0 0
Read Time:11 Minute, 13 Second

ImageYaklaşık 20 yıldan bu yana gündemde olan neoliberal saldırı politikalarının sendikal hareket açısından sonuçları bilinmektedir. Türkiye üzerinden bakacak olursak, sınıfın sendikal örgütlenmesi bu süreç içinde önemli ölçüde zayıflamıştır.

 Sendikal örgütlülük bundan 25 yıl öncesine göre önemli ölçüde daralmıştır. Bugün en iyimser rakamlar bile işçi sınıfının ancak yüzde 8'inin bir sendikada örgütlü olduğunu göstermektedir. Geri kalan milyonlarca işçi sendikal örgütlenmeden dahi yoksun durumdadır.

Sendikal örgütlülük düzeyinin bu denli zayıflamasında, sermayenin sistemli politikalarının, sendikal örgütlenme çabalarına karşı yürüttüğü pervasız saldırıların elbette temel bir payı vardır. Doğal ve yasal bir hak olduğu halde, bir işçi için sendikada örgütlenmeye kalkışmak, çok yönlü baskılara, işten atılmaya ya da kolluk güçlerinin terörüne maruz kalmak anlamına gelmektedir.

Kaldı ki tüm sorun sendikalarda örgütlenmekle sınırlı da değildir. Sendikalı işçilerin toplusözleşme, grev gibi en temel haklarını kullanmaları sermayenin yasaları tarafından neredeyse imkansız hale getirilmiş, fiilen ellerinden alınmıştır.

Gene de bunlar meselenin sadece bir boyutunu oluşturmaktadır. Sendikaların ve sendikal hareketin bugün içinde bulunduğu duruma gelmesinde en az bunlar kadar payı bulunan bir diğer temel faktör ise sendikal bürokrasi ve ihanettir. Sendikal bürokrasi ve sendikal ihanet gibi olguların sınıflar mücadelesindeki gelişmelerden, değişen güç dengelerinden beslenen değişik nedenleri ya da kaynakları bulunmaktadır.

Nedenleri ne olursa olsun, nereden kök alırsa alsın, sendikal ihanet ve sendikal bürokrasi gibi sorunlar sınıf hareketinin ayağa kalkıp gelişmesinin önündeki temel engellerden biri haline gelmişlerdir.

2006 yılı ve sendikal ihanet

2006 yılındaki gelişmeler üzerinden sendikal ihanet çetelerinin marifetlerinin sıralandığı bir çetele çıkartmak çok gerekli değil. Zira sendikaların tepesini tutan ihanet şebekeleri sınıfı ilgilendiren her türlü sorun ve gelişmede hemen hemen aynı tutumu sergilemişlerdir. Bir çetele çıkartmak gerektiğinde 2006 yılında yaşanan işçi sınıfını ilgilendiren gelişmeleri alt alta sıralamak fazlasıyla yeterlidir. TEKEL'de direnişin kazanımını AKP'ye maletme çabasından TÜPRAŞ'ın yağmacılara devrine karşı tepkisiz kalınmasına, 1 Mayıs'ın içini boşaltmaya ve onu salonlara hapsetmeye dönük manevralardan SSGSS ve diğer saldırılara karşı takınılan tutumlara kadar hemen her konuda sendikal ihanet çeteleri sermayenin kendilerinden beklediği rolü fazlasıyla başarılı bir biçimde oynamışlardır.

Bu nedenle burada ayrıntılı bir ihanet çetelesi çıkartmaktansa, sendikal korucuların işin "ihanet" aşamasını çoktan geride bıraktıklarını, artık doğrudan doğruya sermaye adına hareket ettiklerini gösteren kimi eğilim ve davranışlara dikkat çekmeye çalışacağız.

Sınıfın değerlerine açık saldırı ve Türk-İş

Türk-İş yönetiminin düzen sendikacılığı çizgisinin temsilcisi ve taşıyıcısı olduğu on yıllardır bilinen somut bir gerçek. İşçi sınıfının tüm kazanım ve mevzilerini ezip geçen 12 Eylül faşist askeri darbesinden sonra darbe hükümetine bakan vermiş (Türk-İş Genel Sekreteri Sadık Şide) ve bununla övünmüş bir konfederasyon var karşımızda.

2006 1 Mayıs'ında sergilediği tutum, bundan 5-10 yıl önce kimilerinin "artık değişti, devletçilikten vazgeçti, mücadeleci bir çizgiye kaymaya başladı" dediği Türk-İş'in gerçek kimliğine ışık tutar niteliktedir. Son 10-15 yıllık dönemde daha çok işçi sınıfını oyalama ve kandırma taktikleriyle sermayeye hizmet eden Türk-İş yönetimi, gerçek sınıf düşmanı kimliğiyle uyumlu bir biçimde 1 Mayıs'a saldırının bayraktarlığını üstlendi. Önemli bedeller ödenerek kazanılmış 1 Mayıslar'ı alanlarda kutlama hakkına karşı pervasız bir saldırı örgütlemeye girişti. Sınıf hareketi içinden ve devrimci hareketten gelen basınç nedeniyle buna gücü yetmedi. Ancak gene de 1 Mayıs'ı salonlara hapsetmeye dönük çabalarıyla sınıf düşmanı kimliğini açık biçimde ortaya koymuş oldu.

