0 0
Read Time:40 Minute, 53 Second

KÜRDİSTAN’DAKİ SİYASAL AKIMLAR…

 

M. Can YÜCE

Bildirgemiz ve Bültenimizin ilk sayısı çıktığında Avrupa’daki “Politik çevreler”den bazılarının ilk tepkisi, “sosyalizm biz Kürtler için biraz lüks değil mi” ya da “sosyalizmin modası geçti, başka düşüncelere bakmak gerekir” biçimindeydi. Kendimizi “Sosyalistên Şoreşger”, yani “Devrimci Sosyalistler” adıyla tanımlamamız, bu çevreleri daha da hayrete düşüyordu. Arkamızda veya kendi aralarında bizi, “bizim Dinozorlarımız” olarak damgaladıklarından da kuşkumuz yok. Bu, elbette politik coğrafyamızda esen rüzgar hakkında belli bir fikir veriyordu…

Peki kendisini sosyalizm ve devrimcilik dışında tanımlayanların Kürdistan için getirdikleri yeni bir şey var mı? ABD hayranlığı, AB veya Kopenhag Kriterleri dışında söyledikleri bir şey var mı? Dünün “sosyalistleri” bugün kendi kimliklerini neden açık açık ifade etmiyorlar? Yani liberal, muhafazakar ve milliyetçi ya da başka bir biçimde kimliklerini neden deklere etmiyorlar? Bu sorulara net yanıtların verilmemesi mevcut kafa karışıklığını daha da karmaşık hale getiriyor, politik eğilimler arasındaki sınırları daha da belirsizleştiriyor. Ama ülkemizdeki kafaları netleştirmek, ideolojik ve politik duruşları olduğu gibi ortaya koymak, bunlar arasındaki sınırları net olarak belirlemek, kimin nerede durduğunu göstermek çok önemli ve kaçınılmaz hale gelen bir görev… Bunu yapmaya çalışacağız…

 

Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi, en az iki yüzyıllık bir tarihe sahip. Bu iki yüzyıllık tarihinde evrensel ideolojik-politik akımlardan etkilenmiş, kendi sorunlarını bu bağlamda tanımlamaya, programlaştırmaya çalışmıştır. Hiç kuşkusuz bu etkilenme düzeyi toplumun yapısı, var olan toplumsal sınıf ve sınıf ilişkileriyle doğrudan bağlantılı olmuştur. Toplumsal yapının geriliği, modern sınıfların geç gelişimi, bu gelişimin ise çarpık, geri ve yabancı egemenliğin ağır baskısı altında olması anılan etkilenmenin düzeyini ortaya koyduğu gibi, içeriğinin de karmaşık, çelişkili ve istikrarsız olmasını koşullamıştır. Bizim gibi sömürge bir ülkede bundan başkası da beklenemezdi. Siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel gelişimi bağımsız olsaydı, elbette ideolojik ve politik gelişme süreci çok daha farklı olurdu. Ancak ne yazık, bizim tarihsel gelişimimiz yabacı egemenlik tarafından biçimlendirildiği ve denetlendiği için sağlıklı ve bağımsız bir sosyalleşme, sınıflaşma; bunun ideolojik ve politik yansımaları da olmadı. İdeolojik ve politik akımların gelişimi de dış gelişmelerin ağır etkisinde oldu. Bu, egemen sınıflar için böyle olduğu gibi ezilen sınıflar için de böyledir! Son yarım yüzyılda Kürdistan emekçileri adına yola çıktığını iddia eden eğilim ve akımlar için de bu, böyledir.

