0 0
Read Time:35 Minute, 8 Second

"…tarihçinin tahrifatı teknik olmaktan öte ideolojiktir: çatışan çıkarlar dünyasında vurgulamayı seçtiği her olgu, [ tarihçi istese de istemese de] ekonomik, siyasal, ırkçı, ulusçu ya da cinsiyetçi bir çıkar çevresinin amacını destekler." Howard Zinn [1]

"Asıl Devlet Partisi" tarafından sipariş edildiği anlaşılan, satışı için nerdeyse milli seferberlik ilan edilip, tüm devlet kurumları tarafından da pazarlanan, Şu Çılgın Türkler adlı romanın arka kapağındaki tanıtım yazısında, Milli Mücadele'yle ilgili olarak: " dünyadaki en meşru, en ahlaklı, en kutsal savaşlardan birinin, emperyalizme karşı verilmiş ve kazanılmış ilk kurtuluş savaşının, bir millileşme ihtilalinin romanı, şaşırtıcı bir yakın tarih destanı…" [2] deniyor. Aynı eserin başka bir yerinde de: " Bugün Türk gençliği biri ötekine benzemeyen iki tarihe inanıyor: Biri bu romanın esas aldığı sağlıklı ve dürüst, belgelere dayalı, hepimize gurur veren gerçek tarih… Öteki Cumhuriyeti yıkmak için çabalayanların uydurdukları, yalanlarla dolanlarla dolu, sahte tarih" [3] deniyor… Buradaki amacım, resmi ideolojideki aşınmaya karşı bir savunma, nafile bir zorlama, Mete K. Kaynar'ın [4] isabetli bir şekilde "bir resmi tarih mevlüdü" dediği söz konusu romanın eleştirisini yapmak değil. Belli ki, bu zorlama tarihî roman, seksen yıllık dönemde oluşturulan resmi ideolojinin aşınmasından duyulan rahatsızlığın ifadesi… Elbette egemen sınıfın ve akıl hocalarının tarihi tahrif etmekte, yaşanmış olanı kendi ihtiyaçları doğrultusunda ‘yeniden kurgulamakta' çıkarı vardır. İktidar olmak ve iktidarda kalmak için gizlemeye, gizlemek için de yalan, tahrifat, yok saymaya, vb. ihtiyaçları var ve buraya kadar bir sorun yok… Özakman ve benzerlerinin, gerçek dünyada hiçbir karşılığı olmayan bir anti-emperyalizmden söz etmeleri de şaşırtıcı değil. Asıl sorun kendilerini solda sayanların, yalanın değil, gerçeğin safında yer alması gerekenlerin de, egemen resmi tarih anlayışını içselleştirmiş olmalarıyla ilgili…  Resmi tarih Milli Mücadele'nin sadece bir kurtuluş savaşı değil, aynı zamanda yeryüzünün ezilen halklarına kurtuluş yolunu gösteren anti-emperyalist bir mücadele olduğunu vâz ediyor. Resmi tarihten bağımsızlaşamayan, yakın tarihe eleştirel bakma basiretini ortaya koyamayan, gerçeğe asıl ihtiyacı olması gereken sol da, 1918-1923 döneminde anti-emperyalist bir kurtuluş savaşı verildiğini sanıyor… Aslında bu durum Türkiye'deki sol hareketin ideolojik-entellektüel azgelişmişliğinin de bir göstergesidir. Kaydetmek gerekir ki, anti-emperyalizm konusundaki kafa karışıklığı sadece Türkiye'ye özgü bir şey değil. Sovyet Devrimi'nin hemen arkasından oluşturulan Üçüncü Enternasyonal'in [Komintern] yaklaşımlarındaki tutarsızlıklar, Üçüncü Enternasyonal'a sinmiş Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşma da, anti-emperyalizm konusundaki kafa karışıklığına kaynaklık etti ve bugün dahi söz konusu kafa karışıklığı aşılmış değil. İlginç olan bir şey de, Üçüncü Enternasyonal'in sömürgeler, anti-emperyalist mücadele ve ulusal kurtuluş savaşlarına dair yaklaşımlarının oluşmasında Türkiye'ye ilişkin tartışmaların merkezi bir öneme sahip olmasıdır. Bu sorunla ilgili tartışmaya ilerleyen sayfalarda dönmek üzere, Milli Mücadele'nin anti-emperyalistliği söylemini tartışmaya başlaya biliriz. Gerçekten Birinci emperyalistler arası paylaşım savaşına, itilaf devletleri [İngiltere, Fransa, Çarlık Rusyası, İtalya…] karşısındaki, İttifak devletleri [Almanya, Avusturya-Macaristan…] safında katılan Osmanlı İmparatorluğunun, yenilğinin ardından bir anti-emperyalist mücadele yürütmesi teorik olarak mümkün müdür? İttihatçıların, emperyalistler arası bir savaşta taraf olmaktan beklentileri ne idi? Pratikte olanlar nasıl oldu ve kimin için ne anlama geliyordu? Milli Mücadele aslında kimin mücadelesiydi? Osmanlı imparatorluğunun bakiyelerinden biri olan T.C. bölgedeki emperyalist çıkarlar aleyhine mi varlığını sürdürdü yoksa, emperyalist çıkarların ve emperyalist savaş sonrasında oluşturulan status quo'nun, ya da aynı anlama gelmek üzere ‘yeni dünya düzeninin' bir bileşeni miydi? Esas itibariyle bir diplomatik süreç olan 1918-1923 aralığında Yunanlılara karşı yürütülen savaş bir kurtuluş savaşı sayılabilir miydi? Osmanlı İmparatorluğunu emperyalist savaşa sokanla, bir hükümet darbesiyle [coup d'état], bir anayasal monarşi olan  rejimin adını Cumhuriyet olarak değiştiren aynı odak olduğuna göre, olup bitenleri anti-emperyalizm ve ulusal kurtuluş kavramlarıyla açıklamak soruna uzaktan bakmak anlamına gelmez mi? Bir bütün olarak emperyalistler arası savaşın başladığı 1914'den T.C. ile savaşın galibi İtilaf devletleri arasındaki "Yakındoğu İşleri Hakkında Laussanne [Lozan] Konferansı'nın sona erdiği 24 Temmuz 1923 arasında, "Ortadoğu'yu sarsan on yılda" anti-emperyalizm kavramına uygun bir şey yaşandı mı?

