Read Time:25 Minute, 42 Second
Bir yılı daha geride bıraktık. Geçen bir yılı, bu yıla damgasını vuran gelişmeleri değerlendirmek, hem bir gelenek, hem de yeni yıla daha sağlıklı yaklaşımda önemli avantajlar sağlayacaktır… Kuşkusuz genel bir bilânço çıkarmak yerine yılın ana gelişme eğilimlerine ve çizgilerine parmak basmaya çalışacağız. Bunun yeni mücadele yılında politik yaklaşım ve çalışmalarımızda bize perspektif sunacağı düşüncesindeyiz…
2005 yılında neler oldu? 2006 yılını etkileyecek gelişme eğilimleri nelerdir?
I.
2005 yılı, bir bakıma 2004 yılının devamı niteliğinde bir yıl oldu. Başka bir değişle 2004 yılının gelişme eğilimleri, çelişkileri 2005 yılına da damgasını vurdu. ABD’nin dünyayı tek başına yönetme stratejisi, buna karşı diğer emperyalist devletlerin bu kavgadan kopmama, geleceğe hazırlanma politikaları 2005 yılının en önemli boyutlarından biri oldu. ABD’nin Irak işgali ve işgali kurumlaştırma çabalarında istenilen başarıyı elde etmemesi, buna karşılık AB projesinin anayasa oylamasının Fransa cephesinde yara alması, emperyalist devletlerin hegemonya kavgalarında karşılaştıkları en önemli handikaplar oldu.
ABD, 2005 yılına ikinci kez seçilen Bush yönetimiyle girdi. Bu, bir bakıma iç ve dış politikada bir yenilenme, güç toplama anlamına geliyordu. Ancak gelişmeler bunun böyle olmadığını kanıtladı. Irak’ta “Sünni üçgen” olarak tanımlanan bölgedeki işgal karşıtı hareketi bastıramaması, artan asker kayıpları Bush yönetiminin gerilemesini, egemenler cephesindeki çelişkilerin artmasını birlikte getirdi. Bush’un ardındaki politik desteğin azalması, en son Terör Yasasının yönetimin isteminin tersine reddedilesi olayında kendisini en somut olarak gösterdi. Senato bu konuda Bush’a istediği desteği vermedi. Bush daha birçok iç politika konusunda başarısız kaldı.
Bütün bunlar, aslında süren Irak işgalindeki başarısızlıkların iç politikaya yansımalarından başka bir şey değildir. Gerçi Irak’ta iki kez seçimler olmuş, anayasa yapılmış ve onaylanmış, ama buna rağmen işgal karşıtı hareketin bastırılamaması bütün bunları mutlak başarı olarak anılmasını engellemiştir. Irak’ta yaşanan başarısızlık, ABD’nin “küresel hegemonya” imajını da zedelemekte, kibirli tek egemen konumunu tartışma konusu yapmaktadır.
Bu yıl içinde dünya hegemonya mücadelesinde ABD belli bir duraklama sürecini yaşamasına rağmen Suriye ve İran üzerinde geliştirdiği kuşatma ve teslim alma politikasından da vazgeçmedi, tersine bu konuda AB devletlerinin de desteğini almak için çaba gösterdi. Lübnan’da Hariri suikastını Suriye yönetiminin üstüne yıkan ABD, Suriye’ye karşı geliştirdiği politikada başta Fransa olmak üzere AB, BM ve diğer güçlerin desteğini almayı başardı ve bu konuda kurduğu baskı kısa sürede sonuç verdi: Suriye, birliklerini Lübnan’dan tümüyle çekmek zorunda kaldı. Suriye üzerindeki baskı ve teslim alma politikası bugün de devam ediyor. Bunun askeri bir harekete dönüşüp dönüşmeyeceği büyük ölçüde Irak’taki gelişmelere ve uluslar arası güç dengelerine bağlı olacaktır. Irak’taki işgal karşıtı hareket bastırılmadan, bu alandaki başarı kesin bir biçimde ilan edilmeden ve diğer emperyalist devletlerin desteğini veya onayını almadan Suriye ve İran’a karşı askeri bir işgal hareketini gerçekleştirmek çok zor görünmektedir.
