– Sosyal hareketlerin içindeki bu oportünist kliğin günümüzde varlığını sürdürmesini sağlayan yapısal koşullar hakkında nasıl bir değerlendirme yapabilirsiniz. Bu oportünist klikler, bu sürekli devr-i daim belirli yapısal zayıflıklar sayesinde ayakta kalmıyorlar mı?
– Bu konuda bir dizi önemli yapısal argüman ileri sürülebilir. Birincisi radikal önderlerin çoğu belirli bir sosyal tanınmaya kavuşunca, sosyal olarak da yukarıya doğru hareketleniyorlar. TV’lere çıkıyor, meşhur oluyor, kendileriyle röportajlar yapılıyor. Valiler, belediye başkanları gibi siyasi yöneticilerle görüşüyor, pazarlıklar yapıyor ve ünlü kişiler haline geliyorlar. Dolayısıyla bu durum da onları kendisine karşı muhalefet ettikleri topluma dahil olan çelişkili bir konuma sürüklüyor. İkinci nokta, hareketin liderleri devrimci taleplerle ilerlemelerine rağmen bu taleplere legalite alanı içinde güvenceler sağlamaya çalışıyorlar. Bu da sonuçta yasaları yaparlarla ilişkiler kurmalarını gerektiriyor. Bu da parlamenter siyaset ile bir ilişki anlamına geliyor, öncelikle politikacılara yasaları kabul ettirme üzerinden gelişen bir mücadele süreci, hareketin üyelerini yasa yapıcılarla aynı konumda buluşturuyor. Dolayısıyla parlamento dışı siyaset ve mücadele taktiklerini sürdürmelerine karşın, taleplerini güvence altına almak için gözlerini diğer tarafa dikmeyi sürdürüyorlar.
Şimdi bu kitle hareketleri içinde köylüler, işçi kitleleri var ve bunlar homojen değiller. Parlamento dışı mücadeleye katılıyorlar ama sınıf çıkarları açısından farklılıkları var. Örneğin bazıları çok radikal hareketlere katılıyorlar ama bunların toprakları da var; devlete kredi borçları da var. Yoksul köylüler ise çok daha radikal bir değişim için mücadele ediyorlar. Yoksul köylüler, yoksul işçiler, daha az ücret alanlar, vasıflılar, yarı vasıflılar, yüksek ücret alanlar gibi birçok farklı kesim var. Bunlar neo-liberal hükümetleri devirdikleri zaman, yeni hükümet, kitle hareketi içindeki özgün çıkar farklılıklarından mutlaka yararlanmaya çalışacaktır. Dolayısıyla liderler arasında da farklılaşmalar ortaya çıkıyor; bu farklılaşmalar oluşan oportünizmin sosyal temelidir. Dışardan bakıldığında bütün köylüler yoksul gözükür; ama içerden bakıldığında durum farklıdırlar. Kimisinin 40 dönüm kimisinin 10 dönüm toprağı vardır. Dışardan bakıldığında hepsi aynı gözükseler de yapısal olarak farklıdırlar.
– Dolayısıyla solun henüz günümüz kapitalizminin ezilenlerin farklı kesimlerini hem belirli biçimlerde birleştiren, hem de belirli biçimlerde parçalayan son derece esnek karşı mücadele taktiklerini aşan bir politik mücadele stratejisi geliştirememiş olduğunu söyleyebilir miyiz?
– Burada önemli olan neo-liberalizmin farklılıkları homojenleştiriyor olmasıdır. Örneğin işçiler arasındaki ücret farklılıkları sorunu var. Vasıflılar, güvencesizler, yüksek ücret alanlar vs. Ama hükümet emeklilik ikramiyelerine saldırdığı zaman aslında bütün bu işçileri birleştiriyor. İkincisi teknisyenler ve emekçiler diye baktığımızda, özelleştirmeler olduğunda bunların hepsi işten çıkarma, sosyal yardımların kesilmesi ve güvencesiz çalışma sorunu ile karşı karşıya kalıyorlar. Dolayısıyla hem birleşik bir mücadelenin ve kitlesel bir hoşnutsuzluğun temellerini yaratan bir durum var, hem de hemen sonrasında yeni yöneticilerin taktiksel geri çekilme olasılıkları, hareketi geçici olarak bölebiliyor. Yani kapitalizmin bugünkü durumu krizin koşullarını yarattığı, gibi kriz ortaya çıktığında, bu krizin basıncı altında geçici uyum taktikleri de geliştirebiliyor.
