Düzen cephesi yeni yılın ilk günlerinden başlayarak Kerkük konusuna yoğunlaşmış durumda. Açılış Başbakan tarafından yapıldı. Erdoğan özlü biçimde "dış politikada önceliğimiz AB değil Irak'tır" diyerek, konuşmasında ayrıca ABD'ye göndermelerde bulunarak, Irak'a müdahale haklarının olduğunu iddia etti. Onu MİT Müsteşarı'nın, "Türkiye bölgedeki gelişmeler karşısında savunmada kalamaz" biçimindeki çok konuşulan çıkışı izledi. Hemen ardından CHP, meclisi Kuzey Irak ve özelde Kerkük konusunda konuşmak üzere olağanüstü toplantıya çağırdı. CHP'nin meclisten talebi Güney Kürdistan'a askeri bir operasyon için düğmeye basılması ve meclisten bu yönde karar çıkarılmasıydı. CHP'nin bu girişimiyle toplanan Meclis konuyu "gizli gündem" kapsamına alarak görüştü. Son olarak ise, Irak Milli Petrol Şirketi'nin, petrol ticareti yapan Türk şirketlerine bundan böyle muhataplarının Güney Kürdistan yönetimi olduğu biçimindeki kararı gündeme geldi.
Kerkük gündemi bu tartışma konularına bağlı olarak sistemli bir şekilde işleniyor, bu şoven-milliyetçi bir kampanya biçiminde yürütülüyor. Belli ki, sermaye devletinin gündeminde seçimlerle birlikte 2007'nin önemli gündemlerinden birini Kerkük oluşturuyor.
Kerkük'ü düzen için bu denli önemli bir gündem haline getiren neden, Kerkük'ün statüsünün belirleneceği referandumun 2007 yılı içerisinde yapılacak olmasıdır. Zira referandumun sonucu şimdiden bellidir. Kürt nüfusu Kerkük'te ezici bir ağırlığa sahiptir ve bu durumda Kerkük'ün Güney Kürdistan yönetimine bağlanacağı kesin gibidir. Bu sonuç, Irak petrollerinin yüzde 45'inin çıkarıldığı bu kentin Kürt yönetimine bırakılması anlamı taşıdığı ölçüde, bağımsız bir Kürdistan için de hayati bir adım olacaktır. Öyle ki, Barzani'nin de vurguladığı üzere Kerkük Kürdistan'ın kalbidir. Kürkük'ün Kürdistan'a bağlanması, bağımsız bir Kürdistan'a sağlam bir ekonomik temel hazırlayacaktır. Elbette bu durum, Türkiye'de de Kürt sorununu alevlendirecek ve Kürt sorunu konusunda 80 yıllık politikası iflas etmiş bulunan düzen açısından büyük bir handikap olacaktır.
Bu çerçevede Güney Kürdistan'daki gelişmelerin Kuzey'de yaratacağı sonuçlar konusunda uzun süredir etraflı bir tartışma yapılıyor. En son eski MİT müsteşar yardımcısı soruna ilişkin oldukça net ve çarpıcı ifadeler kullandı. Devletin inkar ve imha siyasetinin çözümsüz bir siyaset olduğunu, artık Güney Kürdistan'daki önü alınamayan devlet oluşumu karşısında imha siyaseti dışında yeni politik açılımların üretilmesi gerektiğini, aksi halde Türkiye'nin oldukça ciddi bir bölünme riskiyle yüz yüze kalacağını, Kürt sorunu konusunda inisiyatifi tümden yitirebileceğini dile getirdi.
Statüsünün kesinleştirmesiyle birlikte Kürdistan devletine sağlam bir ekonomik temel kazandıracak olan Kerkük, tam da bundan dolayı sermaye devletinin öncelikli siyaseti haline gelmiş durumdadır.
Fakat, düzen cephesinden yapılan açıklama ve çıkışlara bakılırsa, sermaye devletinin Kerkük üzerinden geliştirdiği tek siyaset, hiçbir karşılığı olmayan Türkmen kartı ve askeri bir saldırıdan başka bir şey değildir. Hükümetinden muhalefetine düzenin tüm siyasal aktörleri de bu seçenekten başkasını telafuz etmemektedirler. CHP'ye kalsa hemen bugünden saldırı başlatılmalıdır. Daha gözü dönmüş milliyetçi çevreler ise Kerkük'ü işgal düşleri kurmaya başlamış bulunuyorlar. Oysa daha akıllı olanları (buna CHP de dahil) bu çıkışlarının içeriye dönük etkili bir siyaset malzemesi olduğunun da farkındalar. Bu güçler toplum düzeyinde estirilen milliyetçi-şoven rüzgarlarla yelkenlerini şişirmenin hesabını yapıyorlar.