Türk-İş'in 1 Mayıs'a dönük bu manevrası, sermayenin sınıfın tarihsel kazanım ve değerlerine saldırısının organik bir parçasıdır. Sermayenin sınıfın en temel sosyal kazanımlarına dönük saldırılarıyla Türk-İş yönetiminin 1 Mayıs gibi sınıfa mal olmuş tarihsel değerlere saldırması arasında özünde en küçük bir fark bulunmamaktadır. Bu da Türk-İş'in artık doğrudan doğruya sermaye sınıfının safından işçi sınıfına saldırdığını göstermektedir.

Bu vesileyle vurgulamalıyız ki, sendikal korucuların hakimiyetine karşı yürütülecek mücadele, çoktan beridir bir "iç mücadele" olmaktan çıkmıştır. Sendikal koruculara karşı yürütülecek mücadele doğrudan doğruya sermayeye karşı yürütülen sınıf savaşımının bir parçası haline gelmiştir. Çünkü onlar sınıfın değerlerine saldırmak konusunda tereddütsüz davranarak sermayenin bir bileşeni olduklarını açık biçimde göstermişlerdir.

Düzen siyaseti ve sendikal ihanet çeteleri

Konfederasyon yönetimlerinin artık açıktan açığa sermayenin bir parçası gibi davranmaya başladıklarını gösteren bir diğer kanıt ise düzen siyasetiyle kurdukları ilişkilerde yaşanan gelişmelerdir.

Sermayenin saldırı politikaları sınıfı bir dizi hak ve kazanımdan mahrum bırakmakta, bu arada mevcut sendikal örgütlülüğün altını da her geçen gün oymaktadır. Konfederasyon yönetimleri bir yandan izledikleri sermaye işbirlikçisi tutumla sendikaların yıkımını hızlandırmakta, fakat diğer yandan da kendi altlarındaki koltuk sendikaların erimesi nedeniyle sallandığı için bundan rahatsızlık duymaktadırlar. Kendi konum ve mevkilerini, buna dayalı çıkarlarını güvenceye almanın yolunu ise sermaye ile daha fazla bütünleşmekte görmektedirler. İhanet çetelerinin düzen siyasetiyle daha doğrudan içli dışlı olmaları, bu bütünleşme çabasının bir parçasıdır.

Düzen siyasetiyle ilişkiler konusunda Türk-İş ve DİSK iki farklı tutumun temsilcileridir. Önce Türk-İş'le başlayalım. Hatırlanacağı üzere Recep Tayyip Erdoğan Türk-İş'in son genel kuruluna katılmış, aslında işçi sınıfının konuşması gereken kürsüye çıkarak sendikaları eleştirmiş, sendikacıları azarlamış, bir anlamda işçi sınıfına buradan meydan okumuştu. Kimi ilerici sendikacıların bu durumu eleştirmeleri dışında Tayyip Erdoğan'ın sermaye adına dile getirdiği bu meydan okuma Türk-İş cephesinden yanıtsız kaldı. Normalde böyle bir davranışın ardından Türk-İş'le hükümet partisinin ilişkilerinin gerilmesi gerekirken tam tersi oldu. Türk-İş yöneticileri bu azarlamayı takip eden dönemde ve nihayet 2006 yılında hükümetteki AKP hükümetiyle çok daha yakın ilişkiler içerisine girdiler. Genel Mali Sekreter Ergun Atalay gibi AKP'ye yakın isimler Türk-İş yönetiminde daha da etkinlik kazandılar. Öyle ki Türk-İş yöneticilerinin sendikal etkinlik adına yaptıkları tek şey başbakanlık ve bakanlık binalarını, meclis koridorlarını arşınlamaktan ibaret hale geldi. Başbakandan ya da bakanlardan çeşitli sorunlarla ilgili olarak alınan sözler işçilere birer büyük başarı olarak sunuldu.

Türk-İş her zaman hükümet partileriyle bir ölçüde içli dışlı olduğu için bu durum aslında normal sayılabilir. Geçmiş Türk-İş yönetimleri de benzer tavırlar sergilemiştir. Fakat bu ilişkiler gene de bir denge içerisinde olmuş, Türk-İş hükümete yaranmaya çalışırken hükümetler de buna karşılık Türk-İş yöneticilerini tabanı karşında zor durumda bırakacak saldırı politikalarını uygulama konusunda daha dikkatli davranmaya çalışmışlardır. Gene Türk-İş yönetimleri hükümetlerle can ciğer kuzu sarması halindeyken bile hava boşaltma kabilinden de olsa çeşitli eylemlerin örgütleyicisi olabilmişlerdir. Örneğin DSP hükümeti ile eski Türk-İş Başkanı Bayram Meral arasındaki ilişki böyledir.