Ancak eğer kitle hareketleri iktidarı ele geçirmeye yönelik bir perspektife sahip olabilselerdi, bu taktikler hiçbir işe yaramazdı. Burada post-Marksistleri ve post-modernist ideologları suçlamak lazım. Bunlar sosyal hareketlerin iktidar mücadelesi alanına karışmamaları gerektiğini savunuyorlar; onları “sivil toplum” dedikleri alan içinde ve “özerklik” dedikleri kavram altında, toplumsal mücadelelerin politik ifadelerini sınırlandırmaları nedeniyle eleştirilmeliyiz. Bu özerklik burjuva partilerden özerklik anlamına geliyorsa başka bir anlamı vardır ve doğrudur; ancak politik eylemden özerklik kastediliyorsa bu özerklik toplumsal hareketleri burjuva devlet karşısında baskı gruplarına indirgemektir ki bu da geleneksel reformizm stratejisinin ta kendisidir. Reformlar kendi başlarına kötü şeyler değillerdir; ama bugüne kadar bildiğimiz şey, reformların geri döndürülebilir olduklarıdır. Özellikle de kitle hareketleri geri çekildiğinde. Böyle bir perspektif önerenler her seferinde yeniden örgütlenme, yeniden seferber olma durumunda kalırlar; dolayısıyla bugün yaşadığımız koşullar altında baskı grubu stratejisi, geri döndürülemez dönüşümler yaratma kapasitesine sahip değildir. Yapısal reformlar gerçekleştirebilmek için devrimci hareketlere ve devrimci iktidarlara ihtiyaç vardır.
– Yaptığınız çeşitle değerlendirmelerde bugün emperyalizme karşı mücadeledeki en önemli halkalardan birisinin Venezüella’da Başkan Chavez’in başını çektiği Chavista hareketi olduğunu belirtiyorsunuz. Venezüella sizce nasıl bir özgün durum yaşıyor?
– Başkan Chavez’in durumunu, Lula ve Erdoğan gibi, halk iktidarı olma iddiasındaki diğer hükümetlerle kıyasladığımızda daha iyi anlayabiliriz. Bunların hiçbiri ABD emperyalizmine karşı tutum almış değildir. Hatta IMF’ye teslim olmuş durumdalar. ABD’nin Ortadoğu’da kurduğu de facto egemenliği destekliyorlar ve günümüzün bütün temel sorunlarında ABD’nin yanında yer alıyorlar; Erdoğan İsrail’le birlikte çalışıyor, Lula Haiti’deki askeri işgale birlik gönderiyor, Chavez ise ABD’nin Irak’taki savaşını reddediyor, İran’ın kendi meşru barışçıl nükleer program oluşturma hakkını destekliyor, emperyalist CNN’e karşı Telesur’u oluşturuyor, ABD’nin savaşlarına karşı Dünya Sosyal Forumları’yla birlikte tutum alıyor. Bugünün dünyasında merkez solun teslimiyeti ile kıyaslandığında, Chavez bu özellikleriyle bir istisna durumunda. Kendisi farklı türden hükümetlerle çalışmasına karşın devrimci solla anti-emperyalizm konusunda ortak bir dili paylaşıyor. 21. yüzyılda kapitalizme karşı alternatif olarak sosyalizmi önerdi, bu çok önemli çünkü kendisi bugün açıkça halkın büyük çoğunluğu açısından kapitalizmin sorunları çözemeyeceğini ifade eden tek iktidar durumunda. Küçük sol grupların anlatma kapasitelerinin çok üzerinde bir kapasiteye sahip. Yine de gerçekçi olmalıyız; Chavista hareketi içinde birbirleriyle mücadele eden iki ayrı hareket var. Bunlardan ilki parlamento üyeleri, belediye başkanları ve valilerden oluşan ve Chavez’in ilerletmeye çalıştığı programı gerçekte desteklemeseler de hareketin içinde gibi görünenler. Diğer yanda öncelikle ve özellikle milyonlarca kent yoksulu var ve bunlar Chavez’i, sağlık ve eğitim gibi gündelik hayattaki iyileşmeler için bir değişim aracı olarak destekliyorlar. “Halk dükkanları” açıp buralarda diğer dükkanlara kıyasla çok ucuz gıda maddesi satıyor. Şimdi artık yeni sendikalar da var ve yeni yeni mücadelenin önderlik görevini üstleniyorlar. Bunlar sadece işçileri sermayeye karşı örgütlemekle yetinmeyip sosyalizmin, anti-emperyalizmin ve Marksizm’in politik dilini kendi mücadelelerine adapte ediyorlar. Bugün görünen iki çatışma alanı var. Birincisi sendikalar patronları tarafından kilit vurulmuş olan fabrikaların işçilere devrini talep ediyorlar. İkincisi de işçiler fabrikaların