ABD'ye rağmen Güney Kürdistan'a yönelik bir askeri müdahalenin mümkün olmadığı artık biliniyor. Zira düzenin Güney Kürdistan'a askeri müdahale tehdidi yeni değildir. Dahası bu tehditlerin askeri hareketliliklerle de birleştirildiğini biliyoruz. Ancak, bu tür çıkışların hepsinde devletin siyasi ve askeri yetkilileri tükürdüklerini yalamak zorunda kalmışlardır. Çünkü, köpekçe bir sadakat düzeyinde Amerikancı olan hükümet ve ordunun, daha genelde ise sermaye iktidarının ABD'ye rağmen bunu yapma olanağı yoktur. Öyle ki, Güney Kürdistan konusunu "kırmızı çizgi" diye pazarlık konusu yapmaya kalkanlar, ABD'nin tavrı karşısında, artık kırmızı çizgilerinin olmadığını ilan etmek zorunda kalmışlardır. Böylesine utanç verici bir duruma düşen sermaye iktidarının, bugün kalkıp ABD'ye kafa tutması ve Irak'a girmek üzerinden yüksek perdeden atmasının hiçbir inandırıcılığı yoktur. Kerkük konusundaki bu tavır yalnızca bir çaresizlik ve aczin ifadesi olabilir.
Ancak, yaşananlar karşısında başka soruları da gündeme getirmek durumundayız. Bu çerçevede en önemli soru şudur: ABD karşısında tam bir teslimiyet sergileyen sermaye iktidarını, böyle bir celallenme içerisine sokan ve sonuçsuz kalacağını bile bile bu tür yollara iten nedir? ABD ile sermaye iktidarı arasındaki ilişkilerin son birkaç yılki seyrini bilenler, buradan ABD'nin sermaye iktidarından yeni taleplerinin olduğu sonucu çıkarması zor olmayacaktır. Sermaye devletinin ABD'ye kafa tutar bir pozisyon takınarak bölge halklarına diş gösterdiği her durumda, geri planda ABD'nin oldukça ağır taleplerinin olduğu görülmüştür. Sermaye devleti böylelikle kendince bir pazarlık marjı oluşturmaya, ABD'ye hizmet karşılığında koparabildiğini koparmaya çalışmaktadır. Dolayısıyla sermaye devletinin Kerkük celallenmesini, "askeri bir saldırı olur mu olmaz mı?" ikileminden çıkararak tartıştığımızda, resmin bütününü görme imkanımız olacaktır.
Buradan giderek sorulacak en kritik soru şudur: Sermaye devletinin celallenmesi bir pazarlık marjı oluşturmak hedefliyse, o halde ABD ondan bazı ağır taleplerde bulunuyor demektir. Öyleyse bu talepler ne olabilir? Elbette "talepleri şu şu" demek mümkün değildir, görüşmeler kapalı kapılar ardında sürmektedir. Fakat ortada bir takım taşların oynatıldığı gerçeği durduğu ölçüde, bu taşların hareket yönüne bakarak bir takım sonuçlar çıkarmak mümkündür.