İran ise ABD’nin kuşatma ve teslim alma politikasına karşı meydan okuyarak karşılık vermektedir. Yeni Cumhurbaşkanı ağzından bunu yapmaktadır. Yine İran’ın AB ülkelerinin nükleer enerji konusundaki dayatmalarına da boyun eğmemesi kaydedilmesi gereken diğer bir nokta olmaktadır. İran’ın meydan okuması, bir yönüyle ABD’nin küresel hegemonya savaşındaki duraklamasından, bir yönüyle Irak’taki işgal karşıtı hareketin bastırılamamış olmasından kaynaklanıyor.
Ancak bütün bunlara rağmen ABD Ortadoğu planlarından, bu bağlamda Suriye ve İran’ı dize getirme politikalarından vazgeçmiş değildir. “Askeri seçeneği” şimdilik daha ileri bir zamana ertelemesine rağmen politik-diplomatik ve ekonomik, psikolojik baskılarını daha da büyütme eğilimindedir.
2005 yılı, ABD için olduğu kadar AB ülkeleri için de başarılı geçen bir yıl olmadı. AB anayasası için Fransa’da yapılan oylamanın kaybedilmesi, ardından aynı eğilimin Hollanda’da tekrarlanması AB projesi için önemli bir darbe oldu. Fransa halkı neo liberal saldırıları anayasal bir temele ulaştırmayı hedefleyen AB anayasasını reddetmekle aynı zamanda AB tekellerinin uluslar arası emperyalist hayallerine de bir darbe vurdu. Bu, ABD karşısında “rakip bir güç” olma politikasının darbelenmesi anlamına geliyordu. Zaten kendi içinde çelişkili olan, İngiltere gibi ABD’nin Truva atı konumunda olan devletlerle ABD karşısında ortak bir politika oluşturmakta son derece zorlanan AB’nin geleceği bile tartışma konusu olmuştur.
Fransa’da baş gösteren “Ötekilerin” ayaklanması, AB ülkelerini nasıl bir gelecek beklediğinin de ipucu niteliğindedir. Fransa, bir bakıma iki yüzyılı aşkın bir süredir izlenen sömürgecilik politikalarının gecikmiş faturasını ödüyor. Birkaç hafta süren ayaklanma ancak sömürge döneminin zorba yasaları ile bastırılabildi. Kendiliğinden ve on yılların birikimiyle patlayan ayaklanmalar sona ermesine rağmen onu doğuran ve tetikleyen koşullar ve etkenler olduğu gibi varlığını sürdürüyor. Bu nedenle metropoller de artık eski “huzurlu” günleri geride bırakmışa benziyorlar…
Sadece sömürge politikalarının gecikmiş sonuçları değil, toplumsal çelişkiler, işsizlik, yoksulluk gibi temel sorunlar da Avrupa’nın başını ağrıtmaya devam edecek ve bu, daha da büyüme eğilimindedir. Neo liberal politikalar sonucu derinleştirilen sosyal saldırılar, sosyal hakların gaspı, artan işsizlik ve yoksulluk, sosyal sınıflar arasındaki farklılıkların derinleşmesi, nesnel olarak yeni toplumsal mücadelelerin de temellerini güçlendirmektedir. Önümüzdeki yıllarda bütün kıtayı kaplayacak sosyal mücadelelerin olması hiç kimse için şaşırtıcı olmamalıdır.
Almanya’da genel seçimlerden sonra kurulan Hıristiyan Demokrat ve Sosyal Demokrat koalisyonunun açıkladığı program, öteden beri uygulanmakta olan sosyal saldırı politikalarının devam edeceğini göstermektedir. Bu, toplumsal çelişkilerin daha da büyüyeceği anlamına geliyor. Aynı çelişkiler ve eğilimler diğer ülkeler için de geçerlidir.