yönetimine daha fazla katılım ve daha fazla rol istiyorlar. Burası biraz karışık çünkü fabrika yönetimine katılma konusunda iki öneri var: Bunlardan birincisi işverenlerle ortak katılım önerisi. İkincisi öz yönetim, işçi denetimi önerisi. Aynı konuya köylü hareketleriyle tarım sektöründe de rastlayabiliriz. Toprak reformlarını genişletmek ve derinleştirmek isteyen ve toprak sahiplerinin terörizminin engellenmesini talep eden köylü hareketleri var. Kent yoksullarının, sendikaların, köylü hareketlerinin bu talepleri oportünist bürokrasi ile çatışmalara neden oluyor ki, bu bürokrasi çalışma bakanlığını, ekonomi bakanlığını ve tarım reformu kurumunu kontrol ediyor. Bu konumdakiler Chavez tarafından önerilen politikaları bilerek ya da bilmeyerek engelliyorlar. Bugün devrimin düşmanlarının değişmiş olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bir önceki dönemde ABD’nin doğrudan desteklediği faşist isyanlardı düşman. Bunlar tekrar tekrar ve kesinlikle ortadan kaldırıldı. Bugün ise temel düşman sözde Chavezci politikacılardır ki bunlar bilerek ya da bilmeyerek bu programları en kötü biçimde sabote ediyorlar; yani desteklediklerini söyleyip aslında engelliyorlar.
– Son dönemdeki politik mücadelelere önemli bir ilham sağlamış olan Zapatista hareketinin iktidar mücadelesinden vazgeçtiği tezi de yine son dönemin popüler “iktidarı almadan dünyayı değiştirme” tezlerine meşruluk sağlamak üzere yaygın tartışma konusu haline getiriliyor. Zapatistalar gerçekten de mücadelelerini “sivil toplum” perspektifiyle mi sınırlandırdılar?
– Gerçekçi olalım böyle bir şey yok. Zapatistalar 1994 Ocak ayında Meksiko City’deki devlet iktidarını ele geçirmek için yola çıktılar. Ve bazı seksiyonları sosyalizmden de bahsediyordu. Başta Chiapas ele geçirilecek ve başkente doğru ilerlenecekti. Bu strateji varolan diğer gerilla gruplarının da harekete geçerek, bu ilerleyiş sırasında onlara katılması varsayımı üzerine kurulmuştu. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Öncelikle Chiapas’daki bazı küçük topluluklar dışındaki daha geniş kitlelere ulaşamadılar. Diğer gerilla gruplarının onlara katılmasından korkan askeri güçler harekete geçti ve bu olanak da ortadan kalktı. Zapatistalar Chiapas’a sıkıştıklarında oradaki sınırlı alanlarda fikirlerini hayata geçirmeye çalıştılar. Bunu yaparken de sınırlı bir alanda iktidar olanaklarına sahip oldular. Dolayısıyla varoldukları, etkiledikleri topraklarda, devlet aygıtının en önemli gücü olan silahlı güce sahiplerse, iktidarı istememek ne anlama gelmektedir? Nasıl yönetiyorlar yani? Bir devlet iktidarının araçlarına sahip değillerse, nasıl? Gerilla, özyönetim topluluklarının hükümetini Meksika ordusundan koruyan bir güçtür. İnanıyorum ki Marcos “İktidarı alamadığımız için iktidarı istemiyoruz” dediği zaman zorunluluğun siyasetini yapıyordu. Ancak belirli bir süreçten sonra şimdi farklı bir şey yapıyor ve Meksika’da ulusal bir politik gücün örgütlenmesini öneriyorlar. Bu hareket, bandık siyasetinin eleştirisine dayanan bir hareket olacak, diğer kitle hareketleriyle birleşecek ve devlet iktidarına meydan okuyacak. “Marcos iktidarla ilgilenmiyor” diyen anarşistler ve post-modernistler şimdi utanmıyorlar mı? Chiapas’ta konuştuğum bütün yerliler daha iyi yaşamak, daha iyi sağlık koşullarıyla sosyal koşullara ulaşmak ve topluluklarına yönelik askeri tehdidin ortadan kaldırılması için iktidarı istiyorlardı. Dünyanın hiçbir yerinde tek bir işçi ya da köylü yoktur ki hem yerel, hem bölgesel, hem de ulusal anlamda iktidarı istemesin. Çünkü hepsi politik iktidar olmazsa hayatlarını değiştiremeyeceklerini bilirler. Yani bu sözde teori, entelektüellerin herhangi bir gerçeklikle, tarihsel ya da çağdaş deneyimlerle hiçbir ilgisi olmayan bir biçimde parmak emmesinden başka bir şey değildir. Aptallıktır.
