanlar operasyonu sonuna kadar götürme ve hedeflerine ulaşama kesin kararındaydılar. Bunun için onlar da boş durmuyorlardı. Bir ara Avrupa bu işe el atar gibi oldu. İtalya, Almanya ve Fransa dışişleri bakanları toplandılar, “yargılama” kararı aldılar. Ama ABD ağırlığını koydu. “Hayır, siz uzak durun, bu, benim işim, destek verin, o adamı kovun, nereye giderse gitsin” dediler. Avrupalılar güçlerinin ve etkinliklerinin bilincindeydiler. Zılgıtı yemişlerdi. Bu, onlar için de bir bakıma boylarının ölçülerini alma vesilesi oldu. Tek kutuplu dünyanın efendisinin sözünü dinlediler…
Daha sonra yapılan değerlendirmelerde sorumluluk PKK Rusya temsilcisi üzerine yıkılacak. Yunanistan, Rusya suçlanacak. Gerilen çarmıhın çivilerinin bu güçler tarafından çakıldığı söylenmekte… Ancak bunlar doğru olsa da sormak gerekir: Daha Rusya’dayken Primakov ve Simitis’i suçlayan, komplonun ayakları olarak değerlendiren sen değil miydin? O zaman komplocu dediğin bu adamların memleketinde işin ne? Onlar seni oraya zorla mı götürdü? Neden Roma’yı terk ettin? Roma’da her zorluğu ve fedakarlığı göze alarak direnemez miydin? Varsın İtalya seni Türkiye’ye veya başka devlete teslim etsindi… O zaman direniş, anlık bir tavır değil, stratejik bir çizgi haline gelebilirdi…
Ama Öcalan,
Direnemezdi?
Direnemezdi çünkü, Roma’da “terk et” dayatmalarına boyun eğmemek ve direnmek demek, her şeyden önce halkı, düzen karşıtı güçleri esas almak demektir. Bu, sisteme cepheden tavır alma, çözümü direnişte görme anlayışıdır. Dolayısıyla direniş kararı, taktik bir karar değil, ideolojik ve stratejik bir karar olacaktı. Düzenle bütün köprüleri atma duruşu ise Öcalan’a çok uzak bir kavram ve gerçeklikti. Dolayısıyla kendisinde “terk et” dayatmalarına kafa tutma gücü ve iradesi yoktu. Kırıntı düzeyinde de olsa hala sistemin kendisini affedebileceğini var sayıyor, ya da emperyalist devletlerin kendi aralarındaki çelişkilerden medet umuyordu…
Roma’da kalmak için direnmek, her türlü dayatmaya boyun eğmemek demek, aslında yürütülen operasyonun tıkanması ve giderek boşa çıkması anlamına gelebilirdi. Ama bunun için siteme kafa tutacak bir iradenin, bir yüreğin, bir gücün olması şarttı. Ne var ki bunların zerresi Öcalan’da yoktu!..
Dolayısıyla kafasını kuma gömenler, öncelikle “baş”larına bakmalı, başkalarını suçlamadan önce “baş”larını sorgulamalıdırlar! Bu yapılmadan uluslararası karşı-devrim hareketinin payandası, yerel ayağı olmaktan kurtulmaları olanaksızdır!
Uzlaşma manevraları, kuru sıkı tehditler işe yaramadı… Tek düşüncesi düşmanlarından medet ummak olanların sözünün, tehditlerinin bir anlamı, blöf değeri bile olmazdı. Olmadı… Kimse ciddiye almadı. Dediler ki, “sen bir suçlusun, yargılanacak ve yaptıklarının hesabını vereceksin, söyleyeceklerinin ise hiç bir değeri yok! Teslim olmak, bize zorluk çıkarmamak, bir hain gibi bize hizmet etmek senin yararınadır, belki o zaman canını ipten kurtarabilirsin; yoksa vay haline…”
Ürperdi, titredi, bu yaşadıklarını dışarıya da yansıtmak istemedi… Kararını vermişti: Kaderine razı olmuştu bir kez. Kaderinin sürüklediği yere kadar gidecekti… Ufukta Ankara görünüyordu. Yıllar önce Ankara’dan çıkmıştı, hayal ettiği anlı şanlı bir siyasetçi olarak değil; elleri kolları bağlı, gözleri bantlı, beyni ve yüreği tutsak bir “mahkum” olarak dönecekti… Bunları düşündükçe daha da korktu, korkusu bir titreme nöbetine dönüştü, bir sıtma hastası gibiydi sanki…. Sakinleşmeliydi. Bir gören olurdu… Kendisini zorladı, gözlerini kapattı, Şam günlerini, orada geçirdiği hoş vakitleri hatırladı. Bir anda titremesi azaldı, kendisine geldi, dudaklarında bir gülümasme belirdi… Ne olursa olsun, nasıl olursa olsun, yüreksizce de olsa yaşamak güzeldi… Güzel yaşam uğruna başkaları ölsündü, o değil. O tanrının seçilmiş kuluydu, onun gibi bir başkası bu dünyaya gelmiş miydi? Öyle olduğu içindir ki onlarca genç kendisini kurban ediyordu… Bu, tanrının bir lütfüydü, bu, bir alın yazısıydı, kimse değiştiremezdi…
Biraz rahatlamıştı, sesli sesli bir şeyler mırıldandı, sesinde herhangi bir anormalliğin olmadığına hükmettikten sonra kararını açıkladı: “Tamam, gidiyoruz… Rusya 6 ay kalabilir diye güvence vermişti, değil mi? Güzel. O zaman hazırlıklar tamamlansın. İtalyanlara da haber verin. Onlar da rahatlasınlar. Bize dost gibi davrandılar. Kendilerine minnettarız!”
Roma serüveni bitti. Biten aynı zamanda yakalanan bir inisiyatif şansının da tümden kaçırılmasıydı… Roma’dan ayrılış, çok gizli olacaktı. “Dostlar” öyle istemişlerdi. İstihbarat örgütlerine açık, ama halk ve dünyadan gizli bir serüven başladı… İmralı’da başka boyutlar kazanacak, Kürdistan halkına tarihinin en büyük ihanetini yaşatacak bir serüven… Roma’dan çıkış, soluğu İmralı’da alma ile özdeşti… Artık “büyük av” kapanın içindeydi, geriye kalan zaman sorunundan başka bir şey değildi. artık avuçlarındaydı, onların dediğini yapmıştı… “Avcılar” da derin bir soluk almışlar, başarılarıyla övünebilirlerdi… Bu da gerçekten bir roman konusu olacak kadar geniş bir konu.
Kıssadan hisse: Güç ve iktidar olmak, itibarlı olmak için halkın davasını dile getireceksiniz. Bir halkın kahramanlarının değerleri üzerinde oturacak, saltanat kuracak; sonra düşmana teslim olmak için dökmedik dil bırakmayacaksınız. Ama düşman bir halkın davasını yok etmek için sizin durumunuzu, sisteminizi ve kişiliğinizi bir silah olarak kullanmaya karar verecek ve siz bu kararın gerçekleşme operasyonunda bile ondan medet ummaya devam edeceksiniz! Böyle iki yüzlü, omurgası olmayan, ama kendisini tanrının üstünde gören, dara düştüğünde çaresizleri oynayan, halk karşısından efelenen, düşmanı karşısında ise diz çöken birinin düşmanı nezdinde bile bir ağırlığı, bir saygınlığı olabilir mi?
Kim sizi affeder?
Ya tarihin gerçek yaratıcısı halkın sizi affedeceğini mi sanıyorsunuz?