Abdullah Gül, Washington'dan Ankara'ya döner dönmez, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, Washington'a uçtu. Türkiye ile ABD'nin 60 yıla yakın bir süredir sıkı "askeri müttefik" olmalarına ve NATO'nun en büyük iki silahlı gücünü oluşturmalarına bakılırsa, bir Türk genelkurmay başkanının,
Washington'a gitmesinden doğal hiçbir şey olamaz. Ama bu sefer öyle sayılmaz. Orgeneral Büyükanıt'ın temasları sadece "askeri" nitelikte değil; Başkan Yardımcısı Dick Cheney'i görecek olması nedeniyle "siyasi" bir karakter taşıyor.
Müttefik ülke genelkurmay başkanlarının, Amerikan başkentinde Başkan Yardımcısı tarafından kabul edilmeleri, pek "ahval-i adiye"den addedilen, rutin, protokoler temaslar içinde görülmezler. ABD yönetimi, böylece Orgeneral Büyükanıt'a bir "siyasi statü" yüklemiş olacak.
Bu arada, Cheney'in, Amerikan yönetici sisteminin "Cumhuriyetçi-sağcı" ekibinden olduğunu kaydetmekte de yarar var. Bu ekibin temel özelliklerinden biri, Türkiye'ye baktıkları vakit, Ak Parti'den özellikle haz etmeyen bölgeye baktıklarında ise "demokratik rejimler"den ziyade, Amerikan çıkarlarıyla uyumlu türden rejimleri yeğleyen unsurlardan oluşması.
Başta Cheney, bu ekibin "İran'a kuvvet yoluyla bir karşılık verilmesi" eğiliminde oldukları da bir sır değil. Söz konusu ekibin, en dikkate değer şahsiyetlerinden biri, Cheney'in baş danışmanı gibi çalışan David Wurmser. Amerikan yönetiminin en ateşli İsrail yandaşlarından biri Wurmser. Amerikan yönetiminde Cheney ismi ile simgelenen eğilimin Türkiye ve Ortadoğu'ya yaklaşımını en açık biçimde medyada dillendiren isim ise Michael Rubin. Rubin'in Türkiye, Tayyip Erdoğan hükümeti ve Ak Parti hakkında yazdıklarını dikkatle tekrar okumak ve hatırlamakta yarar var.
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Washington temaslarını Yeni Şafak'a değerlendirirken harita üzerinde Cheney'e "bir eğitimci gibi konuları ayrıntılarıyla anlattığını" söylemiş.
Bizlerin, Amerikalı yöneticileri, belirli çıkarların ve siyasi eğilimlerin temsilcisi gibi görmek yerine bir "andavallılar sürüsü" gibi görmek ve sürekli onlara bilgi vermek suretiyle cehaletlerini giderdiğimizi sanmak gibi bir huyumuz var. Bu bakımdan, Cheney'in Gül tarafından ne kadar eğitildiğini kestirmek zor.
Abdullah Gül, "Cheney ve Rice'la görüşmemiz bizim hariciye ekibinin yüzünü de güldürdü. Diplomatik bir başarı oldu. Ayrıca, Cheney'le görüşmede Yaşar Paşa'nın ABD ziyareti de gündeme geldi ve ben kendisine ‘Genelkurmay Başkanımızla mutlaka görüşmesi gerektiğini söyledim" demiş.
Cheney'in çevresinde ekip, Gül söylememiş olsa da, Cheney'e Yaşar Paşa ile görüşmesini aylardır telkin ediyorlardı. Cheney-Büyükanıt görüşmesinin içeriği ve bunun Türkiye ve bölge siyasetine yansıyıp yansımayacağı, yansırsa nasıl yansıyacağı meraka değer.