İngiltere ve Fransa örneğinde olduğu gibi tekelci burjuvazi, mayalanan geleceğin büyük toplumsal mücadelelerine hazırlanmaktadır. Onlar da olabileceklerin farkındadırlar. Geçmişin paslı yasalarını raflardan indirmekte ve güncellemeye çalışmaktadırlar. Yürürlüğe koydukları Terör veya “Vatanseverlik” yasaları burjuva demokrasinin sınırlarını, anlamını çok iyi anlatmaktadır…
Diğer “büyük devletler”, Japonya, Çin, Rusya gibi, daha önceki yıllarda olduğu gibi dünya hegemonya kavgasından kopmamaya çalışmaktadırlar. “Rusya, ABD’nin Avrasya stratejisi sonucu iyice daraltıldığını ve sınırlandırıldığını görmekte ve düşünmektedir. Bir yanda Çeçen direnişiyle uğraşırken, bu konuda her türlü bastırma yöntemini kullanmakta sakınca görmezken, bir yandan da uluslararası ilişkilerde geri kalmamaya, elindeki nükleer güçle etkin söz sahibi olmaya çalışmaktadır. Putin’in yeniden seçilmesi, son dönemde nükleer silahlanmayla ilgili yaptığı açıklama, “dünya devleti” olma doğrultusundaki isteğini çok açık bir biçimde göstermektedir. Kafkaslarda, Orta Asya’da güç yitiren Rusya, dünya hegemonya mücadelesinde ne kadar başarılı olabilir sorusunun yanıtı bugünden tam olarak verilememekle birlikte, bu doğrultudaki istemini ve eğilimini not etmek, doğru gelecek öngörüleri açısından önemlidir. ABD karşısında AB ile ittifak yapmak, Çin ve Hindistan ile ittifak geliştirmek de Rusya’nın etkin güç olma arayışları içinde değerlendirilmelidir.
Çin, dünya politikasında ve ekonomisinde etkin söz sahibi olmak için derinden derine yol almaktadır. Ekonomik alanda sağladığı hızlı büyüme, piyasaya sürdüğü ucuz mallar birçok ülkeyi kaygılandırmaktadır. Gelecek on yılların dünyasında Çin, başka bir güç odağı olarak öne çıkabilir. Afgan işgalinin bir hedefi de bu olasılığı şimdiden önlemekti. Aynı durum Rusya’nın sınırlandırılması, olası Rusya-Çin-Hindistan blokunun önlenmesi amacı için de söylenebilir.
Öte yandan Japonya’nın dünya siyasetindeki etkinliği pek tartışma konusu olmamaktadır. Öyle de olsa son yıllarda kimi sarsıntılar geçirse de Japonya sahip olduğu ekonomik gücüyle Uzak Doğuda, geliştireceği ittifaklarla hatırı sayılır bir güç potansiyelidir.
Bu kısa “ufuk turu”ndan çıkardığımız sonuç şudur: Irak işgalinden bu yana yaşanan gelişmeler tek kutuplu dünya gerçekliğinin görece ve geçici bir durum olduğunu kanıtlamakta, gelişmelerin dünyamızın çok kutupluluğa doğru evirildiğini göstermektedir. Bunun bir sonucudur ki BM’yi restore etmek amacıyla hazırlanan raporda Güvenlik Konseyinin değişen duruma göre yeniden düzenlenmesi ifade edilmektedir. Öteden beri dile getirilen Almanya, Japonya, Hindistan ve Brezilya’nın Güvenlik Konseyi Daimi Üyeleri olmaları önerisi, var olan çok kutupluluk eğiliminin dışavurumundan başka bir şey değildir.” (2005’e Girerken adlı değerlendirmeden…)
Anlaşılan o ki bu eğilimin somut bir politik denge haline gelebilmesi birkaç yılın, belki de bir on yılın geçmesi gerekir. Ama unutmamak gerekir ki on yılların tedrici gelişmeleri aldatıcı olmamalıdır; tedrici gelişmeler, sıçramalı patlamaların anası, biriktirici etkenleridirler…
ABD için diğer bir sorunlu bölge de Latin Amerika’dır. En son Arjantin’de yapılan zirve, zirvede uğranılan başarısızlık, ABD karşıtı gerçekleştirilen dev gösterilerle tamamlandı. Arjantin’deki zirvede Bush ağır eleştirileri sineye çektiği gibi serbest ticaret anlaşmasını da onaylatamadı. Bu, “Arka bahçede” alınan önemli bir darbe oldu. Küba’dan, Venezüella’ya, oradan da Bolivya’ya kadar genişleyen ABD karşıtı geniş bir cephe oluşmuş bulunmaktadır. Bu bölgedeki antiemperyalist mücadele uzun bir geçmişe sahiptir. Bu eğilimin önümüzdeki dönemde daha da güçleneceği kuşkusuzdur!
II.