Kürdistan’daki siyasal eğilimler, o tarihsel dönemde egemen ideolojik ve politik eğilimlere göre kendilerini tanımlamış, esen rüzgara göre yön almıştır. Örneğin Ekim Devrimi’nden sonra dünya çapında “Yükselen değer” sosyalizm ve ulusal kurtuluş eğilimidir. Bu nedenle bu tarihten sonra Kürdistan’da gelişme gösteren politik eğilimler kendisini bu genel akımlarla tanımlamıştır. Kürt egemen sınıfları bile kendilerini böyle adlandırmakta bir sakınca görmemişlerdir. Tersine gerekli görmüşlerdir. Aslında bu durum sadece Kürdistan’a özgü ve onunla sınırlı bir olgu değildir, genelde var olan bir eğilimdir. M. Kemal’in bir dönem kendisini ve hareketini “Bolşevizm”e açık olarak değerlendirmesini hatırlamalıyız. 1946’da kurulan KDP (Kürdistan Demokrat Partisi)’nin programı ve yazılı açıklamaları Marksist-Leninist terminolojinin ağır etkisi altındadır. 1964’te Barzani’den ayrılan İbrahim Ahmet ve C. Talabani’nin grubu 1990’lara kadar da kendisini “sosyalist” olarak tanımlıyordu. Ne kadar sosyalistti, ne kadar değildi, bu, şu anda bizim tartışmamızın dışındadır. Şunu anlatmaya çalışıyoruz:

Dünya çapında rüzgar kimden yana esiyorsa, ülke içindeki siyasal eğilimler de kendilerini bu egemen eğilime göre tanımlamış ve yönlerini ona göre tayın etmeye çalışmışlardır.

Bu kural günümüzde de etkin bir biçimde işlemektedir. 1990’lara kadar, özellikle 1980’lere kadar sosyalizm ve ulusal kurtuluş hareketleri revaçtaki akımlardı, dolayısıyla politikada yer edinmek, politik yarar elde etmek, hatta bir noktada kendini meşrulaştırmak bu akımlarla bir bağ içinde kendini tanımlamaktan geçiyordu. Ancak ne zaman ki reel sosyalizm yıkıldı, sosyalizm ideolojik ve politik olarak gözden düşmeye başladı, ne zaman ki, burjuva düşünce akımları ideolojik ve psikolojik olarak görece bir üstünlük sağladı, işte o zaman Kürdistan’da da, özellikle Kuzey parçasında sosyalizme karşıdan tavır alma eğilimi, daha da güçlendi ve sosyalizmden kaçış, liberalizm ve milliyetçilik adeta yeniden keşfedilmeye başlandı. İmralı ihaneti ve Kuzey devriminin tasfiye sürecine alınması ve Güneyde yaşanan gelişmeler bu anılan eğilimlere daha pervasızca davranma olanağını sundu. Aslında kendisini örgütleme, politik bir hareket haline getirip günlük mücadeleye müdahale etme gücünden ve yeteneğinden yoksun bu “yeni” liberal ve milliyetçi eğilimler ve çevreler, sosyalizme düşmanlığı temel şiarları haline getirmişlerdir. Bu, nedensiz değildir. Bugünün “Yükselen değeri”, ABD eksenli globalizm, neo liberalizmdir. ABD yanlısı bir ideolojik ve politik hatta bulunma istemi, kaçınılmaz olarak Kürdistan’ın son 30 yıllık tarihini inkar etmeyi, reddetmeyi gerektiriyor. Düzen ve sistem içinde bazı kırıntıları elde etmenin başka bir olanağı ve yolu yok diye düşünülüyor. Sosyalizm dışı veya karşıtı olarak tanımlayan bu eğilim ve çevreler, örgütlü bir politik hareket haline gelebilmiş değillerdir. Aslında politika sahnesinde kendi adlarına boy göstermeleri bir yönüyle yararlı da olurdu. Ancak böyle bir konumları ve güçleri yok, ne var ki kendi boylarından büyük laflar edip sağdan esen rüzgarın ülkemizde etkili olmasını sağlayabiliyor, en azından kafaları karıştırabiliyorlar. Ancak hemen belirtmeliyiz ki, bu eğilimlerin Kürdistan’da ciddi bir politik alternatif haline gelmeleri neredeyse olanaksızlık düzeyinde güçtür. Bununla ilgili düşüncelerimizi biraz açmamız ve kanıtlarını ortaya koymamız gerekir. Bunun için son 30 yıllık tarihimize ve ülkemizin toplumsal, sınıfsal gerçekliğine ana hatlarıyla da olsa bakmamızda yarar var. Ayrıntıların açılımına geçmeden görüşlerimizin toplu ve özet bir dökümünü yapmakta yarar var.