  

1913'ten itibaren iktidar üzerinde tam denetim kurmayı başaran İttihat ve Terakki Partisi [Fırkası], Osmanlı devletini emperyalistler arası boğazlaşmaya dostlar alış- verişte görsün diye sokmadı… Amaç, yeniden paylaşımdan pay koparmak, imparatorluğu büyütmekti. Lâkin hesap daha baştan yanlış yapılmıştı, zira, emperyalistler arası savaş, Osmanlı topraklarını paylaşmak için çıkartılmıştı. Dolayısıyla, Osmanlı İmparatorluğunun taraf olduğu İttifak devletleri kazansa dahi paylaşımdan alabilecekleri pay sınırlıydı. Üçlünün [triumvirat- Enver, Talat, Cemal Paşalar] en karizmatik ve en gözü pek şahsiyeti olan Enver Paşa, emperyalistler arası savaşa: "Asya'daki Türkleri ve Müslümanları birleştirmek, Avrupa'da kaybettikleri toprakları geri almak, Adriyatik'ten Hint sularına kadar uzanan büyük bir imparatorluk kurmak üzere girdiklerini" açıkça ifade ediyordu. Kimbilir, belki böylesine büyük bir imparatorluğun başında olmayı da hayal ediyordu… Emperyalist savaşın tarafı olanlar yenilgiden sonra bir mucize sonucu anti-emperyalist mi olmuşlardı? Yoksa çok büyük ödünler karşılığında küçük bir devlete razı mı olmuşlardı? Rivayet olunduğu gibi ortada bir ‘başarı' varmıydı? Eğer varsa kimin başarısıydı?

"Ulusal kurtuluş" söyleminin gizlediği ‘gerçek'

Nasıl bir kişinin kendi hakkında söyledikleri onun hakiki şahsiyeti hakkında fikir edinmek için yeterli değilse, bir sosyal hareketin niteliği de o hareketi yönetenlerin söylediklerine bakılarak anlaşılamaz. "Ulusal kurtuluş" kavramı, bir emperyal güç tarafından işgal ve/veya ilhak edilmiş, tahakküm altındaki bir halkın bir ayaklanma,  sonucu özgürleşmesi, kendi kaderini tayin eder hale gelmesini ifade eder. Ulus denilen hiçbir zaman ‘proleter‘bir ulus olmadığına, olamayacağına [kapitalizmin ulaştığı aşama veri iken] ve toplum uzlaşmaz çelişkilere sahip sınıflara bölünmüş olduğuna göre, ulusal kurtuluş kavramı kaçınılmaz olarak problemlidir. Bu yüzden tırnak içine alınmıştır. Amerikan bağımsızlık hareketini alalım: Kuzey Amerika'daki İngiliz kolonilerinden bazıları bir araya gelerek bir hareket başlattılar ve İngiltere'den bağımsızlaştılar. Bağımsızlık ‘ulusun'  kendi kaderini tayın ettiği anlamına geliyor muydu veya ‘ulus'a kimler dahildi?  Bağımsızlık ülke nüfusunun yaklaşık %20'sini oluşturan Afrika kökenli köleler, Amerikan yerlileri, mütevazı insanlar, işçiler, vb. için bir anlam ve değer taşıyor muydu? Gerçekten nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan geniş emekçi kitle kendi kaderini tayin eder duruma gelmiş miydi? Bağımsızlıktan sonra köleler köle olarak kaldı, bizzat bağımsızlık hareketinin önderleri çok sayıda kölenin sahibiydiler…'kurtuluştan' sonra Batıya doğru yayılma ve yerli halka yönelik jenosit hızlandı, sömürü derinleşti… Aslında yegâne değişiklik, mülk sahibi sınıfların İngiltere'ye [Büyük Britanya] haraç vermekten kurtulmasından ibaretti. Başka türlü söylersek, sorun iki taraf arasında bir sosyal artık bölüşümünden ibaretti… Dolayısıyla ‘kurtuluş' herkes için aynı anlama gelmiyordu… İkinci Dünya savaşından sonra bağımsızlıklarını "kazanan" bazı Afrika ülkelerinin anayasaları İngiliz Sömürgeler Bakanlığında hazırlanmıştı. Böylesi bir bağımsızlık da ‘ulusal kurtuluş', gerçek bir ‘bağımsızlık' sayılacak mıdır? XIX'uncu yüzyılda İspanya ve Portekiz'den bağımsızlaşan Orta ve Güney Amerika [Latin Amerika] ülkeleri, başta İngiltere ve ABD olmak üzere kapitalist hiyerarşinin yükseklerinde  yer alan ülkelerin yarı-sömürgesi durumuna geldiler. "Bağımsızlık" yerliler ve Afrika kökenli köleler için hiçbir anlam taşımıyordu. Dolayısıyla, XIX'uncu yüzyılda kolonilerin bağımsızlaşması ABD örneğinin tekrarından başka bir şey değildi. Devlet aygıtı düzeyinde, ezilen halklar, sömürülen sınıflar lehine bir ‘yenilik' söz konusu değildi. Bu nedenle iktidarın el değiştirmesi, yabancının işlevini yerlinin devralması, ya da bir kliğin bir başka kliğin yerine geçmesi sanıldığından çok daha az önemlidir… Daha önce doğrudan sömürge statüsündeki bir ülkede yabancıların yerini "yerel bir iktidarın", alması gereklidir ama yeterli koşul değildir. Bu, doğrudan devletin niteliğini angaje eden bir şey olduğu için… Zira, bir sosyal formasyonu dışarıya bağımlı ve edilgen kılan veçhe, sadece siyasi nitelikte olan değildir. Bağımlılık, ekonomik, sosyal, kültürel-ideolojik, vb. veçheleri de kapsar. Bu yüzden bağımsızlık bir bayrak, bir milli marş, bir devlet başkanına sahip olmaktan öte bir şeydir. Kolonyalist-emperyalist sömürü ve şartlandırmadan kurtulmak, siyasi veçheyi aşan bir içeriğe sahip olmalıdır. Böyle bir durumda kriter, devletin niteliğinin değişip, değişmediği, ne yönde ve nasıl değiştiğidir…