Ortadoğu, dünya siyaseti içindeki ağırlığını koruyor, hem de daha da arttırarak… ABD’nin Irak işgali, Suriye ve İran politikaları, geleneksel bir hal alan İsrail-Filistin sorunu, gündeme bütün ağırlığı ile oturan Kürdistan sorunu, Ortadoğu’nun dünya politikası içinde daha da önemli bir rol oynayacağını göstermektedir. Bir bakıma dünya güç ilişkileri ve dengeleri, Ortadoğu denkleminde yeniden kurulmakta ve biçimlenmektedir. ABD, “Ortadoğu ve onun stratejik kaynakları ve yolları üzerinde kurulacak kesin denetim, dünya egemenliğinin anahtarı niteliğindedir” denkleminden hareket ediyor. Başka bir deyişle dünyaya tek başına egemen olmanın Ortadoğu’ya tek başına egemen olmaktan geçtiğini düşünen ABD’nin küresel hegemonya stratejisi Ortadoğu’daki başarılarına kilitlenmiştir. Bunun ilk adımı ise Irak’taki gelişmelerdir. Yeni bir anayasasın oluşturulması ve oylanması ile 15 Aralıkta yapılan seçimler, bunun sonucu yeniden yapılanmakta olan Federal Irak bir yönüyle ABD için bir başarı olarak değerlendirilebilir. Ancak bu sadece işin bir boyutudur. Öteki boyutu ise işgal karşıtı hareketin varlığını sürdürmesi ve bunun devam etme eğiliminde olmasıdır. Elbette işgal karşıtı hareketin kendi içinde önemli zaafları ve handikapları var. Belli bir bölgeye sıkışması, belli bir mezheple sınırlanmış olması, programının gerici ve anti demokratik, halklar ve ezilen gruplar için Baas rejiminden farklı bir şey önermemesi anılan hareketin temel zaafıdır ve bunlar, “ulusal bir hareket” haline gelebilmesinin önündeki en önemli engellerdir. Bu temel çizgisini değiştirmesi ise olanaksızdır. Hatta Şiilere ve Kürtlere karşı düşmanca bir tutum içinde olması anılan hareketin “ulusal” boyutlar kazanması bir yana, var olan bölünmeyi derinleştirmede önemli bir rol oynadığı da kabul edilmelidir.
Öte yanda Şiiler ve Kürtler Saddam rejiminin yıkılması ile birlikte politik bir güç haline gelme, Irak genelinde iktidar ortağı haline gelme fırsatını yakaladılar. Son iki yıllık gelişme sürecinde gösterdikleri tutum bu fırsatları sonuna kadar kullanma yönündedir. İşgalin gölgesinde ve onunla işbirliği temelinde de olsa duruşları budur. Bunun kendilerine iktidar kapılarını açtığını düşünüyor ve ona göre davranıyorlar. “Ilımlı” Sünnilerin iktidar oyununun dışında kalmama çabaları ise sonuç vermekten uzaktır. Bunlar, diğer gruplar karşısında daha güçsüz bir konumdadırlar. Güney Kürtleri ise 1991’de yakaladıkları fiili devletleşme düzeyine uluslar arası meşruiyet kazandırmış, bunu anayasal güvenceye kavuşturmuş ve Federe Devlet konumuna çıkarmışlardır. Bununla birlikte federal hükümet içinde de belli bir ağırlık yakalamış bulunuyorlar. Bu konum ve yapının nihai biçimini alması, her şeyden önce Sünni eksenli işgal karşıtı hareketin ezilmesine ve bu yapının Sünnilere kabul ettirilmesine bağlı… Fakat anılan hareketin bilinen zaaflarına rağmen varlığını ve eylemlerini sürdürdüğü, sürdürmeye de devam edeceği, bunun Irak için önemli bir “istikrarsızlık” etkeni olduğu açıktır. Bunun anlamı, ABD’nin Irak politikasının yakın gelecekte başarıya ulaşmaktan uzak olduğu, dolayısıyla bunun atmaya niyetli olduğu diğer hegemonya adımları önünde frenleyici bir etken olduğudur! Kuşkusuz bu etken İran ve Suriye politikalarının uygulanması önünde de frenleyici bir etken… Bu başarısızlık veya tereddütlü olma durumu, objektif olarak diğer emperyalist devletler açısından hareket alanının genişlemesi anlamına geliyor. Ancak her şeye rağmen ABD, Genişletilmiş Ortadoğu Projesinden ve bu projedeki egemen konumundan vazgeçme niyetinde değil, bu konudaki ısrarını sürdürme, bütün güç ve olanaklarını harekete geçirme eğilimindedir!