Görüşlerimizin özeti şudur:

 

Bir: Dört parçaya bölünmüş sömürge Kürdistan sorunu, bir devrim sorunudur; Kürdistan sorunu, düzene sığmaz. Dolayısıyla ülkemizde devrimci olmak bir tercihten çok, ulusal kurtuluş davasında samimi ve tutarlı olmanın olmazsa olmaz koşuludur!

İki: Bu temel tezin bir uzantısı ve gereği olarak, Kürdistan sorunu, bir reform veya bir dizi reformlar sorunu değildir, anayasa ve yasalardaki kimi düzeltmelerle bu sorundan bir kırıntı düşürmek bile olanaklı değildir. Kuzeyde bazı haklar elde etmek bile sayısız devrimci mücadele sayesinde gerçekleşebilir. Son 30 yılın, yine İmralı tasfiyeciliğinin tartışmasız bir biçimde kanıtladığı gerçeklik budur!

Üç: Kürdistan sorununu bir devrim sorunu olarak gören ve algılayan bir siyasal eğilim ve akım Kürdistan’ın kaderi üzerinde söz sahibi olabilir, giderek günlük mücadeleye müdahale etme gücünü yakalayabilir.

Dört: Kürdistan ulusal kurtuluş sorununu devrim sorunu olarak koyan sınıf ve tabakalar emekçi sınıf ve tabakalardan başkası değildir. Burjuvaların, feodal beylerin, aşiret reislerinin ve düzenle bin bir bağ içinde olan orta sınıfların devrimci bir Kürdistan sorunu yoktur. Özellikle Kuzeyde gerçeklik tıpatıp böyledir. Dolayısıyla onların devrimci bir yurtseverlik duruşu içinde olmaları beklenemez, sınıf olarak böyle, siyasal bir eğilim olarak böyle…

Beş: Kürdistan’da liberalizm, muhafazakarlık ve milliyetçilik “devrimci” olabilir mi? Kesinlikle hayır! Küçük burjuva milliyetçiliğinin belli bir radikalleşme eğilimi var, ancak bu, Kürdistan’ın toplumsal ve siyasal yapısı bakımından son derece cılız kalmaya mahkumdur! Bağımsız bir politik güç olarak değil, güçlenecek bir akımın yanında küçük burjuva ve orta sınıflardan etkili bir destek gündeme gelebilir… PKK deneyimi ve onun öncülük ettiği ulusal kurtuluş hareketi pratiği bu değerlendirmemizi doğrular niteliktedir.

 

Şimdi ayrıntılara geçebiliriz. Önce tarihi bilgilerimiz biraz tazelemeye çalışalım.

 

I.

 

Irak KDP ve geleneği, ülkemizin bütün parçalarındaki siyasal akımları ve eğilimleri etkilemiştir. Öyle ki, kimi zaman bu etki, kimi çevrelerde açık ve tutkulu bir hayranlığa varmıştır. KDP geleneği ve Güney Kürdistan’daki gelişmelerin tarihsel ve güncel incelenmesi bu değerlendirmemizin konusu değildir. Kısa bir özet değerlendirmeyle anılan etkilemenin anlamını ortaya koymaya çalışacağız. Bugün Kuzeyde eski “sol ve sosyalist” gelenekten gelen kimi çevre ve kişilerde açık veya örtük, dolaysız veya dolaylı bir KDP veya YNK hayranlığı var. Bunun geçici bir rüzgar ve etkilenme olduğunu biliyoruz. Ancak üzerinde durmamız gereken ve yanıtı üzerinde durmamız gereken soru şu:

Kuzeyin bir KDP ve YNK’si olabilir mi? Bu doğrultudaki girişim ve çabaların başarı şansı var mı, varsa nasıl? Yoksa neden? Bu bölümde yapacağımız özet değerlendirmenin bu soruların yanıtlarını geliştirmemize yardımcı olacağını düşünüyoruz.