O halde "kurtuluş savaşı" kavramı karşısında Türkiye'de olup-bitenler ne anlama geliyordu? Bir kere Osmanlı İmparatorluğu yerli yerinde duruyordu ve dünyayı paylaşmak üzere savaşan taraflardan biriydi. Son yüzyılda emperyalist Batı'nın yarı-sömürgesi statüsüne indirgenmiş olsa da, bağımsız bir devletti. Savaştan yenik çıkmasına, topraklarının büyük bir bölümünün işgal edilmesine rağmen, hâlâ bir aktör olarak sahnedeydi. Mondros mütarekesinin, Sevre Antlaşmasının ve Milli Mücadele dönemindeki tüm antlaşmaların tarafıydı ve bilinçli olarak Lozan Antlaşması denilip tam adı telaffuz edilmeyen, Yakın Doğu İşleri Hakkında Laussanne Konferansı, Osmanlı Devletinin söz konusu süreçte taraf olup imzaladığı antlaşmaların sonuncusuydu. Laussanne Konferansı öncesinde bir darbeyle Saltanat'ın tasfiyesi ve devletin adının Cumhuriyet olarak değiştirilmesi, esasa ilişkin bir değişiklik sayılmazdı. Devletin adını değiştirse de, söz konusu olan basbayağı bir darbeydi ve darbeyle bir rejimin niteliği değişmezdi. Rejimin niteliğinin değişebilmesi için bir halk devrimiyle eski devlet aygıtının tasfiye edilmesi ve halk çoğunluğunun devleti yeniden yapılandırması gerekir. Oysa, Mustafa Kemal'in darbesiyle devlet aygıtı değişikliğe uğramış değildi. Sadece devlet aygıtının bürokratik kadroları düzeyinde sınırlı bir değişiklik söz konusuydu ki, zaten darbelerin de daha fazlasını yapması mümkün değildir. [1918-1923 dönemi için ‘ulusal kurtuluş' ve ‘anti-emperyalizm' kavramlarını kullanmak uygun değil ama bu döneme bir iç savaş dönemi, Yunanlılarla savaş dönemi, Osmanlı egemen-bürokratik sınıfının iç çatışma dönemi demek mümkündür.] Bu alandaki yanılsamalar, devrimle darbenin birbirine karıştırılmasından, hükümet darbesinin devrimle özdeş sayılmasından kaynaklanıyor. [5] 1918-1923 aralığında diplomatik çabaları sürdürenlerle ‘Kuvayı Milliye'yi örgütleyenler aynı odaklardı. Elbette söz konusu ekip içinde kimi sorunlara ilişkin tartışmalar ve çatışmalar yaşanıyordu ama bunlar olağandı ve sorunun esasını angaje etmiyordu. Herkesin ortak amacı Osmanlı İmparatorluğundan geri kalanı kurtarmak, devletin bekasını sağlamak, yönetici elitin ayrıcalıklarını ve sınıfsal çıkarlarını güvence altına almaktı. Zaten Mondros Mütarekesinden [30 Kasım1918] sonra yegâne savaş Yunanlılarla yapılmıştı ve Yunanlılara karşı savaşın adı olan ‘Kuvayı Milliye' de merkez tarafından örgütlenmişti.

Bir "ulusal kurtuluş savaşı', uzun zamandır bir yabancı gücün tahakkümü altında bulunan, varlığı [ekonomisi, kimliği, kültürü, vb.] baskı altına alınmış bir halkın bu durumdan kurtulma mücadelesidir. Bu yüzden emperyalist savaşın tarafı olan Osmanlı Devleti söz konusu olduğunda, ‘kurtuluş savaşı' kavramı uygun değildir. Adı Üstünde bir devletten söz edildiğine göre… Savaşı kaybeden taraftaki Almanya da işgale uğramıştı. Almanya işgal altındaki toprakları geri almak için mücadele ettiğinde bu durum nasıl kavramın bilinen anlamında bir ‘ulusal kurtuluş mücadelesi' sayılmazsa, aynı şey Türkiye için de geçerliydi. Zaten Milli Mücadele'nin anti-emperyalist bir  ‘ulusal kurtuluş savaşı' olduğu sonraki dönemin bir yakıştırmasıdır… Bir devlete ait toprakların bir başka devlet tarafından işgal edilmesine karşı yürütülen mücadele, ulusal kurtuluş mücadelesi değil, sadece geçerli uluslararası hukuk ve teamüllere göre haksız sayılan bir durumun düzeltilmesidir. Dolayısıyla, TC'nin emperyalizme karşı yürütülen bir mücadele sonucu kurulduğu söylemi resmi tarihin ve resmi ideolojinin bir uydurmasıdır. 