Filistin sorunu inişli çıkışlı bir seyir izlemektedir. Bu sorun, hem İsrail iç politikasını, hem de Filistin iç politikasını etkilemeye devam etmekte, bir dizi çalkantının su yüzüne çıkmasına neden olmaktadır. Arafat’ın ölümü, onun yerine yine El Fetih ağırlıklı bir yönetimin kurulması, radikal grupların ateşkes kararları, İsrail’in Gazze’den geri çekilmesi, İsrail’in kendi içindeki çelişkilerin derinleşmesi, Şaron’un Likud Partisinden ayrılması ve yeni bir parti kurması gibi gelişmeler İsrail-Filistin sorununun koşulladığı ve anılan sorunun da etkilendiği belli başlı gelişmelerdir. Tüm planlara ve projelere rağmen Filistin sorunu gerçek çözümden çok uzaktır ve önümüzdeki yıllarda, hatta on yıllarda Ortadoğu politikasındaki ağırlığını ve etkisini sürdürme eğilimindedir.
Önümüzdeki yıllar Ortadoğu’nun diğer önemli gündem maddesi kuşkusuz Kürdistan sorunu olacaktır. Ancak bu önemli konuyu başka bir alt başlık altında değerlendirmek istiyoruz.
III.
2005 yılında Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da önemli gelişmeler yaşandı, bunlar birbirini çok yakından etkileyen gelişmelerdi. 2004 yılının sonunda AB’ye tam üyelik müzakereleri için tarih alan TC, bu yıl içinde bu hedefine varmak için belli bir çaba içinde oldu. Ancak bu çabalar yine egemenler cephesinden belli bir dirençle karşılaştı. AB konusunda egemenler cephesindeki bölünme varlığını arttırarak sürdürdü. Ama sonunda belirlenen tarihte AB’ye tam üyelik müzakereleri başladı. Bu müzakerelerin sonunda TC’nin tam üyeliğe kabul edilip edilmeyeceği büyük bir soru işaretidir. Genel kanı, bunun olanaksızlığa yakın çok zor olduğu yönündedir… AB ülkelerinin kendi içlerinde yaşadıkları sorunlar ve derinleşen çelişkiler göz önüne getirildiğinde TC’nin tam üyeliği büyük bir hayal olarak durmaktadır. Öyle de olsa AB üyeliği egemenler cephesinde bir “ayrım” noktası olmaya devam edeceğe benziyor…
Bu yıl Kürdistan sorunu üzerinden, iktidar ilişkileri üzerinden önemli bir mücadeleye, oyun ve operasyonlara tanık olduk. Newroz kutlamaları sırasında tezgâhlanan “Bayrak oyunu”, aynı zamanda özel savaş aygıtının inisiyatifi yeniden ele geçirme planının ikinci adımı niteliğindeydi. Birinci adım, hatırlanacağı üzere, 2004 yazında Öcalan üzerinde aldırılan “savaş kararı”ydı. “Bayrak oyunu” ile birlikte ırkçı-şoven hareket dört bir yandan tetiklendi, Kürtlere karşı adeta “Cadı kazanı” kaynatıldı. Bununla birlikte Kürdistan’da özel savaş operasyonlarına hız verildi, bombalama, sokak infazları, linç girişimleri, işkence ve tutuklamalar, geniş kapsamlı askeri operasyonlar günlük yaşamın ayrılmaz parçaları haline geldi. Bunlar yetmiyormuş gibi Genelkurmay, yetkilerin sınırlılığından söz ederek daha fazla yetki isteminde bulundu. Hükümet de bunu bir “emir” olarak algılayarak harekete geçti, özel savaşı daha da derinleştirmeyi hedefleyen, var olan demokratik hakları tümden ortadan kaldıracak yeni bir Terörle Mücadele Yasasını hazırlayacağını açıkladı. Kısa bir süre sonra bu yasanın taslağı basına yansıtıldı. Demokratikleşme, Kürt reformu, siyasetin “normalleştirilmesini” bekleyenler tam bir hayal kırıklığı yaşadılar. Açık ki TC’nin onun gerçek iktidar odağının esneme, Kürt sorununda kırıntılar düzeyinde bile adımlar atma olanağı yoktu, niyetleri de yoktu. Onlar, esnemeyi sonu belirsiz bir kırılma ve çöküşün başlangıcı olarak algılıyorlardı.