Irak KDP, 16 Ağustos 1946’da, o zaman Mahabad’da bulunan Molla Mustafa Barzani’nin önerilerini kabul eden Kürt örgütleri ve şahsiyetlerinin Bağdat’ta gizli yaptıkları birinci kongreyle kuruldu. Barzani Kongreye katılmamış, kendisini Hamza Abdullah temsil etmişti. Hamza Abdullah Kongrede partinin genel sekreterliğine getirildi. Burada hatırlatmamız gereken birinci nokta şu: Güneydeki Kürtlerin ulusal haklarını isteyen Kürt aydınları, Kürt egemen sınıfları, aşiret reisleri örgütlenme gereğini duyuyorlar. 1943-45 yıllarında gerçekleştirdikleri ayaklanma ezilmiş, Barzani, ailesi ve aşiretinden oluşan belli bir kitle Doğu Kürdistan’a göçmek durumunda kalmıştı. Güneyde direniş geleneği devam etmekte, Irak egemenliği henüz kurumlaşmaktan uzak bulunmaktadır. Dolaysıyla yenilgiden sonra toparlanmaları, örgütlenmeleri anlaşılır bir şeydir. İkinci dünya savaşı sona ermiş, Mahabad yenilgiye uğramış, Barzani ve taraftarları Doğuda barınamaz duruma düşmüşlerdir. Bu da örgütlenme ve direnme zorunluluğunu anlatmaktadır.

Değinmemiz gereken ikinci noktada şudur: KDP örgütlenmede model olarak SBKP’ni esas alıyor. Terminoloji olarak da M-L terminolojiden etkileniyor. Kendini ideolojik olarak işçilerin ve köylülerin partisi olarak tanımlayan bu dönem KDP’si, “Irak bütünlüğü içinde, Kürdistan’a özerklik” talebini dile getirmektedir. Irak’ta güçlü olan ve Kürdistan’da belli bir çalışması olan Irak KP ile de iyi ilişkilere sahip olan KDP Sovyetler ile iyi ilişkiler geliştirmekten yanadır, onun desteğini almayı önemasmektedir. Bunların yanı sıra KDP kendi içinde çelişkilidir. Taban silahlı mücadele ve direnişten yanadır, toprak talebi ve sömürüye karşı tavır, tabanı, yöneticileriyle karşı karşıya getirmektedir. Yani ulusal bir çatı altında sınıfsal ve diğer çelişkiler yaşamın her alanında su yüzüne çıkmakta ve bu kimi dönemlerde önemli sorunlara neden olmaktadır.

1947-58 yılları Barzani’nin ülkeden ve partiden kopuk olduğu Sovyetler’deki “sürgün” yıllardır. 1958’de General Kasım’ın askeri darbesiyle monarşi yıkılır ve Kürtler için de görece elverişli koşulların ortaya çıkmasına yol açar. Üç yıl boyunca Kürtler örgütlenme, yayın ve basın, siyasal çalışmalar alanında görece özgür faaliyet olanağı bulurlar. Bunu da değerlendirmeye çalışırlar. 1961 ve 1975 yalları arasında geçen 14 yılda Bağdat’ta 4 darbe olur, hükümet el değiştirir. Her darbe ilk dönemlerinde Kürtlerle iyi ilişkiler geliştirmeye ve tatlı vaatlerde bulunmaya özen gösterir, ancak hükümetleri oturmaya başladıktan sonra Kürtlere yönelik saldırıya geçerler. Aynı durum 1975 Cezayir Anlaşmasından sonra da geçerli olur… Kürtler de buna direnişle, dağa çıkmakla karşılık verirler… Dolayısıyla Irak sömürge egemenliği Güneyin her tarafında kurumlaşamaz! Irak hükümetleri Kürtlerin istediği özerkliği vermiş olsalardı, kendi üst egemenliklerini oturtmaları kolay olurdu. Ancak onlar, TC’yi ve Kemalizm’in Kürt politikasını esas aldıkları için bastırma ve bastırarak teslim almayı ve egemenliklerini bu temel üzerinde kurumlaştırmayı esas almışlardı, bunda da ısrarlıydılar…