– Peki iktidar mücadelesini doğrudan yöntemlerle sürdüren FARC’a (Kolombiya Silahlı Devrimci Güçleri) gelirsek; mücadelenin o cephesinde işler ne durumda?
– FARC kırk yıldır ABD müdahalesi ile karşı karşıya olan bir siyasi hareket. Milyarlarca dolarlık destek, silahlar, danışmanlar; bunların hepsi önemli birer sorun. Dolayısıyla böyle bir saldırı karşısında varlıklarını sürdürmeleri ve gelişmeye devam etmeleri bile başarıdır. Niye devrim yapamıyorlar demek bir tercihtir ya da onları çoktan ortadan kalkmış olan birçok gerilla hareketi ile kıyaslayabilirsiniz. Ben ikincisini yapıyorum. Destek temellerini hükümetin kırı boşaltma stratejisine rağmen geliştirebildiler. Bu stratejinin sonucunda 3.5 milyon kişi kırlardan gecekondulara göç etti. Burjuva hükümetleri bu göçü açıklarken köylülerin “şiddetten “ kaçtıklarını söylüyorlar. Ama gerçek sebep bu insanların devlet terörizminden ve para-militerlerin yarattığı terörden kaçtıklarıdır. FARC para-militerlerin ve ordunun yaptığı katliamlara rağmen örgütsel yapısını ve güçlerini korudu.Bu FARC’ın başarısıdır. FARC konusunda söylenmiş olan birçok yalan var. Dogmatik Marksist-Leninist bir hareket oldukları söyleniyor. Ama barış görüşmeleri sırasında (1991-2002) askerden arındırılmış alanda FARC bir halk forumu oluşturdu ve sendikaları, üniversiteli iktisatçıları, işadamlarını, hatta Wall Street yatırım uzmanlarını, öneri ve görüşlerini tartışmak üzere buraya davet etti. FARC dinlemeye ve bir kalkınma stratejisine yönelik önerileri değerlendirmeye çok açık bir harekettir. FARC, 1984’den 1987’ye kadar dönemin Başkanı Betancour ile bir barış anlaşması imzalamaya çalıştı. Buna göre FARC silahsızlanmayacak ancak saldırmayacaktı da. Patriotic Front (Yurtsever Cephe) isimli bir blok oluşturarak, seçim yoluyla siyasete müdahil olmak istedi. Bu önerileri 5 bin cephe militanının katledilmesiyle sonuçlandı. Aynı süreçte 2 başkan adayı ve yüzlerle belediye başkanı da öldürüldü ve artık o yoldan devam etmek imkansız hale geldi. Bu gelişmeler FARC’ın geniş bir seçmen desteğine rağmen baskıcı terörist Kolombiya devleti içinde yer almasını imkansız hale getirdi. Dolayısıyla kimilerinin FARC hakkında katil vs gibi şeyler söylemeleri, onların FARC’ın tarihi konusundaki cehaletlerini gösterir. Onlar katledildiler ve bir terör devletine karşı nasıl mücadele edilmesi gerekiyorsa, öyle mücadele ediyorlar. Kolombiya’da kısa vadede silahlı çatışmanın devam edeceğini düşünüyorum. Eğer ABD askeri yardımlarında bir çözülme olursa Kolombiya ordusu da zayıflayacaktır. Bu durumda FARC’ın hegemonyası altında bir halk cephesi hükümetinin oluşumuna tanık olabiliriz. Ekonomik kriz derinleşirse, bu durum kentlerde ve çiftçiler arasındaki hoşnutsuzluğun derinleşmesi ile sonuçlanabilir ve halk ayaklanmalarının devamında gerillanın zaferi ile karşılaşabiliriz. Pek muhtemel olmayan üçüncü seçenekse ordunun askeri bir başarıya ulaşması, FARC’ın bütün komuta mekanizmasını ele geçirmesi ve gerilla güçlerini çözerek stratejik bir yenilgiye uğratmasıdır.