  Anti-emperyalizm kavramı

Anti-emperyalizm kavramı geçtiğimiz yüzyılın en problemli, en muğlak kavramlarından biriydi. Maalesef bu durum XXI'inci yüzyılın ilk on yılında da değişmiş değil. Esasen sorun, bizzat kavramın kendisinde mündemiçtir. Bir şeye karşı olmak tek başına yeterli değildir, zira herkes ‘o şeye' farklı nedenlerle karşı çıkıyor olabilir, dolayısıyla her durumda karşı çıkışın anlamı ve içeriği de farklı olur. Kaldı ki, karşı çıkışın anlam ve değeri de emperyalizmden ne anlaşıldığına göre değişecektir. Eğer emperyalizmden emperyal yayılma, başka bir ülkenin topraklarını işgal etme, ele geçirme, velhasıl yabancı bir gücün hakimiyeti anlaşılırsa, dar bir işbirlikçi kesim dışında hiç bir Allahın kulu yoktur ki, bu tür bir işgale ve dış tahakküme karşı çıkmasın… Oysa, sadece işgale karşı çıkmak anti-emperyalizmle özdeş değildir. Bu yüzden bir kimsenin ABD ve diğerlerinin askeri müdahalelerine karşı çıkmak için anti-emperyalist olması, kendini öyle tanımlaması gerekmez. Irak'a yönelik Amerikan-İngiliz saldırısına, Papa dahil, Batılı liberallerin ve muhafazakârların bir bölüğü de karşıydı ama onların asla anti-emperyalizm diye bir sorunu olamazdı… O halde karşı olmanın, ‘antiliğin' bir başına bir kıymet-i harbiyesi olması mümkün değildir. Bir hastalığa karşı olmak, onu nasıl teşhis ettiğiniz ve nasıl tedavi edeceğinizle birlikte bir anlam ve değer taşıyabilir. Bu yüzden tek başına anti-emperyalizm söyleminin ‘olumlu' bir içeriğe sahip olması, kapitalizmi dert etmeyen bir hareketin anti-emperyalist sayılması mümkün değildir, zira kapitalizm emperyalizmdir. Eğer bu özdeşlik dikkate alınmaz ise, gerçek dünyada varolan kapitalist sisteme değil de hayalî, ne idüğü pek de belli olmayan bir ‘düşmana' veya ‘kötülüğe' karşı mücadele ediliyormuş izlenimi yaratılabilir, nitekim yaratılıyor. Giderek anti-emperyalist mücadele de işin esasından çok asmbollere saldırı niteliği kazanıyor. Tutarlı anti-emperyalist tavır, sadece Saddam Hüseyin rejimini yıkmayı amaçlayan Amerikan-İngiliz işgaline karşı değil, daha önceki dönemde Saddam'ı destekleyen ABD ve diğer Batılı emperyalistlere karşı olmayı da gerektirir. Saddam rejimiyle Batılı emperyalist güçler arasında bir çıkar çatışması olsa da, son tahlilde Irak'ın emekçi halkına karşı emperyalistlerle her koşulda ittifak içinde olduğu gerçeğini yok sayan, soruna sınıfsal bir perspektiften bakmayan bir anti-emperyalizm mümkün değildir… Kendi ülkesindeki anti-kapitalist muhalefeti hunharca ezen bir Üçüncü Dünya diktatörü, anti-emperyalist bir dil kullandığında, kimi popülist politikalar uyguladığında, Batılı anti-emperyalistler ve onların dünya kapitalizminin çevresindeki çömezleri hemen o diktatörü anti-emperyalist kahraman ilân ediyorlar. Bu tür aymazlıklar da sadece anti-kapitalist- anti-emperyalist mücadeleye zarar vermekle kalmıyor, enternasyonalizmi de anti-enternasyonalizme dönüştürüyor. Bu durum, Batılı anti-emperyalistlerin Üçüncü Dünya ülkelerindeki sınıfsal ayrışma ve çatışmaya uzaktan bakmasıyla, gerçek durumu anlamaktan aciz oluşuyla ilgilidir. Söz konusu ülkelerdeki sınıf çatışması yok sayılıyor. Sosyalizmi, anti-kapitalizmi ve anti- emperyalizmi her zaman Batılı ağabeylerinden öğrenen Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmayla malûl Üçüncü Dünya sol hareketi de ekseri benzer aymazlıklardan yakayı kurtaramıyor… 

Yaklaşık son yüzyılda anti-emperyalizm konusundaki kafa karışıklığının başlıca nedenlerinden biri, Komintern'in [Üçüncü Enternasyonal] sömürge ve yarı-sömürgelere ilişkin politikasıydı. Elbette burada Komintern'in yaklaşımının ve söz konusu yaklaşımın trajik sonuçlarının geniş bir değerlendirmesini yapmak gibi bir amacımız yok. Fakat, bugün de geçerli kafa karışıklığının köklerinin geçen yüzyılın ikinci onyıllarına kadar gerilere gittiğini söylemek mümkündür. Bu yüzden Kominternle ilgili bir hatırlatma, şimdilerde geçerli söylemi daha iyi anlamak için gereklidir. Batı solu her zaman Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmayla malûldü. İkinci Enternasyonal açıkça sömürgeciliği savunuyordu ve kendini hiçbir zaman ‘uygarlaştırıcı misyon' saplantısından kurtaramadı. İkinci enternasyonalin ihaneti ve iflası üzerine, ona bir tepki olarak ortaya çıkan Komintern de  [Üçüncü Enternasyonal] hiç bir zaman ikinci emperyalistler arası savaş sonrasında "Üçüncü Dünya" denilecek olan toplumlarla, dünya nüfusunun yaklaşık dörtte üçünün yaşadığı sömürge ve yarı-sömürge ülkelerle ilgili tutarlı bir yaklaşıma sahip olmadı. Batı solundaki hakim yaklaşım, dünyanın öteki dörtte üçünün kurtuluşunun merkez kapitalist ülkelerdeki sosyalist devrimlerin başarısına bağlı olduğu şeklindeydi. Bu yaklaşım Üçüncü Enternasyonal komünist partileri tarafından da içselleştirilmişti. Nitekim Komintern'in ikinci kongresinde sömürge ve yarı-sömürgelerle ilgili tartışma, Avrupa komünist partilerinin soruna ne kadar yabancı olduklarını göstermişti. Zaten ikinci kongreye kadar sömürge ülkelerdeki komünist hareket temsilcileri Komintern'e dahil edilmiş değildi. Başta Almanya olmak üzere Avrupa'da devrim beklentisi vardı ve (şimdilik) Avrupa'da devrimin mümkün olmadığı anlaşıldığında, Doğu'ya, sömürge ve yarı-sömürgelere dönülmüştü. İlk defa Komintern'in ikinci kongresinde sömürgeler sorunu gündeme geldi ve tartışma metropol kapitalist ülkelerdeki sosyalist devrimle sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki ulusal kurtuluş hareketlerinin ilişkisi üzerinde odaklandı. Yapılan tartışmalar, başta Sovyetler Birliği Komünist Partisi olmak üzere, Batı komünist partilerinin sömürge ve yarı sömürgelerdeki devrim sorununa ‘uzaktan baktıklarını', durumu anlamaktan aciz olduklarını ortaya koyuyordu. İkinci Kongrede sömürgeler sorunuyla ilgili sert tartışmalar yapıldı. Hindistan delegesi M.N. Roy, Komünist enternasyonal partilerinin yaklaşımını şiddetle eleştirerek, tartışmanın eksenini tersine çevirecek görüşler ortaya attı. Ona göre Avrupa'daki devrimci hareketin kaderi Doğu ülkelerindeki devrimin başarısına bağlıydı. Roy'a göre Doğu'da zafer kazınılamadığı sürece, Batı'dan bir şey beklemek abesti, zira Doğu'dan zenginlik transferi devam ettikçe, Batı burjuvazileri ‘kendi' proletaryalarına ödünler verme olanağına kavuşuyordu ki", bu da hareketi her zaman zaafa uğratan bir şeydi. Roy, " bu kaynak kesin olarak kurutulmadan, Avrupa işçi sınıfının kapitalist düzeni yıkamayacağı" görüşünü dile getiriyordu. Lenin Roy'un tezlerine şöyle cevap veriyordu: " Yoldaş Roy,Batı'nın kaderinin münhasıran Doğu'daki devrimci hareketin gücü ve gelişmesine bağlı olduğunu söylediğinde çok ileri gidiyor. Her ne kadar Hindistan'da beş milyon proleter ve otuz yedi milyon topraksız köylü olsa da, Hint kömünistleri henüz bir komünist parti kurmayı başaramadılar. Bu gerçek bile tek başına yoldaş Roy'un görüşlerinin büyük ölçüde temelsiz olduğunu gösteriyor." [6] Her ne kadar Lenin'le Roy arasındaki tartışmada bir orta yol bulunsa da, bunun bir kıymeti harbiyesinin olmadığı ilerleyen dönemde anlaşılacaktı. Roy'un ısrarı üzerine metne şu cümle eklenmişti: " Modern kapitalizmin ayakta kalmasının nedeni, sömürgelerden elde edilen aşırı kârlardır. Batı bu aşırı kârdan mahrum kalmadıkça, Avrupa işçi sınıfının kapitalist düzeni yıkması mümkün olmayacaktır." [7]