Bastırma hareketleri ve buna karşı direniş hareketi Güneye ve tarihine damgasını vuran temel hareketler oluyorlar. Bu noktada 1960’lı yılların ortalarına doğru (1963) gelişen Irak saldırıları ABD ve İngiltere tarafından desteklenir. İngiltere, daha da ileri giderek İran, Türkiye ve Irak arasında Kürt direnişine karşı ortak bastırma ve tecrit tavrını geliştirmede önayak olur. Buna karşılık Sovyetler o dönemde Kürtleri destekleyen bir tutum sergiler, işi müdahale tehdidine kadar tırmandırır. Hatta Moğolistan temsilciliği üzerinden sorunu BM Güvenlik Konseyine taşıma noktasına getirir, ama bu “sert” tutumunun arkasında uzun süre duramaz ve çark eder. Bunu Arap devletlerin sert tepkisiyle yaptığı söylense de burada Sovyetlerin dış politika ihtiyacının belirleyici olduğunu belirtmemiz gerekir. Kürtler bir kez daha kendi olanakları ve “güçleri” ile baş başa kalmışlardır.

Bu, aynı zamanda umutsuzluk ve çaresizlik dönemidir de. Tam da böyle dönemlerde ideolojik ve politik olarak, psikolojik olarak verili düzenden kopmayan Kürt egemen sınıfları ve onların politik temsilcileri umudu ve çareyi düşmanlarıyla “uzlaşma”da aramaktadırlar. Bu uzlaşma mıdır, yoksa teslimiyet mi, ya da bu ikisinin sınırları nerede başlıyor ve nerede bitiyor soruları daha geniş bir tartışmayı gerektiriyor.

Barzani, 1964’te çareyi Irak yönetimiyle uzlaşmada arıyor. KDP yönetimi buna şiddetle karşıdır. Ancak Barzani bildiğini okuyor, ateşkes ilan ediyor ve Irak yönetimiyle anlaşıyor. Irak yönetimi ise her zaman yaptığı gibi Barzani’yi oyalayarak zaman kazanmaya çalışıyor. KDP yönetimi bir konferans toplayarak Barzani’nin bu tutumunu reddediyor. Bazrzani karşı atağa geçerek kongre topluyor. Kopuş kesinleşmiştir. İbrahim Ahmet ve Talabani ile Barzani’nin yolları kesin bir biçimde ayrılıyor. 1964’te gerçekleştirilen kongresinde KDP’de ‘Tek Adam Dönemi’ başlıyor. Ayrıca programında sosyalizm ve M-L ile ilgili tüm kavramlar, işaretler ortadan kaldırılıyor.

Diğerleri Barzani’den kopuyorlar, ancak ruhlarına sinen siyaset geleneğinden kopuyorlar mı? Hayır! Önce Barzani ateşkesine ve uzlaşmasına kesin tavır alan o dönemin Kürt aydınları sayılan İbrahim Ahmet ve damadı Celal Talabani, 1966’da Irak yönetimiyle uzlaşıyorlar, daha da ileri giderek Irak tarafından oluşturulan 2000 kişilik bir birlik içinde Barzani’ye karşı savaşıyorlar ve böylece “Caş66” adıyla anılmaya başlıyorlar. Bu Kürt egemen sınıflarının da açmazıdır, aynı zamanda trajedisidir.

Bu siyaset geleneğinin temel özeliklerini üç noktada toplamak mümkündür. Bir: Esas olarak dışa, dış güçlere dayanma, direnişlerini bu bağlamda anlamlandırma. İki: Kurulu düzenden tümden kopmama, gerektiğinde uzlaşma, teslim olma. Üç: Bu ikinci özelliğin bir uzantısı olarak bağımsız bir düşünce, strateji ve programa sahip olmama, “Irak’a demokrasi Kürdistan’a özerklik” formülasyonu bunun en özlü ifadesidir! Aslında bu üç özellik bir bütündür ve Kürt egemen sınıflarının siyaset kimliğini ve kültürünü oluşturmaktadır.