– Toplumsal hareketlere yeniden dönecek olursak, bu hareketlerin gelişimi açısından doğrudan eylem taktiğinin ne türden bir öneme sahip olduğunu söyleyebilirsiniz?
– Sosyo-politik hareketlerin başarıya ulaşabilmeleri için örgütsel kapasitelerini oluşturmaları ve küçük reformlar gerçekleştirmeleri gerekli. Bunlar küçük ama önemli, kitlelerin mücadele içinde olma konusundaki güvenlerini yükselten reformlardır. Çünkü genellikle insanlar eylemden eyleme mücadeleye katılmakta ve bu eylemlerden hiçbir şey elde edememektedirler. Bu tür küçük başarılar kitlelerde sonuç almaktan doğan güven duygusunu geliştiriyor. Örneğin Arjantin’de İşsiz İşçiler Hareketi ana yollara kesti ve arabaları, otobüsleri ve mal taşıyan kamyonları durdurarak hükümeti bazı acil ihtiyaçlarına yanıt vermeye zorlamak üzere kendileriyle görüşmeler yapmak zorunda bıraktı. Bu tür eylemler başka hareketler tarafından da tekrar edildi ve aynı etkiyi göstererek sonuca ulaştı. Doğrudan eylem taktikleri, imza toplama gibi eylemlere kıyasla daha etkili çünkü hükümeti acil sorunlara acil çözümler bulmaya zorunlu bırakan bir eylem biçimi. Bu eylemlerin bir başka özelliği de sosyo-politik hareketleri giderek kapitalistler, toprak sahipleri vs ile kapıştıklarından daha fazla devletle kapışmaya zorlamasıdır. Çünkü işsizliği yaratan, işsizliğe yol açan kesintilerin önünü açan politikaların sahibi devlettir ve işsizlere sorunlarını çözebilecek kaynağı sunabilecek olan da devlettir. Bu işçilerin artık kapitalistlere karşı işten çıkarmalar, ücret gibi konularda mücadele etmedikleri anlamına gelmiyor. Manzaranın bütününe bakarsak, sosyal güvenlik, emeklilik, sağlık gibi konularda hükümet doğrudan doğruya sorumluluk sahibi olan bir kurumdur.
Bu yüzden bugünün temel çatışmaları işsizlerden, kamu çalışanlarına, kamu işçilerinden emeklilere ve öğrencilere dek bir dizi öğeyi kapsayan halkla devlet arasında gerçekleşiyor. Devletle kapışmak kapitalistlerde kapışmaktan daha zordur ama daha sonuç alıcıdır. Politik sorunu doğrudan doğruya masanın üzerine koyar. Bu politik kavrayışın derinleştirilmesi doğrudan doğruya solun sorumluluğudur. Buradaki sorun, sosyal hareketlerin sahip oldukları potansiyelin açığa çıkartılması sorunudur. Açacak olursam, bugün devleti basınç altına sokan halkın kendisidir. Bunun nedeni de farklı kesimlerin yürüttüğü farklı mücadeleleri ortak bir program ve örgütlülük altında birleştirebilen ve devleti yenebilme gücüne sahip örgütlü bir solun mevcut olmamasıdır. Elimizde doktor, öğretmen sendikaları gibi sendikaların yönetiminde olan sol militanlar var; bu iyi bir şey olsa da yeterli değil. Bunlar önemli mücadelelere yön veriyorlar ancak temel sorunları sadece belirli bir sektörün mücadelesine yön veriyor olmaları. Sol hiç mevcut olmasaydı reformlar için mücadele eden sosyal hareketler daha da zayıf olacaklardı. Ancak solun bu sınırlı etkisi devlet iktidarına yönelik bir mücadelenin yürütülmesi açısından yeterli değil. Basit bir nedeni var, kitle hareketleri önderlerinin çoğu ya öldürüldüler ya uzun yıllar hapiste yattılar ya da sistemle bütünleştiler. Dolayısıyla ciddi bir meydan okuma, kitle önderleri açısından bu ara tabakanın yeniden yaratılması olacaktır. Çünkü bunlar iki kesimi birleştirebilen yani hem halkın dilini konuşabilen ve kitle çalışmasını yürüten ve bu çalışmalarla ulusal mücadeleler arasındaki bağlantıları kurabilen tabakadır. Bugün ya kitle mücadelesiyle uğraşan militan nitelikli ancak geniş ufka sahip olmayan militanlar var ya da işe ulusal çapta bakabilen ancak kitlelerle iletişim kuramayan insanlar var. Bu ara tabakanın mutlaka yeniden oluşturulması gerekli.