Komintern'in yaklaşımı ‘devrimci oldukları sürece ulusal burjuva hareketlerinin' desteklenmesi, komünistlerin sadece bu hareketlere katılmakla kalmayıp, bizzat ulusal kurtuluş harekelerini örgütlemeleri' şeklindeydi. İkinci Kongre kararında şöyle deniyordu: " Biz komünistler burjuva bağımsızlık hareketlerini, yalnızca bu sonuncular gerçekten devrimci iseler ve sömürge yöneticiler köylüleri ve sömürülen kitleleri devrimci bir ruhla eğitme ve örgütleme çalışmalarımızı engellemedikleri zaman destekleyeceğiz, eğer bu koşullar yoksa, bu ülkelerin komünistleri reformist burjuvaziye karşı da mücadele etmelidirler." [8] Komintern'in ikinci kongrede benimsediği bu yaklaşım tutarlı olmaktan uzaktı, XX'inci yüzyılda sömürge ve yarı-sömürgelerle klasik anlamda ‘devrimci' bir burjuvazi artık mümkün değildi. İkincisi, Komintern süratle oportünist bir çizgiye kayarak, dünya devrimi perspektifini bir yana bırakıp, Sovyet devletinin çıkarlarının savunucusu haline geldi. Sovyet devleti de zaten proletaryanın devleti olmaktan çıkıp, onu ezen bir aygıta, bürokratik bir diktatörlüğe dönüşmüştü. Başka türlü söylersek, Komintern ve ona bağlı komünist partiler, Sovyetler Birliği'nin diplomatik bir manipülasyon aracına dönüştürülmüştü. Milli Mücadele'nin anti-emperyalist bir hareket olduğu tezi de esas itibariyle Sovyetlerin ve Komintern'in bu harekete verdiği desteğe dayandırılıyor. Daha önce başka yerde yazdığım gibi, bir harekete destek verenlerle o hareketi yönetenlerin amaçlarının çakışması diye bir zorunluluk yoktur. [9] Sovyet rejiminin çıkarları güneyde bir tampon bölge yaratarak rahatlamayı gerektiriyordu ve bu yüzden Milli Mücadele'ye verilen destek, hareketin anti-emperyalistliğiyle ilgili değildi. Lozan görüşmeleri sırasında, Sovyetler Birliği delegesi Çiçerin, İngiliz Lord Curzon'a şunları söylemişti: " İngiliz muhafakârlığının en iyi gelenekleri, Rus ve İngiliz nüfûz bölgeleri arasında bir ara duvar örmekti. Biz de şimdi Türk halkının özgürlüğü ve egemenliği temeli üzerinde bu duvarı dayandırarak aynı şeyi önermekteyiz." [10] Aslında Çiçerin'in örmekten söz ettiği duvar, Türkiye'deki ve dünyanın başka yerlerindeki komünist harekelere karşı örülmüş bir duvardı… Sovyetler Birliğinin ve onun diplomatik bir manevra aracına dönüştürülen Üçüncü Enternasyonal, kendi oportünist politikaları için ‘teoriler' üretiyordu. Bunun ibret verici bir örneğini, Komintern'in IV'üncü dünya kongresinde E. Varga vermişti: "Oysa, örneğin Türkiye gibi başka ülkeler de vardır. Orada toprak ağaları bizzat milli hareketin liderleri olmuşlardır… [11] Toprak ağalarının liderliğinde bir ‘milli hareket' ne anlama gelebilirdi ve böyle bir harekete verilen destek nasıl olup da o hareketin anti- emperyalistliğinin kanıtı sayılıyordu? Milli Mücadele, devleti koruyup yaşatmayı amaçlıyordu ve bunun için de emperyalistlere veremeyecekleri taviz yoktu. Emperyalist savaşta Rum ve Ermeni mallarına el koymuş Toprak ağaları ve ‘Müslüman' tüccar taifesinin Osmanlı merkezi bürokrasisiyle ittifakı demek olan Milli Mücadele, anti-emperyalist bir ‘kurtuluş savaşı' sayılabilir miydi? Milli mücadele geleneksel hakim sınıfların çıkarlarını gerçekleştirmeyi amaçlayan bir hareket, dolayısıyla emekçi kitlelere karşı bir düşman ittifaktı. Böyle bir hareketi başkalarının kendi çıkarları gereği desteklemesi anlaşılır bir şeydir ve orada bir sorun da yok. Lâkin Türkiye'deki sosyalistlerin dahi onu anti- emperyalist saymaları, kendi tarihine yabancılaşmış olmakla ilgilidir, velhasıl insan havsalasını zorlayan bir şeydir… Türkiye'deki sol hareketin ezici çoğunluğunun hâlâ anti- emperyalist saymaya devam ettiği Milli Mücadelecilerin işe gerçekten anti- emperyalist olan komünistleri hunharca katlederek başladıklarını ve bu iflah olmaz zihniyetin 86 yıldır devam ettiğini hatırlatmanın bir anlamı var mı? Velhasıl, Milli Mücadele anti-emperyalist değil, gerçekten anti-emperyalistlere karşı bir hareketti…

