İsrail'in, İsrail devleti olmasına bütün bir ömrünü adamış ve bu devletin oluşması için Filistinlilere ve Araplara yönelik cinayet ve katliamlarıyla Ortadoğu'nun Napolyon'u olan Ariel Şaron, Cenin kampında yaşayan mültecilere yönelik katliam hareketinde, "Eğer Cenin kampında sivillerin olduğunu bilseydim saldırı emri vermezdim" (02.08.02) demişti. O dönem bu katliamla ilgili olarak kitabımda yer verdiğim bir yazıda, "A. Şaron da çok biliyor ki, ‘sivil yerleşim yerlerinde sivil insanlar' yaşıyor", demiştim.
İsrail yöneticileri yaptıkları saldırılar karşısında dünyadan ve özellikle Batıdan cılız bir tepki aldıklarında, İsrail'in geleneksel politikası "Orada sivillerin ve çocukların yaşadığını bilmiyorduk" gibi argümanları öne sürmektir. Bu siyasi anlayışın şu an başında olan ve Ariel Şaron'un çizgisini devam ettiren Mars Mars (Kadime) partisi lideri Ehud Olmert de geçen hafta İsrail ordusunun, Gazze'nin Beyt-i Hanun köyüne düzenlediği ve halen bölgede devam eden saldırıya ilişkin benzer şeyler söylüyor, bir yaşındaki Dima ile Ala El Atamneh adlı kız çocuğunun da aralarında olduğu Said ve Sadi El-Atamneh kardeşlerle birlikte 13 aile ferdinin, yanı sıra 50'yi aşkın sivilin öldürülmesini, "teknik bir hata olduğunu" utanmazca açıklıyordu. Dünyanın en güçlü istihbarat örgütüne sahip olduğunu söyleyen, hatta Filistin topraklarında hangi evde gecenin geç saatlerinde daha çok suyun kullanıldığını tespit ederek, burada "Filistinli militanların toplantı halinde" olduklarını iddia eden bir iç ve dış istihbarat örgütüne sahip olan İsrail, nasıl olur da "bir teknik hataya" düşüyor? İsrail'in Beyt-i Hanun'a düzenlediği bu katliamda Said ve Sadi ailelerinin yok olmasının yanı sıra 25'i aşkın insan da ağır yaralanmıştı.
İsrail, Lübnan saldırısından sonra içine düştüğü ve iç siyasette yaşadığı siyasi krizin acısını, Filistin halkına yönelik sürdürdüğü katliamlarla telafi etmeye çalışıyor. Bu da bugüne kadar "büyük İsrail devleti" için yürürlükte olan "Güvenlik ve Kuşatma" stratejisinin halk nazarında ciddi olarak sorgulanmasını gündeme getiriyor. Öte yandan bu stratejinin içerisinde yer alan Bekaa stratejisinin Lübnan ayağının savaş raundu hayat bulamadı. Şu an için hayat bulmayan Lübnan ötesi İsrail saldırganlığı, tekrar içe dönerek Filistin topraklarında vahşi saldırılarını sürdürüyor, adeta Filistin halkının topyekün imhasına yönelerek günlük katliamı devam ettiriyor. ABD ve müttefikleri öncülüğünde Irak'ın işgaliyle İsrail'in hedeflediği "Büyük İsrail"in geleceği konusunda, İsrail'in Lübnan savaşında istediği gibi işlemeyen bölge süreci, Filistin toprakları üzerinde en vahşi yöntemlerle sürüyor. Çünkü ABD Irak savaşıyla birlikte Ortadoğu'da büyük bir çıkmaza düşmüş ve ABD'nin İran'ı dize getirme ve Suriye'yi "Büyük İsrail'e" katma planları şu an için alt üst olmuş durumda ve kaotik bir dönemeçte. Bu kaotik süreci bir nevi hayat-memat olarak gören İsrail devletinin resmi siyonist ideolojisi, Lübnan ve Lübnan ötesi elde edemediğini Ortadoğu'nun karmaşa ortamından yararlanarak elde etmeye çalışıyor, Filistin coğrafyasında işgal hareketini ve vahşi zulmünü hızlandırıyor.