*** *** ***
Türk-Amerikan ilişkilerinin Irak savaşı sonrası ve özellikle 1 Mart'ın ardından, aksi ne kadar söylenirse söylensin, bir "nitelik" değiştirdiği neredeyse tartışılmaz bir gerçek. Yetkililer, bu ilişkileri "stratejik ortaklık" olarak tanımlamaktan ve birbirlerinin ağzından bu iki sözcüğü işitmekten ne ölçüde adeta şehevi bir zevk duyarlarsa duysunlar, ilişkiler sorunlu.
İlişkilere damgasını vuran sorunlar, tarafların önceliklerinin farklılığından kaynaklanıyor ve bu öncelikler yer değiştirmeden veya taraflardan biri ya da her ikisi "stratejik bakış açıları"nı uyumlu hale getirmeden, Türk-Amerikan ilişkilerini sorunlu yapısından arındırabilmek, ne Gül ve ne de Büyükanıt ziyaretleriyle giderilebilecek noktayı aşmış görünüyor.
İlişkilerin ele alınış tarzında garip bir "asimetri" söz konusu. Türkiye, sürekli "talepkar" ve "şikayetçi" konumda. ABD ise, "isteyen"den ziyade "dinleyen" taraf gibi duruyor. Ancak, Türkiye'nin "talepleri"ni ne karşılamaya niyeti var, ne bundan çıkarı ve hatta ne de gücü var. Sürekli "şikayetçi" bir tarafı dinleyerek, durumu "idare etme"yi benimasmiş bir görüntü sunuyor.
Türkiye ile ABD arasında "acilen" üç noktada, şikayetler, talepler ve pürüzler mevcut:
- Kuzey Irak'taki PKK konusu;
- Kerkük'ün gelecekteki statüsüne ilişkin Türkiye'nin kaygıları ve ABD'den beklentileri;
- Amerikan Kongresi'nden bu kez geçme ihtimali bulunan "Ermeni soykırımı tasarısı".
İlki hariç, Amerikalıların son ikisi konusu yapabilecekleri -yapmak istedikleri bir yana- sınırlı. ABD, o da kocaman bir "belki", PKK'ya yönelik bir "sınırlı Türk askeri operasyonu"nu kabullenebilir. Buna da, Iraklı Kürtlerin onayı ve ABD-Türkiye-Irak Kürt yönetimi işbirliği şartları getiriliyor.
Önceki hafta Türkiye'de çeşitli temaslarda bulunduktan sonra (İstanbul'da biz de kendisiyle görüştük) Kuzey Irak'a geçen Richard Holbrooke, Erbil çıkışlı dünkü Washington Post'ta yayınlanan "Türkler ve Kürtler için Fırsat mı?" başlıklı yazısında buna işaret ediyor:
"Buraya, vatandaşlarının dediği gibi Kürdistan veya Türklerin dediği gibi Kuzey Irak diyebilirsiniz. Ama her iki halde de, 4 milyonluk halkının 2005 referandumunda ortaya konduğu gibi yüzde 98'lik ezici çoğunluğu Irak'ın bir parçası olarak kalmak istemiyor. Onları bu nedenle kim suçlayabilir?.. Burada Ortadoğu'da olduğunuz hiç hissedilmiyor. Irak bayrağı yasak; sadece Kürdistan bayrağı dalgalanıyor…
Winston Churchill ve Gertrude Bell tarafından 1921 Kahire Konferansı'nda Osmanlı İmparatorluğu'nun enkazından Irak denilen bir ulus ortaya çıkartıldıktan sonra, Türkiye ve İran kuzey Irak'taki Kürtlerin bağımsızlığından, her ikisi de sınırlarının dibindeki bir bağımsız Kürdistan'ın kendi büyük Kürt nüfuslarında ayrılıkçı hareketleri teşvik edecek olması ihtimalinden korktular.