Özel savaş aygıtının bu ırkçı-şoven ve özel savaşı derinleştiren atağı, aynı zamanda af ve kimi kırıntılar beklentisi içinde olan İmralı teslimiyet ve tasfiyeciliğinin de iflasını anlatıyor ve belgeliyordu. Aynı dönemde Öcalan üzerindeki tecrit biraz daha derinleştirildi, aşağılayıcı uygulamalar (görüş yerinin temizletilmesi, yakınlarıyla Kürtçe konuşmasının yasaklanması gibi…) devreye sokuldu. Kürdistan baştanbaşa bir operasyonlar alanına çevrildi… Bu gelişmeler karşısında PKK/Kongra-Gel çaresizleri oynamaktan başka bir şey yapamadı. Ancak halk, İmralı Partisinin teslimiyetçi çizgisine rağmen on yılların verdiği birikimle direnmekten geri durmadı, ama doğru bir önderlikten yoksun olduğu için bu direnişlerin politik etkileri sınırlı oldu… Devleti ürküten halkın bu bitmeyen, tersine her gün kendisini yeniden üreten direnişidir.
Bir yandan özel savaş uygulamaları derinleştirilirken, bir yandan da içi boş “Kürt sorunu vardır” gibi aldatıcı ve oyalayıcı sözlerle gündem saptırıldı. T. Erdoğan’ın bir grup “Aydın” ile görüşmesi ve ardından Diyarbakır’da yaptığı konuşmada “Kürt sorunu vardır” demesi, ama ardından MGK toplantısından çıkan bildiride resmi çizginin çok kesin bir biçimde vurgulanması, bunun değiştirilemezliğinin belirtilmesi devletin Kürt sorunu konusundaki duruşunu tartışmasız bir biçimde ortaya koydu. Bunu tamamlayan kontra operasyonları oldu. Tam bir gözü dönmüşlükle Şemdinli’de bir kitapevinin bombalanması özel aygıtın yönelimini çok net olarak özetliyordu. Ancak Şemdinli halkı özel savaş elemanları şahsında TC’yi suçüstü yakaladı. Kirli özel savaş uygulamaları o kadar açıktı ki göstermelik davalar açmak, soruşturma komisyonu kurmak durumunda kaldılar. Bu dava ve soruşturmaların daha önceki örneklerinde olduğu gibi devleti aklama pratiğinden öte bir işlev görmeyecekleri çok açıktır.
Aslında ABD’nin Ortadoğu politikası, Irak ve Güney Kürdistan’daki gelişmeler, bunların iç ve dış politikada getirdiği sorunlar TC için ciddi bir açmazı anlatmaktadır. Bir kez 1 Mart tezkere vakasının kendilerine büyük bir fatura bindirdiğini düşünüyorlar. Bu nedenle iki yıldır bunun sonuçlarını gidermeye çalışıyorlar. Bunun anlamı, olabildiğince ABD’nin politikalarına uyumlu, onunla etkin bir işbirliği içinde olma biçiminde özetlenebilir. Elbette diplomatik ifade bu, ama gerçeklikte bunu, ABD politikalarına tam anlamıyla boyun eğme, ABD’nin her isteğine “evet” deme olarak okumak gerekiyor. Bu, Ortadoğu’da ABD-İsrail-TC eksenini tahkim etme anlamına geliyor. İncirlik üssü ile ilgili yapılan anlaşma bu yaklaşımın bir sonucudur. Bu yaklaşım güncellenen “Milli Siyaset Belgesi”nde de tekrarlanmıştır.