Bu süreçte, ABD'de yapılan meclis ve Senato seçimlerinde Demokratların çoğunluğu elde etmesiyle G. Bush ve ekibinin aldığı yenilgiden dolayı, ABD'nin salt savaş üzerine oluşturulmuş Ortadoğu stratejisinde ne gibi bir değişiklik olacağını (olacaksa) yerinde öğrenmek ve yeni sürecin nasıl işleyeceği konusunda nabız ölçmek için Ehud Olmert ABD'ye gitmişti. Çünkü bu görüşme, İsrail devletinin de birçok yönüyle ortak olduğu "Büyük Ortadoğu Planı"nın, yani Ortadoğu'da Büyük İsrail Planının nasıl işleyeceği üzerine olacaktır ve bölgeye yönelik olarak değişik bir kılıf altında, onların deyimiyle B planını devreye sokacaklardır. Bu da önümüzdeki süreçte bölgede, yani Lübnan'da, Suriye'de vb. yerlerde iç fay hatlarının gerilmesine yolaçabilir.
Özellikle Lübnan içinde aktif olan ABD ve Batı diplomatları, Ortadoğu'nun birçok ülkesinde günlük siyasi süreci yönlendirebilecek kadar etkindirler. Ancak ABD ve İsrail'in stratejik müdahalesine tek bir yönden de bakılmamalıdır. Örneğin savaştan sonra Lübnan'a yönelik işletilen sürecin hükümet bazında krize yol açması ve Lübnan'da Hizbullah'ın önerisi olan "Ulusal Uzlaşı" iradesinin hayata geçirilememesi, hükümetin altı bakanının istifa etmesine neden olduğu gibi, önümüzdeki günlerde Beyrut sokakları kitlesel gösterilere ve provokasyona yatkın bir sürece doğru çekilebilir. Çünkü Şii'leri bakanlık düzeyinde temsil eden 5 bakanın hükümet kabinesinden istifa etmesi, artı Hıristiyan olan Çevre Bakanı Yakup Sarraf'ın da istifaya katılması, varolan hükümetin topyekün Şiilerin iradesine dayanmadan Refik Hariri suikastı ile ilgili uluslararası mahkemenin kurulmasını onaylaması ve Suriye'yi uluslararası abluka altına aldırma girişimleri vb. olgular da, Lübnan'ın hassas dengeleri üzerinde borsa oyunu oynandığını göstermektedir.
Belli bir süredir ABD ve müttefiklerinin, Lübnan'ın ötesinde, Suriye'yi kıskaca alma senaryoları çerçevesindeki faaliyetlerine baktığımızda, kimi Arap rejimleri de perde arkasından süreci tüccar hesabıyla dolaylı olarak desteklemektedirler. Katar'dan yayın yapan El-Cezire televizyonunu haberine göre, geçtiğimiz günlerde Suudi Arabistan yetkilileriyle bir araya gelen Esad ailesinin eski dostu Abdulhalim Haddam, Suriye Müslüman Kardeşler örgütü lideri Ali El- Bayanuni ve Bişar Esad'ın amcası Rıfat Esad'la "Suriye hükümetini devirme planlarını" görüştüklerini inkar etse de, İsrail basını planın doğruluğunu teyit ediyor.
Öte yandan Suriye basınında, yapılan bu görüşmeye yönelik olarak, "Suudiler, Haddam'ı, Bayanuni ve Rıfat kullanarak, ülkede (Suriye'de) istikrarsızlık ve iç savaş yaratmanın yanı sıra ülke sınırlarını ABD'nin çıkarlarına göre belirlenmesine yardım ediyor" deniyor.
Bu gelişmelere ilişkin olarak Suriye Devlet Başkanı Bişar Esad, ABD'nin Ortadoğu'ya yönelik planına gönderme yaparak, "Bölgede hiçbir özel planın önemi ve uygulanırlığı yoktur" ve "ABD'nin bölgeye yönelik ortaya attığı BOP'un uygulanması durumunda siyasi ve kültürel olarak bölgede büyük bir patlama olur" diyor. Son dönemlerde kamuoyunda dolaşan ABD'nin İran ve Suriye ile görüşmesi üzerine de, hem İran hem de Suriye cephesinden olumlu ve olumsuz çeşitli açıklamalar yapılıyor. Bu sürece yönelik olarak Bişar Esad, önümüzdeki yıl Madrid'de, İspanya ve İtalya'nın öncülüğünde bir "Ortadoğu barış konferansının yapılmasından yana olduklarını" söylüyor ve "bu müzakereler sıfırdan başlamamalı, tersine 1991 Madrid Konferansındaki temel müzakerelerin devamı olmalı, ancak bu temel esas alındığında ABD ve AB bölgede baş aktörler olabilir" diyordu. Bişar Esad, "kendilerinin bölge için halen 1991 vizyonuna sahip olduklarını" belirterek, Ortadoğu'nun haritasına yönelik görüşmelere kalındığı yerden devam edilmesinden yana olduklarına" (aktaran, İran Hemşehri Gazetesi 1.11.06) işaret ediyordu.