Milli Mücadele'nin ‘anti-emperyalistliği' söylemi sonradan uyduruldu…

İttihat ve Terakki Hükümeti emperyalist savaşa bir ‘Turan imparatorluğu' kurma amacıyla katıldı. Batı'daki kayıplarını Doğu'ya doğru genişleyerek ödünleme niyeti taşıyordu. 30 Kasım 1918'de imzalanan Mondros Mütarekesiyle yenilgiyi kabul etti. Mondros'ta ateşkes ilan edildi ama İtilaf devletleri ateşi tam olarak kesmiş değillerdi. Kaldı ki, ateşkes anlaşması da zaten tuhaf bir ateşkesti, zira karşı tarafın yeni işgallerine açık kapı bırakıyordu. Buraya kadar sorun yok. Sorun ateşkes sonrası dönemde olup-bitenlerin ne anlama geldiğiyle ilgili ve resmi tarih emperyalistler arası savaş sonrası diplomatik süreci çarpıtarak, garip bir versiyon üretme yoluna gidiyor. Emperyalistler arası çıkar çatışması ve nüfuz yarışı, savaş sonrası diplomatik dönemin uzamasına neden oldu. Mondros Mütarekesinden Laussanne'a [24 Temmuz 1923] kadarki dönem savaşın galibi İtilaf devletleri arasında diplomatik mücadele dönemiydi. Bu sefer de galipler birbirine düşmüşlerdi… Fransızlarla İngilizler arasında Filistin, Suriye, Lübnan gibi bir dizi anlaşmazlık konusu vardı. Çıkarları ‘uyumlandırmak' zaman alıyordu. İngilizler İtalyanların önünü kesmek için Yunan ordusunun İzmir'e çıkışını teşvik etti. Fakat Yunan ordusunun İzmir'e çıkışı, Batı Anadolu'da ilerlemesi ve durdurulması, daha sonra da geri çekilmesinde İngilizler hep belirleyici oldu. Bu bakımdan Yunanlılarla savaş abartıldığından çok daha az önemliydi. İşte Milli Mücadele'nin anti-emperyalistliği bu savaşa dayandırılıyor. Yunanlılarla savaş ve Batı Anadolu'nun Yunan işgalinden kurtuluşu, Milli Mücadeleyi anti-emperyalist bir hareket yapar mıydı? Söz konusu olan ne kavramın bilinen anlamında bir ‘kurtuluş savaşı', ne de anti-emperyalist bir savaştı, besbelli "milli mücadeleydi", velhasıl devletin kendini koruma mücadelesi… İtilaf devletleri Milli Mücadele hareketiyle uzlaşmak için başlıca üç koşul ileri sürüyorlardı:  1. Anadolu'da Bokşevikliğe izin vermemek, sol muhalefeti, reel ve potansiyel anti-kapitalist, anti-emperyalist odakları tasfiye etmek; 2. İslamcılık yapmamak, zira İstanbul'daki Halife Sultan, tüm İslam âleminin halifesiydi ve İngiliz ve Fransız sömürgelerinde geniş bir Müslüman halk yaşıyordu; 3. Emperyalist güçlerin ekonomik çıkarlarına zarar vermemek. Milli Hareketi yönetenler bu üç konuda hiçbir sorun çıkarmamaktan yanaydılar ve çıkarmadılar. İşte Laussanne Antlaşması böylesi bir mutabakatın sonucunda imzalandı. Osmanlı yönetici eliti olan Jön Türkler [İttihatçılar] için vazgeçilmez olan yegâne şey ‘kutsal devletleriydi' ve devlet korunduğu sürece hiçbir şeyi sorun etmezlerdi ve etmediler.  Öyleyse soruyu tekrar sormak gerekir: Anti-emperyalist unsurları tasfiye eden, saltanatı tasfiye ederek [aslında saltanatı tasfiye etmek Hilafet makamını da tasfiye etmektir, zira, hilafet ve saltanat birbirinden asla ayrılamaz bir bütündür. Vatikan'nın hem devletin hem de dinin merkezi olması gibi…] onu ideolojik bir merkez olmaktan çıkaran, böylece İngiliz ve Fransız emperyalizmlerine imparatorluktan koparılan Müslüman-Arap Ortadoğusunda kolayca devletçikler oluşturma ve yönetme olanağı sağlayarak işini kolaylaştıran; Osmanlı borçlarını ödemeyi taahhüt eden, yabancı sermayeyi millileştirmek gibi bir niyet taşımayan, vb. bir hareket nasıl olup da "dünyanın ilk anti-emperyalist kurtuluş savaşı' sayılıyor? Böyle bir hareketin anti-emperyalistliği bir yana, yeni bir şey kurması, "yeni bir şey" yapması dahi asla mümkün değildi. Eğer yeni bir devlet kurulmuş olsaydı Osmanlı borçları otuz yıl süreyle ödenmeye devam edilir miydi?.. Aslında genel bir tarihsel perspektiften bakıldığında anti-emperyalist bir kurtuluş savaşı sayılıp, yere- göğe sığdırılmayan Milli Mücadele Hareketi sonucu ortaya çıkan durum, emperyalizmle yeni tip bir ‘uyumun' sağlanmasıydı. Yegâne değişiklik devletin adının Cumhuriyet olarak değiştirilmesiydi ama orada da cumhur'un [halkın] esamesi okunmuyordu, aslında bugün dahi okunuyor değildir… Söz konusu olan bir isim değişikliğiydi. Bu isim değişikliği, ne devlet-toplum sınıfları arsındaki ilişki düzeyinde, ne de emperyalizmle ilişkiler bakımından bir ‘yenilik' anlamına gelmiyordu… Birincisi, yönetenlerle yönetilenler ilişkisi olduğu gibi kalmıştı; ikincisi, T.C. ile emperyalist dünya arasındaki ilişki kayda değer bir değişikliğe uğramış değildi. İşte bağnaz bir resmi tarih ve resmi ideoloji oluşturmak için büyük çaba harcanmasının sırrı da burada yatıyor. Seksen yıldır resmi tarih ve resmi ideoloji üreticileri yaşanmış olanı tahrif etmek için yoğun çaba harcadılar ve gerçek dışı bir tarih versiyonu oluşturdular. Bu resmi tarih ve resmi ideoloji toplumun ufkunu karartmaya, önünü kapatmaya devam ediyor. Lâkin artık yalanların, tahrifatların, yok saymaların, vb. işe yaramadığı bir döneme girildiğinde şüphe yok. "Asıl devlet partisi" katındaki rahatsızlığın, hırçınlığın, hazımsızlığın gerisinde de bu korku var. Aslında söz konusu olan son tahlilde sınıf mücadelesini angaje eden bir şeydir. Velhasıl gerçeğe ihtiyacı olanlarla yalana ihtiyacı olanlar arasındaki ezelî ve ebedî mücadele…