AB Süreci Türkiye’ye Yeni Bir Rol Biçiyor
– İsterseniz söyleşimize güncel bir tartışmadan devam edelim. Avrupa’da, Fransızların Avrupa anayasasına hayır oyu vermesi ve Alman seçimlerinde Sol Partinin yüzde 8’lik bir oy elde etmesiyle yeni bir politik manzaranın ipuçları ortaya çıkmaya başladı. Sizce bu manzara nasıl bir gelişme seyri izleyebilir?
– Fransız halkoylamasından çıkan hayır oyu Avrupa burjuva medyası tarafından çok çirkin bir biçimde çarpıtıldı. Fransızların verdiği hayır oyunda büyük bir çoğunluk Avrupa’nın en iyi kamusal sağlık programının, en iyi sosyal yasalarının ve işçi haklarının savunulmasını hedefliyordu. Çünkü kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi yeni anayasaya yataklandırılmış durumdaydı. Kamusal sağlık hizmetlerini çökerterek, emeğin örgütlü gücünde muazzam bir gerileme yaratarak ve işçilerin çalışma şartlarını kötüleştirerek, Fransa’yı da İngiltere’ye benzetmek istiyorlardı. Akıllı sağ bu hayır sonucunu Türkiye’ye, göçmenlere vs’ye karşı bir tepkiymiş gibi göstermeyle çalıştı. Hayır oylarının yüzde 10-15 civarındaki bir kısmı aşırı sağdan gelse de ana gövdesini sol oluşturuyordu. Almanya’daki seçim sonuçları da Fransa’dakine benziyor. Alman halkı öncelikle Schroeder’i emek karşıtı reformları başlattığı için açık biçimde cezalandırdı. Ayrıca Merkel’i de cezalandırdı, güya yüzde 45 oy alacaktı. Sol Partinin yüzde 8 oyu ise bir refah devleti savunusudur. Bunlar liberalizasyonun derinleştirilmesine karşı tepkilerdir. Bundan sonra neler olabilir? Burjuva partilerinin halkın hayır oyuna saygı göstereceklerini düşünmüyorum. Fransa ve Avrupa’daki özelleştirmeleri yürütme eliyle, parça parça sürdürecekler ve sosyal demokratlar Merkel’le birleşerek, liberal ekonomik politikaları uygulamaya çalışacaklar. Bu da, bu daha az görünür ve dramatik ifade biçimi karşısında daha militan ve acilen sonuç alıcı kitle mücadelelerini gerektirecek. Özellikle Fransa’da doğrudan eylem biçimleri ve genel grevler beklemeliyiz. İtalya’da da benzer bir gelişme olacak çünkü İtalya büyük bir ekonomik kriz içinde. Almanya’da ise durum biraz farklı. Almanya’daki ilerici güçler, önemli bir parlamento dışı bir muhalefet geleneğine sahip değil. Sosyal demokrat sendikalar şikayet edip edip, teslim oluyorlar. Alman işçilerinin çok iyi ve disiplinli biçimde örgütlendiklerini biliyorum ama biraz fazla disiplinlilerdir ve bürokratik önderlerine karşı çıkma özelliğine de sahip değiller. Dolayısıyla büyük koalisyona karşı Alman sendikaları içinden uzlaşmaz bir karşıt doğacağını umut etmiyorum. Sol Parti önderlerinin de mücadeleyi parlamento dışına taşırabilecek bir mücadele perspektifine sahip olduklarını sanmıyorum. İngiltere ise bütün Avrupa’nın en gerici merkezi olmayı sürdürecek.
