Read Time:15 Minute, 48 Second
“İlk Kurşun” teorisinde ısrarlıyım. Yerine ve zamanına göre bir savunma da ilk kurşun olarak algılanabilir. Örneğin 12 Mart rejiminde Diyarbakır’da Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO) savunması böyle algılanabilir. Ama 15-16 Ağustos 1984 atılımının daha farklı bir içeriği vardır, Sizlerin de başka türlü düşündüğünüzü sanmıyorum. Bu açıklama 1984 için geçerlidir.
Dara Cibran: Bir bilim adamını, bir partinin liderine "başkanım" diye hitap etmeye yönelten siyasal, sosyal ve psikolojik olgular nelerdi?
İsmail Beşikçi: Böyle bir hitap mı var? Kim yapmış? Nerede, ne zaman yapmış? Örnek verebilir misiniz? Algılamalarınızın sizi yanılttığını düşünüyorum. Eğer Beşikçi’yi kastediyorsanız doğru değil, kastettiğiniz başkalarıysa onlarla konuşmak, onlara sormak gerekir. Elbette hoş bir hitap tarzı değil. Tasvip edilebilir bir hitap tarzı değil.
Dara Cibran: Yanlış anımsamıyorsam İkiyaka Katliamının yapıldığı zamandı. Sizin de mahkemeniz vardı. "Devletin İkiyaka Katliamı’nı protesto" ederek mahkemeye katılmadınız. Sonrasında PKK Avrupa´da iki ayrı açıklama yaparak katliamı üstlendi. Neler hissettiniz?
İsmail Beşikçi: Bu olayı da yanlış anımsıyorsunuz. Sate (İkiyaka, Yüksekova ) köyü katliamı 24 Kasım 1989’da gerçekleşmişti. Bu, PKK kılığına giren özel timler tarafından gerçekleştirilmişti. Tetikçiler elbette itirafçılardı. Sizin sözünü ettiğiniz 10 Haziran 1990’da meydana gelen Gere (Güçlükonak, Şırnak) köyü katliamıdır. Bu katliamın yapıldığı günlerde gerçekleşen duruşmaya katıldım ve bunu mahkemede açıkladım. PKK’nin bunu üstlenmesi konusunda da yanıldığınızı sanıyorum. Ama şöyle olmuş olabilir. Bu tür operasyonları yapanlar, daha doğrusu bu tür operasyonların tetikçileri PKK’den ayrılan itirafçılar olmuşlardır. Onlar PKK kılığında, PKK’yi sorumlu tutan bir açıklama yapmış olabilir.
Bu vesileyle ben de size bir soru sorayım. Neden Sate yerine, İkiyaka adını kullanıyorsunuz?
Dara Cibran: "İlk Kurşun" teorisi, sizinle bazı Kürt siyasal kadroları arasında polemik konusu oldu. Bugün hala "İlk Kurşun" teorisinde ısrarlı mısınız? Eğer "evet" ise, bundan, PKK "Gerilla" sının bugün de devlet ile bir savaşım içerisinde olduğunu mu anlayalım? Bir başka deyişle Kemalist Cumhuriyet için devlet ile savaş mı var?
İsmail Beşikçi: “İlk Kurşun” teorisinde ısrarlıyım. Yerine ve zamanına göre bir savunma da ilk kurşun olarak algılanabilir. Örneğin 12 Mart rejiminde Diyarbakır’da Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO) savunması böyle algılanabilir. Ama 15-16 Ağustos 1984 atılımının daha farklı bir içeriği vardır, Sizlerin de başka türlü düşündüğünüzü sanmıyorum. Bu açıklama 1984 için geçerlidir. Abdullah Öcalan’ın yakalanıp İmralı’ya getirilmesine kadarki zaman dilimi için geçerlidir. Haziran 2004’te yeni başlayan mücadele için, yani ateşkesin sona erdirilmesi dönemi için geçerli değildir. Bu yeni durum İmralı’ dan verilen bir talimatla gerçekleştirilmiştir. İmralı ise devletin çok yoğun bir denetimi altındadır. Savaş talimatı hangi koşullar içinde, hangi beklentilerle, böyle bir denetim altında, Kandil Dağı’na ulaştırılabilmiştir?