Bu açıdan bakıldığında, bugünkü hükümetle Türk-İş yönetiminin ilişkisi belli farklılıklar göstermektedir. Hükümet işçi sınıfına karşı en ağır yıkım saldırılarını pervasızca uygulamakta, bununla da yetinmeyip her fırsatta işçi ve emekçileri, sendika yöneticilerini azarlamayı, aşağılamayı bir görev bilmektedir. Türk-İş yöneticileri ise tüm bunlara rağmen hükümet aleyhine tek söz söylememek için özel bir gayret sarf etmektedir. Türk-İş Genel Başkanı Salih Kılıç'ın Tayyip Erdoğan'ın Cumhurbaşkanlığı'na aday olması konusunda söyledikleri bu bakımdan ibret vericidir. 2006 yılını değerlendirmek için basın toplantısı düzenleyen Salih Kılıç konuşmasında 2007 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçimine değinirken de Türk-İş olarak  "emekten yana bir cumhurbaşkanı" istediklerini söylemiştir. Gazeteciler'in "Peki Tayyip Erdoğan emekten yana biri mi" şeklindeki sorusunu ise kaçamak yanıtlarla geçiştirmeye çalışmıştır. Yani işçi sınıfına dönük en ağır saldırıları hayata geçiren, işçi-emekçi düşmanı kimliğini sayısız kez ispatlayan Tayyip Erdoğan hakkında "emekten yana değildir" dememek için adeta kırk takla atmıştır. Bu olay Türk-İş yöneticilerinin düzen siyasetiyle ilişkilerde işi nerelere vardırdıklarını en açık bir biçimde anlatmaktadır. "Sendikacıların düzen siyasetiyle ilişkisi" tanımı Türk-İş yöneticilerinin icraatlarını anlatmakta yetersiz kalmaktadır. Belki de onların marifetlerini "düzen siyasetçilerinin sendikalardaki faaliyetleri" şeklinde ya da benzeri bir biçimde tanımlamak daha doğru olacaktır.

Türk-İş'ten farklı olmakla birlikte DİSK yönetimi düzen siyasetiyle içli dışlı olma tablosunun dışında değildir. Zira, düzen siyasetinin parçası olmak ille de bir düzen partisine yamanmaya çalışmak anlamına gelmemektedir. DİSK yönetimi de özellikle 2006 yılının başından bu yana düzen siyasetiyle yakınlığını arttırmış, hatta onun aktif bir bileşeni haline gelebilmek için bir takım adımlar atmıştır. Tahmin edilebileceği gibi DİSK yönetiminin inisiyatifinde gelişen 10 Aralık Hareketi'nden söz ediyoruz. DİSK Başkanlar Kurulu'nun 2006 yılına ilişkin değerlendirmesi ile 10 Aralık Hareketi adına aynı günlerde yapılan yıldönümü değerlendirmesini yan yana koyup inceleyenler, bu ikisi arasında sağlam bir bütünlük olduğunu görmekte güçlük çekmeyeceklerdir. Açıkça görülmektedir ki, DİSK yönetimi özellikle de genel başkan Süleyman Çelebi, 10 Aralık Hareketi üzerinden mevcut düzen siyaseti içerisinde yer kapma arayışı içerisindedir.

"Emekten yana" ve "sol" bir söylem tutturmaya çalışsa da, 10 Aralık Hareketi'nin ufku düzen siyasetini bir santim bile aşmamaktadır. Temel metinlerinden birinde ifade edilen "Piyasa mekanizması esas itibarıyla temel alınacak mekanizmadır. Ama her zaman mükemmel çalışan bir mekanizma değil tabii ki. Bunu istiyorsanız hukuki altyapısının sağlam olması lazım. Türkiye'de özelleştirmenin çok yüze göze bulaşmasının nedeni bu. Oyunun kuralları belli olacak. Rekabete sadık kalınacak" görüşleri, bu yapılanmanın düzen ve işçi sınıfı karşısındaki tutumunu ve konumunu hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak kadar açık biçimde ortaya koyuyor. Zaten 10 Aralık Hareketi adına yakın zaman önce yapılan solda birlik çağrısında CHP, DSP gibi en pespaye düzen partilerinin muhatap kabul edilmesi de aynı şeyi ispatlıyor.
Düzen siyasetinin kırık dökük CHP yerine yeni bir "sol" koltuk değneğine ihtiyacı var. Çelebi ve ekibi DİSK yönetimini tutmanın imkanlarını da kullanarak bu koltuk değneğini çatmaya, kendine de bu sayede düzen siyasetinde yer bulmaya çalışıyor. 2006'nın DİSK yönetimi açısından gösterdiklerinden birisi de budur. Anlaşılan bu hikaye 2007'de yeni ve daha ilginç bir hal alarak devam edecektir.

(Devam edecek…)

(Kızıl Bayrak, Sayı: 2007/3, 26 Ocak 2007)


www.kizilbayrak.net sitesinden alındı.

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
News Reporter