0 0
Read Time:10 Minute, 6 Second

ImageTürkiye ve Kürdistan’da yaşanan son siyasal gelişmeler, önümüzdeki yılların yönünü etkileme niteliğinde olan gelişmelerdir. O nedenle bunları anlamakta büyük yarar var.
Hatırlanırsa, İmralı savunmalarında silahlı mücadele devrinin kapandığı, silahların hiçbir soruna çözüm olmadığı, bundan dolayı ilke ve teorik olarak artık bunu terk etmek gerektiği, bunun yerine barışçıl demokratik mücadele stratejisinin esas alınması gerektiği vurgulanmıştı ve bu yaklaşıma uygun adımlar atılmıştı.

 Bunlar, yapılan kongre kararlarında resmi bir niteliğe ulaştırılmıştı. Silahların teorik ve ilkesel reddi ile “barışçıl demokratik mücadele” yönteminin esas alınması anlayışının bütün boyutlarıyla uygulanamamasının, başka bir ifadeyle gerillanın her açıdan tasfiye edilememesinin temel nedeni, devletin katı inkârcı resmi çizgisindeki ödünsüz tutumudur. Eğer genel bir af veya ona yakın bir yasal düzenleme yapılmış olsaydı, geriye silahlı tek bir adam bile kalmazdı. Ama devlet katı tutumunu sürdürdü, dolayısıyla bir bakıma gerilla “dağa mahkûm” kaldı. 2004 yılının yaz aylarında “yeniden savaş” kararının alınması da aslında devletin iç ve dış politika hesaplarının bir gereğiydi. (Bu konunun ayrıntıları daha önceki değerlendirmelerde birçok yönüyle açılmıştır) Öncelikle bu, ordunun içte zayıflamaya başlayan otoritesini yeniden kurma ve geliştirme, Güney Kürdistan’daki gelişmeleri daha etkin bir biçimde etkileme yaklaşımına oturuyordu. Yoksa “ilan edilen savaşın” politik bir programı, askeri bir stratejisi yoktu. Yine daha önce savaş ve silahlı mücadele konusunda söylenen bunca teorik laf yığını hakkında bir söz söylenmemişti. Sanki ilan edilmiş bir ateşkesin bozulması gibi yansıtıldı.

Şimdi bir kez daha “ateşkes” ilan ettiler. Her zaman olduğu gibi tek karar verici konumda olan Öcalan’ın kararıyla… Daha önce sürdürülen çatışmaların da ilan edilen ateşkes kararının da açıklanan bir hedefi var:

Temel niteliklerine, bütünlüğüne ve uniter yapısına dokunmama vaadinde bulundukları bu devlet yapısına ve düzen kabul edilmek!

Yapılan açıklama ve değerlendirmelere bakıldığında bu tutumu çok açık ve net bir biçimde görmek mümkündür. Yaptığı “1000 operasyon” ile gurur duyan eski polis şefi ve kontrgerillacı Mehmet Ağar’ın “dağdakilere ovada siyaset yaptırma” sözlerine balıklama atlamalarının altında da bu istem ve teslimiyetçi ruhsal duruş yatmaktadır. “Bizi kabul edin, Türkiye her açıdan güçlü hale gelir, yoksa Kürt sorunu daha da ağırlaşır, başka güçler devreye girer, Türkiye inisiyatif kaybeder, Güneydeki gelişmeler buraları daha da etkiler. Çözümün anahtarı biziz” tezlerini hep tekrarlayıp durmaları, bu düşünsel ve ruhsal duruştan kaynaklanmaktadır.