Anti-emperyalizm yabancı düşmanlığı ve/veya ‘kendi' devletine sahip çıkmak değildir…

Şimdilerde Birleşmiş Milletler çevresindeki örgütlerin, akademik çevrelerin ve medyanın Güney dedikleri dünya sisteminin çevresinde yer alan bağımlı ülkeleri, sanki bunlar kapitalizmin dışındaymış gibi garip bir algılama alışkınlığı var. Bunlar ‘merkez' kadar ‘gelişmiş' olmadıkları için sanki kapitalist değillermiş, ya da kapitalizmin dışındaymış gibi, saçma bir anlayış geçerli. Bizzat bu tür bir anlayış da kapitalizmi, kapitalizmin temel gelişme yasalarını ve eğilimlerini' anlamamaktan kaynaklanıyor. Elbette Nijerya'daki kapitalizm, ABD'dekinden, Güney Kore'deki Almanya'dakinden, Türkiye'deki İngiltere'dekinden, vb. farklıdır ve bu farklılık kapitalist gelişmenin doğasında içerilmiş temel bir eğilimin sonucudur… Gabon'daki kapitalist üretim ilişkileri elbette Fransa'dakinden farklıdır ve Fransa ile Gabon arasındaki ilişki de eşitsiz bir ilişkidir. Şüphesiz kapitalizmin ‘varlık nedeni' olan bu ilişki, Fransız kapitalizmi lehine sonuçlar doğurmaktadır ama buradan hareketle Gabon'un kapitalist olmadığı, oradaki devletin de kapitalist sınıfın çıkarlarından başka şeyleri gerçekleştirme amacı taşıdığı anlamını çıkarmak saçmadır. Gabon dünya kapitalist sisteminin çevresinde yer almaktan ötürü, kapitalizmin kötülüklerine daha çok maruzdur. Bu durum onun kapitalist bir sosyal formasyon olmadığı anlamına gelmez ama kapitalizmden kurtulmak konusunda, ilişkinin karşıt zemininde bulunan Fransa'dan ‘daha büyük potansiyele‘ sahip olduğunu söylemek mümkündür. Kapitalizm ve emperyalizm konusundaki kafa karışıklığı, anti-emperyalizmle ilgili kafa karışıklığına da kaynaklık ediyor. Sosyalist mücadelenin zaafa uğradığı son iki-üç on yılda ölçü iyice kaçırılmış durumda. Elbette önceki dönemde de kapitalist dünya sisteminin çevresinde yer alan ülkelerde, çıkarları‘ emperyalizmle çelişen bir "milli burjuvaziden ve "milli burjuvaziyle" emekçi kitlelerin oluşturacağı ittifakın, yarı-feodal ve yarı-sömürge ilişkileri tasfiye edecek bir ‘milli demokratik devrimi' gerçekleştire bileceğinden söz edenler vardı… Bu safsatanın bir versiyonu da "kapitalist olmayan kalkınma yoluydu". Bir şeyi mefhum-u muhalifiyle tanımlamak, kafa karıştırmanın etkin bir yöntemidir. Bir şeyi telaffuz etmekten kaçınıyorsanız, kendinden değilde, hayâlî veya meçhul  bir karşıtından söz edebilir siniz… O halde kapitalist yol değilse ne idi, nasıl bir yoldu? İşte anti-emperyalizm kavramı da böylesi ideolojik bir işlev görüyor. Ne olduğu pek de belli olmayan, her zaman önemli bir muğlaklık içeren, açıkça tanımlanmayan bir kötülüğe karşı olmak, sonuçta iki şeye yarıyor: 1. Mevcut durumun sürüp gitmesine; 2. Bu tür söylemleri dillerine pelesenk edenlerin vicdanını rahatlatmaya…