Bilindiği üzere ABD yönetimi 2007'ye "yeni Irak politikası"nı açıklayarak girmişti. Bush'un açıkladığı bu politika, "Çalışma Grubu"nun hazırladığı ve Baker Raporu olarak bilinen politikadan oldukça farklı görünüyordu. Öyle ki, Baker raporunda Irak'ta çıkış için İran ve Suriye ile işbirliği yapılması bir seçenek olarak sunuluyordu. Bir takım çevreler bu rapora bakarak ABD'nin yeni Irak politikasında ciddi bir esneme olacağı ihtimali üzerinde durmaktaydılar. Fakat Bush'un açıkladığı resmi politika, tersine, askeri güç kullanımında ısrar ve yeni askeri güç takviyesi biçimindeydi. Bush yönetimi bu yönde ciddi adımlar atmaya da başladı. Bu adımlardan ilki, Güney Kürdistan'daki İran Konsolonsluğu'na yönelik bir çuval operasyonuydu. Bunu Irak'taki İran gizli istihbarat ajanlarının öldürülmesi emri izledi. Hemen ardından da yeni bir savaş gemisinin Basra Körfezi'ne gönderilmesi geldi. ABD Başkan Yardımcısı Cheney, bu son adımın İran'a yönelik askeri kararlılığın bir göstergesi olduğunu vurguladı. Tüm bunlar, ABD'nin İran'a yönelik bir askeri operasyon hazırlığı yaptığını gösteriyor. O halde, ABD'nin Türkiye'den istekleri de bu askeri saldırı kapsamında olmalıdır. Nitekim, bu günlerde Türkiye'ye gelen ABD üst düzey yetkilileri çantalarında İran ve Irak konusunu taşıdıklarını özellikle vurguluyorlar. İşte, şoven-milliyetçi kükremelerle kardeş haklara karşı diş gösterenler, böylesine soysuz ve uşakça bir ilişkiden güç alıyorlar.
İşin esasında, ABD Kürt sorununu bir kement gibi kullanmakta, sermaye devletini terbiye ederek kirli planlarının soysuz bir aleti haline getirmektedir. Bu yeni bir durum da değildir. Irak saldırısı öncesinde de bunu etkili bir biçimde kullanmıştır. Fakat gelinen yerde ABD yönetiminin bu oyunu iki yönlü oynadığı daha iyi görülmektedir. Amerikan kementi, sadece sermaye iktidarının değil Güney Kürdistan'daki Kürt güçlerinin de boynundadır. Zira, sermaye iktidarının dişlerini göstermesi, ABD'nin Kürt halkının hamisi maskesini takmasını kolaylaştırmakta ve Kürt yönetici güçleri ABD'nin dümenine çok daha sıkı biçimde bağlanmaktadırlar. Dikkat edilirse, sermaye devletinin diklenmesi, Güney Kürdistan Yönetimi'nin ABD hesabına Irak'ta savaşma isteksizliğini dışa vurdukları bir zamanda olmuştur. Güney Kürdistan yönetimi üzerinde bundan daha etkili bir denetim mekanizması bulunamaz. Bu mekanizmanın etkinliği, özellikle Baker Raporuyla dışavurulan politika değişikliği ihtimaliyle birlikte son derece artmış bulunmaktadır. Zira, bir kez daha görülmüştür ki, ABD'nin Kürt halkıyla ilişkisi gerici çıkarları temelindedir. Bu çıkarlar başka bir yoldan gitmeyi gerektirirse, ABD bunu yapmaktan çekinmeyecektir.
Bu tablo, halkların emperyalizme ve işbirlikçi gerici rejimlere karşı birleşmesinin, tam bir dayanışma içerisinde hareket etmesinin ne denli yakıcı bir ihtiyaç haline geldiğini göstermektedir. Bölgenin mazlum halklarının birbirlerine dayanmaktan, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı birleşmekten başka bir çıkış yolları yoktur.
(Kızıl Bayrak, Sayı: 2007/4, 2 Şubat 2007)
http://www.kizilbayrak.net/ sitesinden alınmıştır…
Düzenin şovenizm dalgasını kırmak için devrim rüzgarını güçlendirelim!
Faşist devletin kadim politikası ve kitleler için zehirli otu şovenizm
Hrant Dink cinayetiyle bir kez daha görüldü ki, şovenizm bu toplumun iliklerine kadar işletilmiştir. Sadece faşist devletin, faşist parti ve örgütlerin söylem ve eylemlerinde değil, artık toplumsal zeminde de, yani sıradan kitlelere içinde de yer bulduğu ortadadır. Trabzon ilk olabilir, ancak tek olmadığı, faşist/ırkçı örgütlerin tutunabildiği, kolayca militan derleyebildiği üç-beş ilin daha olduğu, kamuoyuna yansıyan olaylar üzerinden uzun zamandır biliniyor. Ne var ki artık problem bu birkaç ildeki faşist örgütlenme sınırını çoktan aşmış, yıllar boyu sistemli biçimde estirilen şovenizm dalgası toplumu önemli ölçüde zehirlemiş, tüm ülkede ciddi hasarlar yaratmıştır. Özellikle CHP'nin son zamanlarda ırkçı-şoven söylemleri öne çıkarması ve sistemli biçimde işlemesi, işin nerelere vardığını göstermekle kalmamış, dalganın boyutlarını da iyice büyütmüştür.