– Bildiğiniz gibi 3 Ekim’de Türkiye ile AB arasındaki müzakereler resmen başladı. Bu ilişkinin geleceği açısından neler söyleyebilirsiniz?
– Türkiye Derviş ile özelleştirme ve liberalizasyon, emek pazarının kuralsızlaştırılması, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi sürecini zaten başlattı. Bu Erdoğan tarafından büyük bir şevkle devam ettirilecek olan istikamet. Bu süreçte Erdoğan’ı destekleyen bazı İslamcı gruplara bir tür sosyal yardım çalışması da yaptırılacak. Bu, devletin yerini alan bir tür sosyal hayırseverlik faaliyeti olacak. Türkiye’de bir sosyal yardım programı uygulanması beklentisi içinde olan aydınlar unutmasınlar ki, Türkiye’nin Avrupa’daki en büyük destekçisi olan Blair İngiltere’deki sosyal programın çanına ot tıkayan kişidir. İki şey olacak. Erdoğan pazar merkezli ekonomiye doğru daha fazla adım attıkça Avrupalılar Türkiye’deki demokratik haklar konusundaki eksikliklere göz yumacaklar. Yaşamsal olduğunu düşündüğüm ikinci sorun ise, yine özellikle ABD ve Blair tarafından Türkiye’den emperyalizmin Ortadoğu’daki jeo-stratejik planlarına yönelik askeri desteği açısından daha pro-aktif bir rol üstlenmesinin beklenecek olması. Denilecek ki, “Ayrıcalıklarımız olduğu kadar sorumluluklarımız da var ve barış gücü ve güvenlik konusundaki görevlerimizi yerine getirmezsek AB’nin bir parçası olmamız beklenemez”. Türkiye’nin jeo-stratejik politikaların bir parçası olmasının ve devasa ordusunu ABD’nin eriyen askeri güçlerinin yerine koymasının talep edilmesini bekleyebiliriz. Türkiye’nin gümrük duvarlarını biraz daha aşağıya indirmesi de istenecek. Özgün Avrupa mallarının önündeki pazar biraz daha açılacak. Ama Türkiye’nin temel imalat sektörlerinin bir kısmı, tüm dayanıklı tüketim malları, tekstil, ayakkabı, giysi gibi sektörler alt uçtaki Çin ile de üst uçtaki Avrupa ile de rekabet edebilecek durumda olmadıkları için kaybedecekler. Bu oyunda en çok kazananlar mali sektör, gayrı menkul sektörü ve Avrupa’da üretilmeyen bazı tarım mallarının üreticileri olacak sanırım. Buradaki temel sorun Avrupa’nın Türkiye’yi ucuz emek deposu olarak Doğu Avrupa ile rekabet merkezi olarak değerlendirip değerlendirmeyeceği olacak. Avrupa çok istemli ve kapsamlı bir biçimde doğrudan yabancı yatırımların ve su, toprak ve gayrı menkuller üzerindeki doğrudan yabancı mülk sahipliğinin önündeki tüm engellerin kaldırılmasını isteyecek. Yani bugün yatırım yapıp ertesi gün parayı götürebilecekleri bir kuralsızlaştırma ortamı isteyecekler. Aynı zamanda Türkiye’nin petrol, enerji ve yüksek oranda kirletici petro-kimya endüstrisinde de bir geçit olabileceğini düşünüyorum. Burada karşımıza iki şey çıkacak. AB ile entegrasyon tüm fiyatları büyük oranda yükseltecek. Birinci dünya fiyatlarıyla, üçüncü dünya ücretlerine sahip olacaksınız. Yine de sistemin içinde çok kar eden, enformasyon, çokulusluların yatırım temsilcileri, emek idaresi danışmanları, büyük çokulusluların işini gören avukatlar gibi kesimlerden oluşan yeni bir orta sınıfın büyümesini bekleyebiliriz. Bunlar bu maceranın sözde modern Avrupalı sosyal temeli olacaklar. En kötü etkilenecek olanlar ise Anadolu köylüleri, eski kamu sektörü çalışanları ile büyük genç işsizler ordusu olacak. Dolayısıyla Türkiye’de yeni bir kutuplaşma söz konusudur. Son olarak Erdoğan’ın İslami destekçileri ki, bunlar Erdoğan’dan politik ve mali destek almaya devam edecekler; içinde bulundukları yerel topluluklarla ciddi gerilimler yaşayacaklar.
www.sendika.org sitesinden aınmıştır.