Dara Cibran: Sizin bir bilim adamı olarak Kürt Özgürlük Mücadelesine sunduğunuz katkılar tartışma götürmez. Ancak PKK´ye verdiğiniz destek ile mücadeleye zarar verdiğinizi düşünenler de var. Kendinizi Kürt kamuoyuna bir açıklama yapma zarureti içerisinde görmüyor musunuz?
İsmail Beşikçi: Kendimi kamuoyuna açıklama yapma zarureti içinde görmüyorum. 15 Şubat 1999’a kadar geçen zaman için düşüncelerimi genel olarak koruyorum. Ama siz Beşikçi’yi eleştirebilirsiniz. Şöyle bir kolaylık da vardır. Beşikçi’nin bütün yazıları kendi adıyla yayımlanmıştır. Herhangi bir yazı için “Bu yazı Beşikçi’ye ait mi değil mi” ikilemi içinde olma söz konusu değildir. Bu yazılara, yayınlara da kolayca ulaşabilirsiniz. Bu konularla ilgili eleştirel düşünceleriniz Beşikçi için de yararlı olabilir.
Dara Cibran: “Türk aydınları” devletin çizdiği siyaset içinde hareket ettiler (bir kaçı dışında). Sizce “Kürt aydınları”, gerek egemen devlet karşısında gerekse de Kürdistan’daki hakim ideolojiler karşısında hangi düzeyde bağımsız inisiyatif koyabildiler? Bağımsız bir Kürt aydın kesiminin varlığından söz edebilir miyiz sizce?
İsmail Beşikçi: Kürtler durmadan “çözüm”den söz ediyorlar. Halbuki “çözüm”den önce sorun niteliğini, tarihsel geçmişinin, neden sorun olarak kaldığının bilinmesi gerekir. Birinci Dünya Savaşı sonunda Milletler Cemiyeti çerçevesinde Kürtlerin başına lanetli bir çorap geçirilmiştir. Kürt aydınları bu dönemi sorun yapmıyorlar. “Kardeşlik” “enternasyonalizm” gibi kavramlarla bu dönemi geçiştirmeye çalışıyor, durmadan “çözüm”den söz ediyorlar. Bu da genel olarak resmi ideolojiyi fazla rahatsız etmeyen bir çözüm oluyor. Dile getirilen çözüm önerileriyle resmi görüşü fazla rahatsız etmediklerini ima etmeye çalışıyorlar. 1919 sonlarında başlayan, 1921 başlarında sonuçlandırılan, uluslararası güçler tarafından, kapalı kapılar arkasında cereyan eden bir tartışma olduğu kanısındayım. Kürtlerin başına lanetli çorap kanımca bu dönemde geçirildi. Kürtler böyle bir dönemi yok sayıyorlar. “Kardeşlik”ten, “enternasyonalizm”den, “solculuk” tan söz ediyorlar. Kanımca can alıcı sorunlarından kaçıyorlar.
Kürt aydınlarının büyük bir kısmı neden durmadan “çözüm”den söz ediyor? Çünkü Türkler durmadan “çözüm”den söz ediyorlar da ondan. Mahkemeleri, duruşmaları hatırlayalım. Duruşmalarda Kürtlerden, Kürdistan’dan söz edildiği zaman, bazı acemi yargıçlar “peki çözüm ne olacak” diye tartışmaya girerlerdi. Sonra o yargıcın kulağı çekilir, o da böyle bir tartışmadan uzak durmaya, böyle bir tartışma ortamı yaratmamaya çalışırdı. Bütün bunlardan dolayı bağımsız bir Kürt aydın kesiminin varlığından söz etmek güçtür. Birey olarak ele alındığında Kürt aydınları elbette vardır.
Dara Cibran: Son zamanlarda giderek yoğunlaşan olaylar meydana gelmektedir. Mersin’de “bayrak provakasyonu” ile başlayan, Karadeniz’den çeşitli yerlere uzanan linç girişimlerine tanık oluyoruz. Bu olayların 3 Ekim müzakere sürecini engellemek isteyen güçlerin işi olabileceği yolunda yorumlar yapıldı. Bu konudaki değerlendirmelerin nelerdir?