Burjuva gericiliği ve onun iktidar aygıtı olarak devlet zaten bütün bir ömrünü "milliyetçilik" adı altında sürdürülen ırkçılıkla, toplu kırımlara kadar varabilen halklara düşmanlıkla geçirmiş bulunuyor. Bunu onyıllardan beridir komşu halklara açık düşmanlık, ülke içindeki halkları ise yok sayma, sindirme, kültürel açıdan yoketme politikalarıyla sürdüregeldi. Burjuva gericiliği ve devleti için bu gök kubbe altında uşaklığını yaptıkları Amerikan emperyalizmi dışında herhangi bir ‘dost', ‘müttefik' ya da ‘kardeş' topluluk yoktur. Onların "Türkün Türkten başka dostu yok" söylemleri gerçekte "Türkün Amerika'dan başka dostu yok" ile aynı anlama gelmektedir.
Amerikancılık bu ülkenin burjuva gericiliğinin iliklerine öylesine sinmiştir ki, onyılları bulan bir macera olarak Avrupa Birliği süreci bile ona bu birliğin üyesi ülkeleri olsun ‘dost' olarak görme olanağı sağlayamadı. Öcalan meselesinde İtalya'ya ve Ermeni yasası konusunda Fransa'ya karşı yürütülen histerik kampanyalarda görüldüğü gibi, her fırsatta şovenizmi ve halklara karşı düşmanlık duygularını körükleyip durdu.
Düşününüz ki bu aynı ülkeler neredeyse 60 yıldır NATO üzerinden de bu aynı burjuva gericiliğinin güya dostu ve müttefiki idiler. Yine de burada bir bakıma herhangi çelişki yok; zira Türk burjuva gericiliği NATO'ya Amerikan emperyalizmi üzerinden girdi ve AB'ye de aynı Amerikan emperyalizminin beşinci kolu olarak girmeye çalışıyor. Üzerine bir yığın ikiyüzlü laf edilen AB, tüm ötekiler için olduğu gibi Türk burjuvazisi için de halklar arası bir ilerici birleşme ve bütünleşme zemini değil, fakat yalnızca emperyalist ve gerici çıkarların platformudur.
Şoven kudurganlıkla toplumun serasmletilmesinde neredeyse tüm düzen güçleri artık eleledirler. Geleneksel ırkçı-milliyetçi düzen güçleri ile düzen solu artık aynı çizgide ve söylemlerde buluşmuş durumdalar. Son zamanlarda CHP'de doruğuna ulaşan şoven-faşizan söylemler, bu konuda burjuva gericiliği için adeta bir taze kan işlevi gördü, şovenizmin ve ırkçılığın sıradan kitleler içinde meşrulaştırmasını kolaylaştırdı.
Bu aynı konuda geçmişten bugüne temel bir zehirleme ve serasmletme kaynağı da doğal olarak düzen medyasıdır. Her konuda olduğu gibi bu konuda da geniş kitleleri etkileme, yanıltma ve serasmletme konusunda düzen medyası, düzenin ve devletin elinde yeri doldurulamaz bir araçtır.
Medyanın gerçekte ne kadar etkili (ve aynı ölçüde rezil!) bir araç olabileceğini, son olarak Hrant Dink cinayeti bir kez daha çarpıcı bir biçimde göstermiş bulunuyor. Televizyon kanalları bir yandan Dink'e her türlü samimiyetten yoksun övgüler ve ağıtlar düzdüler. Diğer yandan ise daha baştan Hrant'ın gerçek katillerini gizleme ve daha cenazesi ancak kalkmışken de ırkçı faşizmi aklama yarışına girdiler. Bu ülkenin onlarca değerli aydını ve binlerce devrimcisi gibi Hrant Dink'i de kimlerin katlettiği ayan-beyanken ortadayken bunu gözlerden gizlemeye çalıştılar. Faşist katillerin önde gelenlerinden ve "bin operasyon"ların elebaşısı durumundaki Mehmet Ağar gibileri anında ekranlara konuk edildi ve güya konuya ilişkin olarak toplumu aydınlatacak olan görüşleri alındı. Devletin ağzından kaçırmayı adet edindiği ‘milliyetçi duygularla işlenmiş cinayet' gafı, faşist mayalı Türk milliyetçiliğini savunma ve övme fırsatına dönüştürüldü.