Bu toplantıda 1991-93'te tartışılan, İsrail'in işgal ettiği tüm topraklardan geri çekilmesi ve Filistin özerk devletinin oluşumunun önünün açılmasıydı. Aradan geçen onbeş yıllık süreçte bunların hiçbiri gerçekleşmedi. Tam tersine, ABD, İsrail ve müttefikleri savaş yoluyla bölgeye yönelik işgal hareketini başlattılar. Bir dönem çok tartışılmış olan "Ortadoğu Yol Haritası", onların deyimiyle "Ortadoğu'yu özgürleştirelim" sloganı yerine uluslararası sermayenin kanlı süreci gelişti ve bu süreç Ortadoğu'da en barbar yöntemlerle halen devam ediyor. İşgalci güçlerin istediği gibi şekillenmeyen Ortadoğu'da, gelinen süreçte, ABD, İsrail, İngiltere ve müttefiklerinin içine düştükleri çıkmazdan kurtulmanın yolları aranıyor.
Bu arada ABD cephesinde bir süredir, James Baker öncülüğündeki "Irak Çalışma Grubu" tarafından, ABD'nin "namusu"nu kurtararak bu işin içinden nasıl çıkabiliriz hesapları yapılıyor. ABD'nin Ortadoğu Generali John Abizaid ise, "mevcut koşullar altında, geri çekilmenin doğru olmayacağını" açıklayarak, Amerikan askeri gücünün prestijinin zedeleneceğine gönderme yapıyor.
Bu çalışma grubunun önerisine dönersek, önümüzdeki Ocak ayında açıklanması beklenen öneriler arasında,"İran ve Suriye ile masaya oturulması" ve bu ülkelerde "iç muhalefetin güçlendirilmesi için yeni bir vizyonun oluşması" gibi çeşitli seçeneklerden söz ediliyor .Yani ABD'nin ve İsrail'in içine girdiği halet-i ruhiyeden nasıl kurtulabileceğine ilişkin olarak birçok kesim ve müttefikleri tarafından çeşitli açıklamalar yapılıyor.
Bu konuda AB dış siyaset koordinatörü Javier Solana ise, "Amerika ve Avrupa'nın Ortadoğu siyasetlerini yeniden gözden geçirmelerini ve Irak işgalini tarihi bir hata olduğunu" dile getirirken, işgalin sona ermesine yönelik bir şey söylemiyor. Ayrıca Solana, "Amerika ve İngiltere'nin Irak ve Afganistan savaşının, İran'ın bölgedeki konumunu güçlendirmesine yardımcı olduğunu" vurguluyor. (Aktaran İran Keyhan Gazetesi, 30.10.06)
İngiltere'nin "güler yüzlü" Başbakanı Tony Blair de, Irak sorununda "çözümün kısmen Irak'ın dışında yattığını" kabul etse de, açıklamasının altında asıl yatan olgu, Arapların gönlünü almak, Suriye'yi İran cephesinden koparmak ve Arap olmayan İran'ın Ortadoğu'daki etkinliğinin önünü almaktır. Ancak İngiltere'nin Ortadoğu coğrafyasında ulusal başkaldırılar sonucu kaybettiği sömürgeci nüfuzunu tekrar elde etmek için ABD ile birlikte başlattığı işgal hareketi zemin bulmayınca, bugüne kadar hiç dile getirilmeyen "İsrail-Arap ihtilafını çözmeliyiz" deniliyor.
Bu arada belirtelim. Bölgede gelinen süreç, işgale katılan İspanya ve İtalya gibi ülkelerin liderlerinin koltuklarını kaybetmelerine neden olmuştur. Hiçbir emperyal güç zor yoluyla Ortadoğu'da ilelebet sultasını sürdüremediği gibi, bu iş işgale kalkışan ülke liderlerine de uğursuzluk getirmiştir. Bu nedenle ABD'de Cumhuriyetçiler meclis seçimlerini kaybettiler. İngiltere'nin "güler yüzlü Demokrat lideri" Tony Blair ise İngiltere halkının ağır bir baskısı altında. Bu yıl İsrail'de iktidar koltuğuna oturan Euhd Olmert'in iktidarda ne kadar kalacağı ise tartışmalı. Çünkü, İsrail'in Lübnan savaşında istediği başarıyı elde edememesi nedeniyle İsrail siyaseti psikolojik ve ideolojik olarak aldığı yara nedeniyle oldukça yıpranmış bulunuyor. Bölge ve dünya nezdinde onuru zedelenen ordusunun güvenirliğini kazanması için, İsrail iç kamuoyu yönünü daha fazla aşırı sağa çeviriyor. Her ne kadar Ehud Olmert, hükümeti aşırı şağıcı Yisrael Beitenu (Evimiz İsrail) partisi ile hükümeti beslese de, gelecek yıl Ehud Olmert iktidarı için sancılı bir süreç olabilir.