Kuşkusuz bu bir yalvarma, dilenme duruşudur! Bunun herhangi bir çözüm üretmesi de mümkün değildir! İstemlerin düzeyi af ve sıradan kültürel kırıntılar sınırında tutulduğunda bu, siyasal olarak en güçsüz noktayı anlatmaktadır. Kültürel kırıntılar da aslında zamana yayılan, biraz da iç tüketime dönük, “Kürt rengini” korumayı amaçlayan bir iğreti istem olarak durmaktadır. Aslında tek bir hedefleri var, tekrarlamakta yarar var: Af edilmek ve bu düzene kabul edilmek! Kürt halkının onlarca yıldır kazandığı olanaklar, bilinç ve mücadele birikimi, güncel enerjisi bunun için kullanılmakta ve heba edilmektedir…

Kürt siyasetinde tek egemen ve rakipsiz bir konumda olmaları işlerini kolaylaştırıyor, daha rahat ve pervasız davranmalarını koşulluyor. Yoksa kendini bu kadar ucuza ve kolay pazarlamak, yalvaran bir üslubu “direniş” olarak göstermek olanaklı mıydı?

Öte yandan 2004’ten bu yana günlük siyasette ağırlığını koymaya başlayan, 30 Ağustos atamalarıyla tutumunu ve rengini yeni bir aşamaya taşıyan, bunu açıkça ortaya koymayı bir gereklilik olarak algılayan, yapılan konuşmalarla kimi çevrelere göre “darbe sürecini” açan Türk Genelkurmayı, görünürde “ateşkes” kararını tanımamakta, katı inkârcı çizgiden ödün verilmeyeceğini vurgulamaktadır. M. Ağar gibilerin açıklamalarını ise alaycı ve aşağılayıcı bir üslupla reddederek bu konudaki kararlılığını sürdürmektedir…

Genelkurmayın günlük siyasete bu kadar açık ve doğrudan “müdahil” olması, “ulusal devlet”, “uniter devlet” ve “laik devlet” konusunda tek söz ve karar sahibi olduğunu çeşitli ağızlarca dile getirilmesi, kuşkusuz, Türkiye siyasal tarihinde yeni bir süreci anlatmaktadır. Kimileri bunu “yeni bir 28 Şubat” veya “Darbe süreci” olarak tanımlamaktadır. Bu tanımlamaların önemli bir gerçeği dile getirdiği kuşkusuzdur. Aynı zamanda genel çizgileriyle devlet ve egemenler katında iki eğilimin varlığına işaret etmektedir. Biri, geleneksel ordu eksenli ve devletin resmi çizgisini en katı bir biçimde savunma kararlılığında olan, esas iktidar konumunu ve temel konularda tek karar verici düzeyini tartışma dışı tutma kararında olan, bunu güç de dahil her yöntemle koruma amacında olan eğilimdir! Diğeri ise iktidara ortak olmak isteyen, bağlı bulundukları içi ve dış sermaye çevrelerinin çıkarlarını iktidara taşıma eğiliminde olan politik İslam ağırlıklı eğilimdir. İkinci eğilim, temel konularda ordudan, devletin resmi çizgisinden farklı düşünmemektedir. Bu nedenle bu eğilime “demokratlık” gibi bir paye biçmenin anlamsızlığı ortadadır.

Bu iki eğilimin kozlarını paylaşmaya hazırlandıkları ilk raunt, Cumhurbaşkanlığı seçimidir. Bunu diğerleri takip edecek… T. Erdoğan’ın bu konudaki hevesi bilinmektedir. Ancak ordunun karşı duruşu da bilinmektedir. Kuşkusuz sorun salt anılan bu seçim ve bu eksende yaşanan saflaşma değildir. İçte toplumsal mücadeleyi bastırmak ve gelişme olanaklarını ortadan kaldırmak için bugüne dek birçok yasal ve idari düzenleme yaptılar. Terörle mücadele yasası gibi… Kapsamlı operasyonlar, tutuklamalar, demokratik zeminin daraltılmasına dönük uygulamalar bu bağlama oturmaktadır. Bu düzenlemeler, aynı zamanda içine girilen darbe sürecinin de yasal ve siyasal zeminini güçlendiren düzenlemelerdir. Yine bu bağlamda Kürdistan’da askeri operasyonların arlıksız sürdürüleceğinin açıklanması, aynı sürecin derinleşerek devam edeceğinin başka bir işareti olarak kabul edilmelidir!