Ayrıntılara girmeden vurgulamalıyız ki, bu siyaset tarzı ve geleneği, 1975 Cezayir bozgununda karşımıza çıkar, 1980-88 Irak-İran savaşının bir çok aşamasında, İran KDP’sinin Barzani KDP’si tarafından bastırılması olayında, Halepçe’de, Birinci Körfez Savaşında, KDP-YNK çatışmalarında, PKK-KDP ve YNK çatışmalarında karşımıza çıkar.

Dış gelişmelere ve stratejilere son derece bağlı ve duyarlı olan bu siyaset tarzı ve geleneği, kendi içinde tutarlı ve istikrarlıdır. Her şeye rağmen bütünüyle Irak egemenliğine teslim olmak yerine, geri ve düzen içi bir platformda da olsa direnmiş ve bu da ona belli bir politik varlık ve güç kazandırmıştır. Bu noktada ayrıca halkımızın, emekçi ve ezilen sınıfların direnişinin altını çizmemiz gerekir, yönetici sınıflar da bu direnişi ve taleplerini sahiplenmek, kendi talepleriyle birleştirmek durumunda kalmışlardır.

Bugün Güneyde KDP ve YNK, ABD ekseninde gerçekleşen Irak’ın yeniden yapılandırılması sürecinde en geniş hakları ve istemleri kazanmak ve güvence altına almak için avantajlarını, kozlarını ve olanaklarını sonuna kadar kullanıyor, ABD’nin zayıflıklarını da değerlendiriyor ve bu süreçten güçlü çıkmak istiyorlar. Kuşkusuz ABD, Kürtler için, onların yönetici partileri için, onlar istedi diye Irak’ta değildir. ABD’nin dünya ve Ortadoğu stratejisinin bir gereği olarak Irak işgal altına alındı, Saddam rejimi yıkıldı, onula birlikte Irak devleti de yıkıldı ve şimdi yeniden kurulmaya, yapılandırılmaya çalışılıyor.

Bu süreçte yönetici sınıflarının egemenliğinde de olsa Kürtlerin devletleşmeleri kendi kaderlerini tayın etme hakkının bir gereğidir, bu hakkın kedisi tartışma konusu yapılmamalıdır. Öncelikle bu kabul edilmelidir.

Ancak sorun bununla bitmiyor. Bu, Kürtlerin geleceği açısından bir adımdır, ama kaderlerinin ve geleceklerinin güvencesi değildir. ABD’nin stratejik çıkarları ile Güney Kürtlerinin stratejik çıkarları sürekli olarak çakışıyor mu? Diyelim ki dengeler ABD’yi Arap devletlerine, TC’ye daha fazla taviz verme noktasına götürdü ve bu, Kürtlerin bir kez daha kendi kaderleriyle baş başa kalmasına yol açtı! İşte tam da böyle bir olasılık karşısında Kürtler ve onların politik partileri, şu andaki yönetici sınıfları ne yapacaklar, onların nasıl bir hazırlıkları var? Strateji denilen şey, bu tür olasılıkları önceden öngörmek ve ona göre uzun vadeli düşünsel, politik-askeri ve psikolojik hazırlıklara sahip olmak demektir. Ama eğer kaderinizi başka stratejik eksenlere bağlamışsanız ve sizi boğmak isteyen sayısız güç tetikte bekliyorsa, bu, ülkenizin devletlerarası sömürge statüsünden kaynağını alıyorsa, eli kolu bağlı kaderinize boğun eğmek dışında başka seçeneğiniz yoksa o zaman bunu peşinen ilan etmek durumundasınız! Peki bu nasıl bir yurtseverliktir? Bu nasıl bir milliyetçiliktir? Milliyetçi olduğunu söyleyenlere, aslında bugüne kadar Kürdistan davası için kayda değer bir şey yapmayan “bizim” Kuzeyli kişi ve çevrelere sorulur: Yukarda özetlenen ve bir bakıma Kürtler için bir tür “Felaket senaryosu” niteliğinde olan bu olasılıklar karşısında bir görüşünüz ve politikanız var mı? Yoksa “Baba Barzani”nin Cezayir felaketi karşısında içine girdiği “ümitsizliği ve bezginliği” yaşamaktan başka bir seçeneğiniz olmayacak mı?