Özetle, ABD seçimlerinde Demokratlar, George Bush ve ekibinin Irak siyaseti ile ABD'ye verdikleri zararı eleştirerek mecliste çoğunluğu elde etmiş olsalar da, ABD'nin Irak'tan geri çekilmesi için herhangi bir stratejiye sahip değiller. Tersine, iktidara ister Cumhuriyetçiler gelsin isterse Demokratlar, dünyanın tepesinde Amerikan egemenliğinin sürdürülebilmesi çerçevesinde, ABD'nin Ortadoğu'ya (Doğu'ya) yönelik stratejisinde öyle ciddi değişiklik beklemek doğru olmaz. Çünkü emperyalist-kapitalist sistemin karakteri gereği, ABD'nin hedefi salt Ortadoğu'yla sınırlı olmayıp, Doğu üzerinde Amerikan egemenliğini pekiştirmektir. Bu meyanda Demokratlar, G. Bush ve ekibinin kimi "haydut" devletleri "düşman" olarak gören stratejisinin kimi noktalarında bazı değişiklikler yapabilir, mesela Irak işgalinden bu yana Suriye ile ara verilmiş diplomatik süreç başta olmak üzere İran'la dolaylı yoldan görüşmeler başlayabilir. Zira, İran ve Suriye'nin dünden hazır olduğu görüşmenin zemini, Avrupa'nın kimi devletleri aracılığıyla sürdürülüyor. Ancak Beyaz Saray'daki neo-faşist savaş takımı Doğunun "haydut" devletleriyle bölgenin sorunlarını görüşmeyi bir "gurur meselesi" olarak görüp içine sindiremiyor. Lakin Demokratlar, ABD'nin bölgede kalıcılaşmasının bir taktiği olarak ve ABD siyasetine bölgede nefes aldırma anlamında Bush'u böyle bir sürece zorlayacaklardır. Artı, önümüzdeki süreçte Bill Clinton dönemi Demokratlardan kalma, İsrail-Filistin sorununda sahte "Ortadoğu Yol Haritası" büyük ihtimale tekrar gündeme taşınacaktır. Zaten başta İran olmak üzere Suriye de "gelin, Irak sorununu ve İsrail-Filistin konusunu görüşelim" diyorlar.
Bir diğer konu da, bu ikisinin yanı sıra Türkiye'nin de içinde yer aldığı bölge devletleri arasında Kürt halkına yönelik imha stratejisi çerçevesinde görüşmeler devam ediyor. Irak Başbakanı Nuri El-Malik'in Türkiye'ye gitmesi veya çağrılması, her üç devletin de vizyonu olup, Güney Kürdistan'ın statüsünün ortadan kaldırılması için nelerin yapılacağı görüşülerek, başta Kerkük olmak üzere, Musul ve Tel-Ala fer gibi yerlerde Güney Kürt Federe devletinin önünün alınmasını amaçlanıyor.
Sonuç olarak, ABD Irak'tan geri çekilmek için bu ülkeyi işgal etmedi. Tersine, bu ülkeyi bir manevra sahası olarak kullanıp, Asya'nın zengin ve verimli yataklarına açılmayı ve tüm Doğuya egemen olmayı hedefliyor. Yani ABD'nin askeri gücünü önümüzdeki süreçte Irak'tan geri çekeceği türünden bir beklenti, ne ABD ne müttefikleri ve ne de İsrail'in stratejisine uygun görünmüyor. Zaten bölgenin kimi devletleri de ABD'nin şu an geri çekilmesine açıktan veya dolaylı olarak karşı olduklarını dillendiriyorlar. Örneğin, Suudi Arabistan BM daimi temsilcisi Prens Türki El Faysal "ABD Irak'tan çıkmamalı. ABD Irak'a davetsiz geldi, çıkması ise davetsiz olmamalı" (aktaran BBC) diyor. Tabii bu söylem Demokratlar açısından kendi seçmenini ikna etmek babında bir ilaç işlevi görecektir. Yani "Biz çekilmekten yanayız ama, bölgenin kimi devletleri buna razı değil" gibi argümanlarla, başta kendi kamuoyları olmak üzere dünya kamuoyunu ikna etme yolunun taşları dizilecektir. Gerisi laf-ü güzaf.
19 Kasım '06
www.kizilbayrak.net sitesinden alınmıştır…