Öte yandan Ortadoğu’da önemli gelişmeler olmakta, Irak’ta derinleşen çatışmalar, sadece ABD emperyalizminin başarısızlığını göstermemekte, aynı zamanda belirsizliği daha da büyütmektedir. Bölünmüş bir Irak olasılığı Genelkurmayın uykularını kaçırmaktadır. Bir yandan ABD’yi kendi tezlerine yakın bir noktaya getirmeye çalışırken, bir yandan da bütün olası gelişmelere ve senaryolara karşı iktidar iplerini ellerinde tutmayı temel güvence olarak görmektedir. Yani yaşanan darbe sürecini, salt dar ve kısa vadeli bir iktidar hesabı olarak değerlendirmemek gerekir. Generaller, kendilerini devletin ve “vatanın” gerçek sahibi ve koruyucusu olarak algılamaktadırlar. Bu, onların politik reflekslerini de belirliyor.

Sadece Irak değil, İsrail ve ABD’nin Lübnan üzerinden Ortadoğu’ya yeni bir biçim verme, bu bağlamda İran ve Suriye üzerinden devreye konulmak istenen politikalar Generalleri ve TC egemenlerini korkutmaktadır. Kısacası bölgesel gelişmelerin kendileri için hep tehdit ve tehlike ürettiğini düşünüyor ve buna karşı iç cepheyi sağlam tutmanın gereğine inanıyorlar. Darbe sürecinin arkasında bu gelişmeler ve bunların körüklediği bu korkular var…

Tam da bu süreçte “ateşin” kesilmesi, düşündürücü değil mi? “Bizi kabul edin, bu ateş çemberinde bizden size zarar gelmez, eğer bizi kabul ederseniz, hem Güneyden, hem de diğer parçalardan gelecek etkileri en alt düzeye indirir, sizi, sizi korkutan kâbuslardan kurtarabiliriz.” En yumuşak yorumla verilmek istenen mesaj bu…

Ayrıca AB ile ilişkiler, bunun iç politikaya ve iç saflaşmalara yansımaları var. Özellikle bunun orduyu rahatsız eden yönleri var. Bu noktada da ordu gelişmeler karşısında pasif bir konumda kalmak ve gelişmeleri izlemek yerine daha etkin davranmayı gerekli görmüştür.

Ordunun yönetimini işgal eden generallerin kimlikleri ve kişilikleri de tam da darbe sürecine denk düşüyor. Büyükanıt kişiliği Şemdinli olaylarında çok net açığa çıkmış, bu dönemde kendisine yönelen okları etkisiz hale getirmiş, etkinliğini artırmış ve kontrgerillacı kimliğini sergilemekten çekinmemiştir. Bu kontrgerillacı generalin “önlenemez yükselişi”, aynı zamanda, bugün açıkça dile getirilen darbe sürecinin de “ayak sesleri” olmuştur!

Kısacası, bir; Türkiye bir darbe süreci içine girmiş ve bu süreç gün geçtikçe derinleşmektedir. Bu sürecin en ağır faturasını Kürt halkı ve emekçi sınıflar çekecektir.

İki; buna karşılık İmralı partisi PKK / Kongra-gel, yalvaran, dilenci ve teslimiyetçi çizgisini derinleştirerek sürdürüyor. Devlete destek için çırpınan bu parti, her defasında aşağılanmaktan kurtulmamaktadır.

Üç; ne yazık, devrimci güçler politik sürece müdahale etme, günlük politikada etkin olma konusunda çok zayıf konumdadırlar. Bu zaaflarını aşmadıkları sürece, ortaya çıkan politik boşluğu başka güçler tarafından dolduracağı çok açıktır.

Devrimci güçleri zorlu günler beklemektedir! Bu nedenle bu süreçte devrimci bir ağırlık oluşturmaktan başka bir seçenek yoktur!

 

                                                                                            31 Ekim 2006

 

                                                                                 SOSYALİST-ŞOREŞGER

                                                                           (Kürdistan Devrimci Sosyalistleri)

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
News Reporter