Bağımsız strateji, hedefleri, dost ve düşmanları doğru saptamak demektir. Ancak anlaşılan o ki, geleneksel bir siyaset çizgisi haline gelmiş KDP ve YNK, tüm kaderlerini ve geleceklerini ABD stratejik eksenine bağlamışlardır. Manevra alanı, daha fazla hak elde etme ve elde edilenleri koruma çabaları ancak bu bağlamda bir anlam kazanmaktadır. Bu, elbette bir dünya ve bölge değerlendirmesine, ideolojik ve politik bir yaklaşıma oturuyor. ABD stratejik eksenini esas alan bir siyaset tarzında, bölge halklarıyla dostluk, geleceğini onlarla geliştirilecek bağımsız ve eşit ilişkiler ile ortak mücadelede görme anlayışı yoktur. Stratejik olarak ABD’nin yanında olma ve geleceğini bu eksene bağlama çizgisi ile bölge ve dünya ezilen halklarının çıkarları tam bir çelişki içindedir. Bu, Güney Kürtleri açısından çok yönlü bir tecrit anlamına gelir. Anılan bu tecridin sonuçları da ortaya çıkmaktadır. Bu, Güney Kürtleri için en büyük açmazlardan biridir.

Yine bu bağlamda kendisi de ezilen bir halk olarak, ülkesi işgal altında olan bir halk olarak Irak’ta işgale karşı direnen Iraklılara karşı net ve ikirciksiz bir politikaya sahip olmak zorundadır. Burada ABD güçlerinin yanında ülkesinin işgaline direnen Iraklılara karşı savaştığı zaman varlığını, meşruiyetini ve geleceğini nasıl güvence altına alacak? “İslamcı gerici”, “Saddamcı-El Kaideci” gibi değerlendirmelerle işgale karşı direnişe karşı tavır savsaklanamaz. Nasıl ki biz ülkemizin işgal altında tutulmasına, parçalanmasına, sömürge egemenliği altında tutulmasına karşıysak ve bu meşru hakkımızı tartışma dışı tutuyorsak, aynı şekilde başka halkların da, Iraklıların da ülkelerini işgalden kurtarma hakları meşru ve tartışma dışıdır. Çizgileri eleştirebilir, Kürtlerin bağımsızlık haklarından yana olup olmadıkları sorgulanabilir, hatta bunu programlarına almaları istenir. Bunlar işin bir boyutu, diğer boyutu da her halkın işgal ve yabancı baskıya karşı direnme hakkının meşru ve tartışma dışı olduğudur. Elbette Kürtler, her Iraklı Arap’tan kendi ulusal demokratik haklarını ikirciksiz tanımalarını ve bunu pratikte göstermelerini isteme hakkına sahiptir, bu konuda tarih boyunca oluşan güvensizliğin aşılması için somut adım beklemeleri de en doğal haklarıdır. İlişki ve dostlukta bunun belirleyici bir öğe olduğu da açıktır. Bunlarla birlikte işgale karşı gelişen ve giderek kitlesel boyutlar kazanan direnişe karşı da bir tutum belirmek durumundadırlar.