İsmail Beşikçi: Türkiye’nin batı yörelerine göç etmiş, oralarda yaşayan Kürtleri Türk milliyetçisi, Türk ırkçısı bazı unsurların rahatsız ettiği görülmektedir. 2005’te, Newroz günlerinde Mersin’de meydana gelen bayrak provokasyonu, Karadadeniz’deki linç girişimleri bu çerçevede değerlendirilebilir. Bunlar Avrupa Birliği ile ilişkileri engellemek isteyen çevrelerin işi olabilir. Bu çevreler etkili ve örgütlüdür çünkü derin devlet ile de bağlantıları vardır. Bütün bunlara rağmen Türkiye’nin batı yörelerinde daha derin, daha yaygın bir çatışma olacağı, örneğin ‘boğazlaşma’ yaşanacağı kanısında değilim. Bunun nedeni şudur, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürtlere yönelik ana politikası asimilasyondur. Bunun için Kürtleri yerlerinden, yurtlarından koparıp, Batı Anadolu’ya sürmek sistematik bir politikadır. Köylerin yakılması yıkılması, ailelerin kitleler halinde batıya doğru yönlendirilmeleri, sürgünlerin batıya yönlendirilmesi sistematik bir uygulamadır. Bu şekilde Kürtlerin asimile olacakları, Türkleşecekleri umulur. Doğuya, Kürt bölgelerine sanayi yatırımları yapmayarak, Doğu’nun sanayi ve tarımsal bakımlardan gelişmesi engellenerek, geri kalması sağlanarak da böyle bir nüfus hareketinin gerçekleşmesi istenir. 1980’lerin sonlarında, Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın, Başbakan Süleyman Demirel’e gönderdiği notu hatırlayalım. Bu notta Cumhurbaşkanı, “dağlık yörelerde oturan 500 bin Kürdü, yerinden koparıp batıya sürersek sorun büyük oranda çözümlenmiş olur…” diyordu
Kürt aileler, Bursa,İzmit, İzmir, denizli, Aydın gibi batı şehirlerine yerleştikleri zaman artık orada güvenlik güçleri tarafından rahatsız edilmezler. İş kurmaları, ortaklık kurmaları sağlanır, hatta bu süreçte devlet onlara maddi yardım da yapar. Örneğin bankalardan kredi almalarını kolaylaştırır. Ama aynı kişiler örneğin Kürt bölgelerine bir yatırım yapmaya kalkışsa çok büyük güçlüklerle karşılaşır, kredi alması mümkün olmaz. Bu aileler batıdaki yerleşim yerlerinde sürekli tacize uğradıkları zaman, orada yaşamı sürdüremez bir hale geldikleri zaman tekrar kendi yörelerine, yani Kürdisan’a dönebilirler. Bu ise asimilasyon politikaları için uygun bir süreç değildir.
Dara Cibran: Sayın Beşikçi, Türkiye’nin Avrupa ile bütünleşme politikasına Osmanlı Devletinin batılılaşma çabalarını da katarsak önümüze 200 yıl gibi koca bir tarih çıkıyor. Oysa yıkılan Doğu Bloğu ülkelerinin hemen hemen hepsi 13-14 yıl gibi kısa bir zaman aralığında liberal ekonomik sisteme ve liberal demokrasiye geçiş süreçlerini tamamlayarak Avrupa Birliğine girdiler. Sizce Türkiye’nin Avrupa Birliği sürecinin ekonomik, toplumsal değer ve demokratikleşme babında koşulları olgunlaşmış mıdır?