Susurlukta ortalığa saçılan kirli-kanlı gerçekleri ‘bin operasyon' söylemiyle ‘dobra dobra' savunarak devletin en kanlı örgütü kontr-gerillaya toz kondurmayan Ağar, Dink cinayetinden bile şovenizm dalgasını yaymak üzere yararlanmaya kalkan bu kokuşmuş düzende hiç de yalnız değildi. En sağından en soluna, tüm düzen partilerinin liderleri, sözcüleri günler boyu ekranlardan eksik olmadı. Günler boyu, el birliğiyle besleyip büyüttükleri şovenizmi, ağız birliğiyle savundular. Bireysel ve toplu katliamlardaki suçları düzen yargısının kararlarıyla bile sabit faşist partilerin sözcülerine dahi, hiç utanıp sıkılmadan söz verdiler düzenin medya kanalları ve organları.
Dink cenazesiyle kırılan dalga
Düzen cephesinin bu süreçteki kollektif savunma pozisyonu anlaşılmaz değil. Çünkü Dink'in cenazesi, onlarca yılın emeğiyle yarattıkları şoven milliyetçilik canavarının, aslında, nasıl da kağıttan bir kaplana dönüşebileceğini de göstermiş oldu. Özellikle Ermeni sorunu üzerinden bunca kışkırtmaya rağmen, onbinlerin ‘hepimiz Ermeniyiz!' şiarıyla, İstanbul'un göbeğinde sabahtan akşama gösteri yapması, zeminin aslında neye uygun olup neye olmadığını da ortaya koydu. Emekçi halklarımız özgür ve demokratik bir ortamda birlikte kardeşçe yaşamaya hasrettir. İstanbul'un ilerici halk kitleleri, bunu Dink'i sahiplenme biçimiyle bir kez daha göstermiş oldular. Sadece İstanbul'un işçi ve emekçileri de değil, çok sayıda ilde gerçekleştirilen protesto eylemlerinin de gösterdiği gibi, bu, yurt sathında kendini gösterebilen güç ve umut verici bir gelişme oldu.
Dink'in katli, büyük bir ihtimalle tam tersi bir amaç uğruna hazırlanmıştı. Fakat faşizmin kirli ve karanlık hesapları ters tepti. Bu alçakça cinayet üzerinden sindirici ve yıldırıcı hesaplar yapanlar, büyük kitlelerin öfkeli ayağa kalkışla karşılaştılar. Bu cinayetle şovenizme güç taşımak isteyenler, Türkiye şovenizminin en utanç verici tabusunu hedef alan "Hepimiz Ermeni"yiz tutumunun kamçı etkisi yaratan gücüyüyle yüzyüz kaldılar. Olayın düzen cephesinde yarattığı telaşın asıl sebebi de gerçekte işte budur. Şovenizm dalgasını yükseltmeye çalışırlarken, hiç beklemedikleri bir dalgakıranın oluşmasına vesile olmuşlardır. Şimdi yapmaya çalıştıkları ise bunu yıkma çabasından başka bir şey değildir.
Fakat bu artık o kadar kolay da değildir. Bu ülkenin tarihinde bir ilk yaşanmış, onbinlerce insan faşist Türk katliamcılarına karşı Hrant Dink şahsında kardeş Ermeni halkını sahiplenmiştir. Bu bir kez yaşanmıştır, hiçbir çaba bu son derece anlamlı olayın yarattığı derin izi artık silemez.
Gerici dalgayı devrim rüzgarıyla kırma görevi
Hrant Dink olayı ile görkemli caneze töreni, gerici-şoven-faşist dalgayı kırmanın yolunu ve imkanlarını da göstermiş bulunuyor. Devrimci hareket bundan gerekli sonuçları çıkarmak ve durumdan en iyi biçimde yararlanmak acil göreviyle yüzyüzedir. Düzen ve devlet, nasıl cenaze eylemiyle ortaya çıkan büyük kardeşlik ve dayanışma duygularını kundaklayıp köreltmek üzere şovenizm dalgasını yükseltme peşindeyse, devrimci hareket de tersinden aynı kardeşlik ve dayanışma duygularını daha da geliştirip güçlendirmek için kolları sıvamak durumundadır. Düzen ve devlet eliyle bizzat yaratılan ve kitleleri serasmleten şoven Türk milliyetçiliğinin karşısına, halkların devrimci birliği ve kardeşliğini eksen alan devrimci enternasyonalist tutumla çıkılmalıdır. Binlerce insanın şovenist histeriye karşı sahiplendiği ve haykırdığı "Yaşasın Halkların Kardeşliği" bu tutumun sözü ve şiarı olmalıdır.