Ancak Ortadoğu politikasında tam anlamıyla ve etkin bir biçimde ABD çizgisinde yürümenin kendisi için getirdiği, getireceği büyük faturalar var. Bir kez Güney Kürdistan ile ilgili bütün “Kırmızı çizgileri” ayaklar altına alındı. Federe Kürt Devleti, anayasal ve uluslararası meşrutiyete kavuştu. Kendisi de bunu tanıma hazırlıkları içindedir, Genelkurmay Başkanının “realiteyi tanıma” sözleri, MİT Müsteşarının Federe Başkanı sıfatıyla M. Barzani ile görüşmesi, Güneyi ekonomik ve siyasal olarak kendi etki alanı haline getirme tartışmaları bu tanıma hazırlığının belli başlı işaretleri niteliğindedir. Kuşkusuz Güneye bu düzeydeki ilgi ile Kuzeyde özel savaşı derinleştirme çabaları büyük bir açmazı, aşılması güç bir paradoksu anlatmaktadır.
Diğer bir açmazları da ABD’nin olası İran ve Suriye saldırılarında Türkiye’nin bir saldırı üssü olarak kullandırılması ve bunun çok yönlü politik sonuçlarıdır. En başta da bu saldırılar sonucunda nesnel olarak Doğu ve Güney Batı Kürdistan’da Kürtlerin yakalayacağı fırsatlar ve bunun politik yansımaları TC için Kürdistan sorununu gerçek anlamda bir kâbusa dönüşecektir. Aslında TC Kürdistan sorununu her zaman dört parçayı içerecek biçimde bir bütün olarak algıladı ve bunun bir sonucu olarak diğer sömürgeci devletlerle ortak bir Kürdistan politikasını izledi. Bunu Irak işgalinden sonra da denemek istedi, ancak bu kez bunda başarılı olamadı. İran ve Suriye, somut olarak PKK konusunda TC’ye her türlü desteği vermelerine rağmen olası bir ABD saldırısı karşısında bu politik ortam da ortadan kalkacaktır.
Görülüyor ki, TC, güncellenen Milli Siyaset Belgesinde resmen tekrarlanan ABD’ye boyun eğme çizgisi ile geleneksel inkâr ve imha siyaseti olarak özetleyebileceğimiz Kürt politikası bir açmazı anlatmaktadır. Bu açmaz, TC için ucu belirsiz çözülüş sürecinin başlangıcı olabilir… Devrimciler bu derin ve onulmaz açmazı görmek ve bunun nesnel olarak sağlayacağı politik olanakları ve etkileri bugünden hesaplamak durumundadırlar…
Buradan ABD’nin “Kürt dostu” olduğu gibi bir yanlış sonuç çıkarılmamalıdır. ABD küresel hegemonya stratejisini uyguluyor, Ortadoğu bu stratejide kilit bir yer tutuyor. Irak işgali, İran ve Suriye politikaları bu genel stratejinin birer ayağı durumundadır. ABD bu hegemonyacı politikasını izlerken bunun sonucunda, esas olarak I. Dünya Savaşından sonra kurulan dengeler de sarsılmakta, yer yer yıkılmakta ve Kürtler açısından da nesnel avantajlar ve fırsatlar ortaya çıkmaktadır. Bu noktada Kürdistan devrimcileri, ABD emperyalizminin hegemonya politikalarına karşı durdukları gibi, sömürgeci statükoya karşı da mücadele etmek ve sömürgeci rejimlerle ABD arasındaki çelişkilerden, bunun ortaya çıkardığı fırsatlardan sonuna kadar yararlanmak durumundadırlar. Burada gelişmelerin çelişik, paradoksal, çok yönlü boyutlarını görmek, devrimci yurtsever duruşu bu bakış açısı üzerinden somutlaştırmak önemlidir.
Öte yandan Türkiye’de yıllardır sürdürülen IMF patentli ekonomi ve sosyal saldırı politikaları toplumsal çelişkileri daha da derinleştiriyor. Buna karşı belli toplumsal direnişler olmakla birlikte bunlar, etkili ve sonuç getirmekten uzaktır. Bunda sendikaların bilinen teslimiyetçi tutumu belirleyici bir etkendir. Yine devletin Kürt sorunu üzerinden geliştirdiği ırkçı-şoven politikaların ideolojik ve psikolojik sonuçları da toplumsal mücadeleyi olumsuz etkilemektedir. Ayrıca Türkiye devrimci hareketinin politik olarak güçsüzlüğü ve etkisizliği de bunda diğer etkili bir unsurdur. Oysa toplumsal çelişkiler, Kürdistan sorununun yol açtığı sorunlar ve TC’yi karşı karşıya getirdiği açmazlar gelişmek, güçlenmek ve devrimci mücadeleyi güncel politikayı etkiler düzeye getirmek için çok önemli bir nesnel temel oluşturmaktadır. Bütün mesele bunu değerlendirebilmekte düğümleniyor…
IV.