Bu korkular simetrisi NATO müttefikimiz ile ‘şer ekseni'nin kayıtlı o üyesi arasında, Türkiye ve İran'ın ikisine de karşı baskınlar düzenleyen terörist grup PKK'ya karşı koymak amacıyla yarı-gizli temaslara ve belirli ölçüde işbirliğine yol açtı. O üslerden bazılarına sınırlı bir Türk askeri harekatını göz ardı etmiyorum. Özellikle, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, bir seçim yılında şahin rakiplerine karşı güçlü milliyetçi kozlar ortaya koymak konusunda muazzam siyasi baskı altında olduğu için…
Arkalarındaki tarih ne olursa olsun, Türkiye ve Irak Kürdistanı birbirlerine muhtaçlar. Kürdistan, Türkiye ile güneydeki kaos arasında bir tampon olabilir. Buna karşılık, Türkiye de, teknik olarak Irak'ın parçası olsa da, işlevselliğini yitirmiş bir Bağdat hükümetinden fiilen kopmuş bir Kürdistan'ın hamisi olabilir. Dahası, Türkiye'nin kuzey Irak'ta büyük ekonomik imkanı mevcut; şu anda Kürt kalkınmasının ana motoru 300'den fazla Türk şirketi ve kayda değer yatırımlar…
Karşılıklı yakınlaşma, her iki tarafın büyük çabasını gerektiriyor… Kerkük'e ilişkin meşru Türk kaygılarını göz önüne alacak bir uzlaşma zorunlu. Bu, özellikle, Türk askeri tarafından zor olacak olsa bile, güçlü Amerikan teşviki ile buna çaba göstermenin gerekli olduğuna inanıyorum.
Tarih ve efsaneler, bir Türk-Kürt anlaşmasını son derece zor hale getiriyor. Tarihin akış yönünü değiştirmek için vizyon sahibi liderler gereklidir. Charles de Gaulle ile Konrad Adenauer bunu Fransa ve Almanya için yaptılar. Nelson Mandela, bunu Güney Afrika'da yaptı. Ama böyle insanlar, çok ama çok nadirdir. Yine de, Irak'taki kriz Türkler ve Kürtlerin kendi ortak çıkarlarını düşünmesini zorunlu kılıyor. Her iki tarafın etkili liderleriyle görüştükten sonra, sadece bir krizle değil, aynı zamanda bir fırsatla da yüz yüze olduklarına inanıyorum."
*** *** ***
PKK, Kerkük ve dolayısıyla Irak konusunda Cheney'in, kendisine tam zıt siyasi kampta yer alan Holbrooke'un bu yaklaşımından farklı düşünmesi mümkün gözükmüyor. O nedenle, Gül ve Büyükanıt görüşmelerinin ardından, ABD'nin, Türkiye'nen "talepleri" ve "şikayetleri"ne ne ve nasıl bir karşılık vereceği (ya da vermeyeceği) anlaşılabilir.
"Ermeni soykırımı tasarısı" Cheney'in, Rice'ın, Robert Gates'ın ya da hatta George W.Bush'un değil, Temsilciler Meclisi'nin Gül ile görüşmeye bile yanaşmayan Kaliforniyalı (1 milyon Ermeni seçmenli eyalet) Demokrat Başkanı Nancy Pelosi'nin elinde.
Bu konuda, Türkiye "şikayetçi" olma kalıbından kendisini çıkartırsa, "siyaset" yaparsa, dolayısıyla "söylem" değiştirirse yol alabilir. Bunun bir yolu, Türkiye-Ermenistan ilişkilerini, ABD'deki (veya başka bir ülkedeki) soykırım yasa tasarılarından bağımsız bir şekilde ele almak.
Bu, apayrı bir yazı konusu. Ancak, gerek Gül ve gerekse Büyükanıt ziyaretlerinin asıl "zaaf noktası" Türkiye'nin bildik ve yıllardır başvurulan basmakalıp söylemini tekrar eden "şikayetçi" ve "talepkar" konumunun teyid edilmiş olması.
Bu değişmeden, değiştirilmeden veya ABD, tepeden tırnağa değişmeden, Türk-Amerikan ilişkilerindeki "hastalıklar"ın tedavisi de mümkün görünmüyor…
(Referans, 13 Şubat ‘07)