Merkez ülkelerin ‘Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmayla şerbetli' sol kesimleri, ekseri kapitalizmi, onun kutuplaştırıcı niteliğini anlamaktan acizdirler. Dolayısıyla emperyalizmi de… Kapitalist gelişmenin kaçınılmaz olarak kutuplaşma yaratmak durumunda olduğu gerçeğini anlamaktan aciz oldukları ve çevredeki sosyal formasyonlara da uzaktan baktıkları için, İranda'ki Mollalar rejimini, ve genel bir isimlendirmeyle "Politik İslam" denilen gerici hareketleri rahatlıkla anti-emperyalist sayabiliyorlar. [Bir yanlış anlamaya meydan vermemek için, bu hareketlerin İslam'a gönderme yaptıkları, İslâmî bir dil kullandıkları için gerici olduklarını söylüyor değiliz.  Bir İslâmî hareket de pekâlâ ilerici olabilir ve kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadele de edebilir ama, mevcut olanlar için öyle bir durum söz konusu değil.] Elbette bu sosyal formasyonların ‘gerçekliğine' uzaktan bakanların orada ‘ilerici' bir şeyler görmeleri, karanlıkçı, moderniteye, aydınlanmaya,  özgürleşmeye, sosyal eşitliğe, kadınların emansipasyonuna velhasıl sosyalizme açıkça düşman hareketlere kimi olumlu hasletler vehmetmeleri bizim için şaşırtıcı değildir. İşte somut durumun somut tahlili böyle zamanlarda ve durumlarda gereklidir… Amerikan saldırısına ve işgaline karşı mücadele eden ‘politik İslam'ın farklı versiyonları kapitalizmi, kapitalist sömürüyü, emperyalizmi gerçekten sorun ediyorlar mı? Kapitalist yağma düzenine karşılık ne teklif ediyorlar? Bir şey teklif etmeleri mümkün müdür? Bizzat bu hareketlerin kendileri de kapitalizmin, emperyalizmin ürünü değiller mi? Ya da bu ikisi birbirlerini karşılıklı olarak yeniden üretmiyor mu? Birinin varlığı diğerinin varlık nedeni değil mi? Anti-emperyalizm kavramının bu tarz kullanımı, kavramın gerçek anlamında tam bir söyleme dönüşüyor, dolayısıyla kapitalist dünya sisteminin çevresinde yer alan ülkelerdeki sınıfsal ayrışmayı, oradaki kapitalist sömürüyü, kapitalist ilişkileri, devletin kapitalist çıkarların hizmetinde emekçi sınıfı ezen bir aygıt olduğu gerçeğini gözden uzaklaştırıyor… Bir şeyi ne olmadığıyla değil de ne olduğuyla anlamaya çalışırsanız, çevredeki sınıfları, sınıf ayrışmalarını ve sömürü ilişkilerini ve antagonik sınıfsal çelişkileri, oradaki işçi sınıfını, onun bileşenlerini, topraksız ve az topraklı geniş köylü kesimini, giderek yoksullaşıp, eriyen ‘küçük esnaf' kitlesini, kapitalistleri, komprador burjuvaziyi, tüm kerametlerin emperyalist Batı'dan menkul olduğundan asla şüphe etmeyen diplomalı taifeyi, vb. tüm somutluğuyla kavramanız mümkün olabilir. Anti-emperyalizm söylemi söz konusu ülkelerin gerçeğine uzaktan bakmaya imkân vererek, açıkça telaffuz edilmese de -zımnî olarak- bir tür çıkarları emperyalizmle çelişen "proleter ulus" varsayımına ve yanılsamasına kaynaklık ediyor…

Türkiye'deki ‘ulusalcılık' söylemini dillendirenler de başka yerlerde olduğu gibi, milliyetçi-populist söylemlerin ve politik İslam'ın benzeri bir işleve koşulmuşlardır ve onların bu topraklardaki benzeridirler. Bir kere ‘ulusalcılık' basbayağı milliyetçiliktir. Yapılan ve yapılmak istenen de ideolojik bir manipülasyon veya zihinsel bir akrobasidir. Bunların özgürlük, sosyal eşitlik, demokrasi gibi kaygıları yoktur. Bu konuda Kürt sorununa yaklaşımlarına bakmak yeter… Hiçbir zaman Türkiye'deki rejimi adıyla çağırmaya yanaşmazlar, devletin [rejimin] niteliğini tartışma konusu yapmazlar, kapitalizmi de ağızlarına almazlar ama bol bol anti-emperyalizmden söz ederler. Zira, anti-emperyalist olduğunu söylemenin reel bir karşılığı, bir ‘maliyeti' yok… Bunlar  "NATO'cu anti- emperyalistlerdir…"  Özelleştirmelere karşı değiller. Bu konuda sadece iki rezervleri var: 1. Satılan devlet işletmeleri yabancılara gitmesin; 2. ‘Stratejik öneme sahip', ülke güvenliği ve savunması için önemli olan işletmeler özelleştirilmesin…, "Milli kapitalizm" diye bir şeyin mümkün olduğunu sanıp, kendi kapitalizmini ve kapitalistlerini dışarıya karşı savunmanın anti-emperyalistlikle bir ilgisi olabilir mi? Kapitalistlerin yerlisiyle yabancısı, "millisiyle gayri-millisi arasında Çin Seddi mi var, yoksa içeriyle dışarı tek ve aynı şey midir? Kaldı ki, devlet kapitalist bir devlet olarak kaldıkça, devletleştirmeler de özelleştirmeler de sadece kapitalist sınıfın çıkarlarına hizmet edebilir… Türkiye'deki ‘ulusalcıların' asla anti-emperyalist olmaları mümkün değildir ama komprador kapitalist sistemi meşrulaştırmak ve mevcut durumu sürdürmek üzere ideolojik bir işlev gördükleri kesindir. Zaten "her söz her ağıza yakışmaz" denmemiş midir?  O halde iki şey: 1. Yabancı düşmanlığı anti-emperyalizm değildir; 2. Emperyalizm içerdedir zira daha önce de ısrarla söylediğimiz gibi, kapitalizm emperyalizmdir…  

  


 

 

 


[1] Amerika Birleşik Devletleri Halklarının Tarihi, İmge Kitabevi,  2005. S. 14, çev: Sevinç Sayan Özer

[2] Turgut Özakman, Şu Çılgın Türkler, Bilgi Yayınevi 2005.

[3] Şu Çılgın Türkler, age, s. 687-688.

[4] Mete k. Kaynar, Bir "Resmi Tarih Mevlüdü" Şu çılgın Türkler, in Resmi Tarih Tartışmaları 2, Özgür Üniversite Kitaplığı 56, Ankara 2006, ss: 153-207.

[5] Bu konuda ilginç bir makale için bkz: Orhan Dilber, "Devrim", in Özgür Üniversite Kavram Sözlüğü II, Özgür Üniversite Kitaplığı, 2006

[6] F. Claudin, La Crise du Mouvement Communiste Internationale: du Comintern au Kominform, p. 246.

[7] F. Claudin, a.g.e, p. 248.

[8] İbidem p. 245

[9] Bkz: Paradigmanın İflası- Resmi İdeolojinin Eleştirisine Giriş, Özgür Ünivensite Kitaplığı.

[10] S.L. Meray, Lozan Barış Konferansı, Tamım II., cilt.I, Kitap I., s. 151-152.

[11] E.H.Carr, The Bolshevik Revolution, p. 477'den aktaran Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi II, s. 712-713.

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
News Reporter