Bir devrim toprağı olduğundan her vesileyle ve övünerek söz ettiğimiz ülkemiz, işçi sınıfı ve emekçi halklarımızın oluşturduğu bu engin deniz, hiç kuşku yok ki, en fazla devrim rüzgarlarıyla dalgalanmayı bekliyor. Türkiye'nin emekçileri yakın tarihimizdeki devrimci yükselişleri besleyen kanallarıyla, bunu fazlasıyla hak ettiklerini kanıtlamış bulunuyor.
Bu ülkeyi derinden derine bir devrim toprağı olarak mayalayan koşullar, bizzat sermaye düzeni ve devleti eliyle hazırlanıyor. Kitleler bizzat bu düzen ve devlet tarafından sefalet bataklığına sürükleniyor. İşsizlik ve açlığa terkediliyor. Eğitimsizliğe ve temel sağlık hizmetlerinden yoksunluğa mahkum ediliyor. Gençlerimiz, bizzat şovenizm bayraktarlığı yapan sicilli Amerikan işbirlikçileri eliyle, emperyalist plan ve politikaların savaş gücü yapılmaya çalışılıyor.
Bu ve daha saymakla bitmez suçları, bu ülkenin emekçi halklarına ve işçi sınıfına karşı sistemli biçimde işleyenler, bu düzenin ve devletin sahipleridir. Bu gerçekleri işçi sınıfı ve emekçi kitleler arasında sistemli bir biçimde işlemek ve yaymak, düzenin ve devletin onları şovenizmle zehirlemesini engellenmek günün temel önemde görevidir. Bu görevi de ancak bu ülkenin devrimcileri yerine getirebilir. Kuşkusuz, bu hareketi oluşturan her bir yapı, kendi çapı, kavrayışı ve gücü oranında bu yöndeki görevleri yerine getirmeye çalışıyor. Bunu, devrimci olmanın bir gereği ve varlık koşulu olarak görüyor. Ama aynı zamanda, aynı işçi sınıfı ve aynı emekçi kitlelere karşı bu görevlerin, kendi aralarında bir bayrak yarışı gibi görüldüğü de açıktır.
Her vesileyle olduğu gibi Hrant Dink cinayeti olayında da görülmüştür ki, gerici düzen ve devlet cephesi, gerektiğinde tek bir yumruk gibi hareket etmeyi başarabilmektedir. Ve iyi bilindiği gibi o yumruk her seferinde öncelikle devrimci hareketin başına inmektedir. Artık emekçi halklarımızı da zehirlemeye başladığı gün gibi ortada olan gerici-şoven dalgaya karşı, devrimci hareketin de tam bir birlik ve dayanışma içinde hareket etmesi, son zamanlarda olumlu örnekleri görülen devrimci güç ve eylem birliğini daha da ilerletmesi zorunludur. Devrimci saflarda "Yaşasın devrimci dayanışma!" şiarının yarattığı etki ve heyecan biliniyor. Aynı şekilde son zamanlarda kitle hareketi içinde giderek daha çok kullanılan ve yaygın biçimde sahiplenilen "İşçilerin birliği, halkların kardeşliği!" şiarının özellikle son gelişmelerle birlikte kazandığı özel önem ve anlam da yeterince açıktır. O halde bu anlamlı şiarlara hayatın içinde daha büyük bir güç, anlam ve işlev kazandırmak da her kesimden ve eğilimden devrimcilerin ortak kaygısı ve pratik çabası olmalıdır.
Dink cenazesiyle yakalanan zemin, devrimci baharın imkanlarıyla birleştirilebilir. Ve bütün bu imkanlar birarada, sınıf ve kitle hareketinin yükseltilmesi yoluyla ırkçı-şoven dalganın kırılması hedefine yöneltilebilir.
(Kızıl Bayrak, Sayı: 2007/4, 2 Şubat 2007)
http://www.kizilbayrak.net/ sitesinden alınmıştır…