İsmail Beşikçi: Türk siyasal sisteminde resmi ideoloji çok güçlüdür, iyice kurumsallaşmıştır. Resmi ideoloji Türk siyasal sisteminin en önemli kurumudur. Sadece siyasal sistemi değil, bilimi, düşün hayatını da belirlemekte ve yönlendirmektedir. Resmi ideolojiye sahip bir devletin demokratik olması mümkün değildir. Resmi ideoloji üniversite basın, yargı organları tarafından, siyasal partiler, sendikalar, sivil toplum kurumları tarafından yoğun bir şekilde desteklenmektedir. 1970’lerde, 1980’lerde Güney Afrika için “dünyanın en ırkçı devleti” denirdi. Beyaz yönetimin cumhurbaşkanı De Clerk idi. Bu, Nelson Mandela’yı 27 yıl cezaevinde tutan anlayışın cumhurbaşkanıydı. 1994 seçimlerinde Nelson Mandela cumhurbaşkanı oldu, De Clerk de cumhurbaşkanı yardımcılığına seçildi. Bu, resmi ideolojinin, bir zamanlar,“dünyanın en ırkçı devleti” denilen bu ülkede sanıldığı kadar katı olmadığını, esnek olduğunu gösterir. Kurumlaşmamış olduğunu da gösterir.. Türkiye’de ise resmi ideoloji iyice kurumsallaşmıştır, katıdır.
Yukarıda, yedinci soruya cevap verirken, 1985-1988 yılları arasında Bulgaristan’daki isim değiştirme, Bulgarlaştırma operasyonundan söz etmiştik. Bulgaristan’daki bu uygulamalar uzun sürmedi. Çeşitli eleştiriler, baskılar üzerine Bulgaristan Devleti, bu uygulamalarından vazgeçti Daha sonraki süreçte Türk diline ve kültürüne özgürlük tanındı. Türkler ,Haklar ve Özgürlükler Partisi’nde örgütlendi. Bugün bu parti, Bulgaristan’da hükümet ortağı. Türkiye’deyse, Kürtler çocuklarına hala istedikleri isimleri veremiyorlar. Bu, Bulgaristan’da da resmi ideolojinin esnek olduğunu gösterir Avrupa Birliği sürecinde, Bulgaristan’da, resmi ideolojinin,.etkisini tamamen yitirmesi de söz konusu olabilir.
Türk siyasal sistemindeyse çok katı bir resmi ideoloji kurumuyla karşı karşıyayız. Resmi ideoloji değişemiyor. Hızla değişen toplum hiç değişmeyen bir resmi ideoloji tarafından yönetilmeye çalışılıyor. Resmi ideolojinin, devletin idari ve cezai yaptırımlarıyla korunan ve kollanan bir ideoloji olduğunu yine vurgulamak gerekir… Buna rağmen Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne yani demokratik devletler topluluğuna katılmak gibi bir çabası da var. Bu konuda şöyle düşünüyorum. Türkiye Avrupa Birliği’ne katılmak girişiminde vazgeçmez. Çünkü Avrupalı olmak büyük bir prestij sağlar. Örneğin Türkiye’nin Avrupa Futbol Şampiyonası’na katılmasının engellenmesi Türkiye’de çok büyük tepki doğurur. Dünya Futbol Şampiyonası’na, Türkiye’nin Avrupa klasmanından katılmasının engellenmesi, Türkiye’ye, “Siz, Dünya Futbol Şampiyonası’na Asya klasmanından. katılın” denmesi, hakaret gibi algılanır. Dünya Güzellik Yarışması”na Türkiye’nin Avrupa klasmanından katılmasının engellenmesi, Türkiye’ye “Siz bu yarışmaya Asya klasmanından katılın…” denmesi yine öyle. Bu bakımlardan Türkiye Avrupa Birliği’ne katılmaktan hiç vazgeçmez. Ama Türkiye kendi değerlerinden, Türk egemenlik anlayışından, yönetim biçiminden de vazgeçmez. Kürtlerle, Alevilere baskı, sorgu yöntemi olarak işkence, intikam için işkence vs. Anayasa’da ve yasalarda, Avrupa Birliği istiyor diye bazı ufak değişiklikler yapılabilir. Ama bunların doğru-dürüst yaşama geçmesi bile sağlanamaz.