İmralı teslimiyetine ve tasfiyeciliğine rağmen halkımızın direnişi bitirilemedi, dahası düzen sınırları içine çekilemedi, ehlileştirilemedi. Ne PKK/Kongra-Gel bunu başardı, ne de tek misyonu Kürt hareketini ve dinamiklerini denetleyip düzene bağlamak olan Demokratik Toplum Hareketi (şimdi Partisi) başardı. Tersine 2005, İmralı çizgisinin iflasını da belgeleyen bir yıl oldu. (Bunun açılımı daha önce yayınlanan yazılarımızda var, o nedenle bu konuda bir tekrara girmeyi gerekli görmüyoruz.) Hem devletin özel savaştaki ısrarı, katı inkâr ve imha siyasetindeki esnemez duruşu, hem de Newroz ve en son Şemdinli, Hakkâri direnişlerinde olduğu gibi Kürt halkının direnişi anılan iflası anlatmakta ve kanıtlamaktadır. Halkımız direniyor, ama direnen halk, aynı zamanda PKK/Kongra-Gel çizgisinin de etkisinde, dolayısıyla bu direniş de belli bir paradoks içindedir. Bu paradoks aşılmadan mücadeleyi ve direnişi bağımsız ve özgür bir çizgide götürmek, gerçekten uluslar arası ve bölgesel etkileri olacak bir politik güce dönüştürmek olanaksızdır. Kuzey Kürdistan açısından bütün mesele bu noktada düğümlenmektedir.
Peki, bunu kim, hangi güçler, hangi toplumsal ve politik özneler yapabilir?
İmralı Partisinin dışında kalan politik çevreler ve kişiler, belli toplantılar yapmakta, kimi arayışlar içinde olmakta, çağrılar yayınlamaktadırlar. Ama bu girişimlerin başarı şansı pek yok. Bunun, tek tek bireylerin ve çevrelerin iradesinden bağımsız nesnel nedenleri var. Bunlar, daha önceki yazılarımızda değerlendirildiği gibi bundan sonraki çalışmalarımızda da değerlendirilecektir. Kısaca şunu vurgulamak istiyoruz:
Düzen içi, reformist, teslimiyetçi çizgilerin Kuzey Kürdistan’da etkin politik güç haline gelme olanak ve şansları yok! Kuzeyin bir KDP ve YNK hareketlerini ortaya çıkarma şansı yok, yani egemen sınıfların iktidar programları, bu çerçevede bir Kürt programları yok, olma olanakları da yok! Kuzeyin geleceği, özgür ve bağımsız bir ülke ve halk özlemi, ancak Kürdistan emekçilerinin, onun politik sözcüleri devrimci sosyalistlerin politik bir hareket haline gelmelerinde düğümlenmiştir. Acil ve yakıcı sorun bu düğümü çözmektir!
Bunun için daha çok çaba, daha çok özveri, daha çok güncel çalışmalara yüklenmek gerektiği ortadır. Son bir yılda bu doğrultudaki çalışmalarımızı aralıksız sürdürdük. Elbette eksikliklerimiz, zorluklarımız, engellerimiz var; ama bunları aşarak yürüme kararındayız. 2006 yılında ülke topraklarında daha etkili, daha sonuç alıcı çalışmalar yapma kararında ve pratik çabası içinde olduğumuzu, bir de bu anlamda geleceğe daha umutla baktığımızı ifade etmek istiyoruz.
Topraklarımızın devrime ihtiyacı var!
Topraklarımız ve emekçi halkımız, devrimcilerin doğru, geçmişin derslerini özümasmiş, etkili politik çalışmalarını bekliyor!
2005 yılını geride bırakırken emekçi halkımızın, tüm ezilenlerin, devrimcilerin, yurtseverlerin, sosyalistlerin, dostlarımızın, arkadaşlarımızın yeni yılını kutluyoruz!
Özgür yıllara ulaşmak dileğiyle!..
28 Aralık 2005
SOSYALİST-ŞOREŞGER
(Kürdistan Devrimci Sosyalistleri)