Türkiye’nin müracaatı karşısında, AB’nin şöyle söylediğini farz edelim: Yasalarını, uygulamaların AB standartlarına uydur. Sana bir yıl süre. Türkiye bu bir yıl süre içinde Kürt sorunu, Alevi Sorunu, Azınlıklar sorunu, Ermeni soykırımı gibi sorunlarda ciddi hiçbir adım atmaz. Ama, süre sonunda Avrupa Birliği’ne katılmak istediğini, zaten 200 yıldır Avrupalı olduğunu anlatır… Bir yıllık bir süre daha verilse yine aynı süreç yaşanır. Türkiye bu iki tutumdan da vazgeçmez. Bugün, dünyada görülen demokratikleşme, modernleşme, kimlik siyaseti, küreselleşme gibi ana akımlarla Türk siyasal sitemi ve Türk düşün hayatı arasında çok derin bir çelişki vardır. Zira bu ana akımlar, günümüze kadar baskı altında tutulan, gelişmelerine izin verilmeyen kimliklerin öne çıkmasını sağlamışlardır. Resmi ideoloji ise bu tür gruplar üzerinde baskının sürdürülmesini ister. Gerek AB gerek Türkiye bu konuda birbirlerini kandırmaktadır. Her ikisi de bunun bilincindedir ama her ikisi de süreçten memnundur.
Dara Cibran: Gandi düşüncesi ve mücadelesi Kürtler için bir model olabilir mi?
İsmail Beşikçi: Gandi düşüncesi ve eyleminin Kürtler için bir model oluşturacağı kanısında değilim. Bu, sabır gerektiren bir mücadele yöntemidir. Kürtler ise çok acelecidir. Yaptıkları eylemin etkisini, kurdukları örgütün etkisini hemen yarın görmek ve yaşamak isterler.
Dara Cibran: Türk ve Kürt kamuoyuna mesajınız nedir?
İsmail Beşikçi: Bugün dünyada 204 devlet var. Bunların çok büyük bir kısmı Birleşmiş Milletler’e de üye. 2004 Atina Olimpiyatları’na 204 devlet katıldı. Bu devletlerin çok büyük bir kısmının nüfusu bir milyondan az. Nüfusu 500 binin altında olan hatta çok daha küçük nüfusa sahip olan devletler de var. Bunların ülke genişlikleri de çok küçük. Avrupa Birliği’ne üye, Lüxemburg, Kıbrıs, Malta gibi devletlerin nüfusları ve ülke genişlikleri Kürtlerin nüfusundan ve Kürdistan’ın ülke genişliğinden çok çok küçük. Buna rağmen Kürtlerin ne Milletler Cemiyeti döneminde, ne de Birleşmiş Milletler döneminde uluslar arası kurumlarda, uluslar arası ilişkilerde adı bile yoktur. Örneğin, Lüxemburg 450 bin civarında nüfusa sahip bir devlettir. Avrupa Birliği’nin kararlarında Lüxemburg’un da imzası var. Avrupa Birliği ise, zaman zaman aldığı kararlarda, Ortadoğu’da, Irak’ta sınırların değişmesine karşıyız”, “Bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasına karşıyız” şeklinde şeyler söylüyor. Avrupa Birliği bunları, “Kürtler bulundukları devletlerdin sınırları içinde bazı kültürel haklara sahip olabilmelidirler…” demek için söylüyor. Veya bu önerileri ileri sürebilmek için, kararlarına, bu tür kısıtlamalarla, yasaklarla başlıyor… Lüxemburg bu şekilde Kürtlerin geleceğini belirlemiş olmuyor mu? 450 bin civarında nüfusu olan bir halk, nüfusu, 40 milyon civarında olan bir ulusun geleceğini nasıl belirleyebiliyor? Burada siyasi ahlak nerededir? Bütün bunlar, uluslar arası nizamın,nasıl yoğun bir şekilde, Kürtlerin aleyhine kurulduğunun göstergeleri oluyor. Bu gibi göstergeler, Kürtlerin zihninde kıvılcımlar çaktırmamalı mıdır? Bu bakımdan burada esas eleştiriyi Kürtlere yöneltmek gerekir. Kürtler, “kardeşlik, erternasyonalizm, solculuk” gibi sloganlarla, bu lanetli durumu gizlemeye, kendi öz sorunlarından kaçmaya çalışıyorlar.
Dara Cibran: Değerli zamanınızdan ayırdığınız için teşekkür ederim.
İsmail Beşikçi: Ben teşekkür ederim, sana ve peyamaazadi çalışanlarına selamlar, sevgiler…
16 Şubat 2006