Bugün Irak devletinin yıkılışı ve henüz yenisinin yapılandırılma sürecinde olduğu bu aşamada ortaya çıkan fırsatları değerlendirmek, devletleşme, ekonomi, sosyal, siyasal, eğitim, sağlık ve daha bir dizi alanda inşa çalışmalarını en etkin bir biçimde yürütmek gerekiyor. Ama Peşmergelerin işgal birlikleriyle birlikte Kürdistan’ın dışında bir bastırma hareketinde bulunmaları, yukarda sözünü ettiğimiz tecrit durumunu daha da vahim ve içinden çıkılmaz boyutlara taşıyacaktır. ABD’nin Irak’ta Kürtlerin desteğine ihtiyacı var, aynı şekilde Kürtlerin yönetici partileri bunu bildikleri için ABD’ye en geniş haklarını kabul ettirmeye çalışıyorlar. Ancak burada çok hassas dengeler var. Bir, ABD’yi zorlayan iç dengeler var, Şii Araplar, Sunni Araplar ve bunların siyasal güçleri ve ağırlıkları. İki, ABD’yi zorlayan bölgesel dengeler var, TC, Arap devletleri ve diğerleri… Dolayısıyla bu durum, Güneydeki geleneksel çizginin başka açmazlarına da işaret ediyor. Yani ABD yanlısı olmak, geleceğini onun bölge ve dünya stratejisine bağlamak, yelkenleri global ve neo liberal rüzgarlarla doldurmak, tek başına yetmiyor. Çünkü Kürdistan devletlerarası ve uluslararası bir sömürge ve bundan kaynaklanan zorlukları var. Başka bir ifadeyle Kürdistan sorunu, bir devrim sorunudur. Bu da ancak kendi omuzları üzerinde kendi kafasını taşımakla mümkün. Böyle bir yaklaşım halklarla en geniş ittifakı ve işbirliğini de koşullamaktadır. Yoksa esen rüzgara yatmak, dönemin en büyük gücünün tatlı sözlerine bel bağlamak, tarihte de kanıtlandığı gibi, sonuçta hüsran ve felaketten başka bir şey getirmeyecektir!

Kısaca özetlemeye çalıştığımız gibi globalizme, neo liberalizme yatmak, politik olarak geleceğini ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesine bağlamak, kendi içinde sayısız açmazı, felaket olasılığını ve Kürtlere uzun vadede tecrit olasılığını barındırıyor.

Dolayısıyla kendini yeni duruma göre uyarlayan KDP-YNK çizgisi ve onun izdüşümlerinin yurtseverliği, hatta milliyetçiliği dar, güdük, bağımlı, stratejik anlamda bel kemiğinden yoksun bir yurtseverlik ve milliyetçiliktir.

 

II.

 

Kuzey Kürdistan’daki siyasal akımların gelişimi, durumu ve bugün geldiği yer bakımımdan Güneyden önemli farklılıklar taşımaktadır. KDP’de somutlaşan siyaset geleneğinin Kuzeyde politik bir güç olarak varlık bulması pek mümkün olmadı. Türkiye-KDP böyle bir rol oynamak istedi, yine onun devamı niteliğinde olan KUK, sosyalist ideolojiyi söylem düzeyinde de olsa kullanarak aynı geleneğin Kuzey versiyonu olmak istedi. Ancak her ikisi de bunu başaramadı. Bunun kuşkusuz öznel etkenleri kadar nesnel nedenleri de vardır. Buna kısaca da olsa geleceğiz.

KDP, Kuzey üzerinde 1970’lı yıllarda belli bir etkide bulunsa da, Kuzeydeki siyasal akımlar, esas olarak Türkiye Devrimci Hareketinden etkilendiler, ama ondan belli kopuşu da yaşadılar. 1970’li yılların ortalarında Kürdistan adına yola çıkan, kendisini sosyalist ve emekçilerden yana olarak tanımlayan bir dizi grup ortay çıktı… Özgürlük Yolu Dergisi ile anılan PSK, DDKD, KUK, Rızgari, Kawa ve PKK…

Söylem düzeyinde bu gruplar arasında ciddi bir farklılığın olmadığı söylenebilir, ama bu yanıltıcı olmamalıdır. Daha çok genel bir bakışla bakıldığında benzerliklerden söz edilebilir. Doğru, PKK dışındaki gruplar arasında temel konularda, örgütlenme ve çalışma tarzında, yaşam biçimlerinde hemen hemen hiç bir fark yoktu. 1970’li yıllarda PKK’nin bu gruplarla ilgili değerlendirmesi özetle şöyleydi:

“Sol ve sosyalizm adına yola çıktığını söyleyen grupların sınıfsal temeli kent küçük ve orta burjuvalarına dayanmaktadır. Kent küçük burjuvazisi, düzene bin bir bağla bağladır. Dolayısıyla kendi adına bağımsız siyaset yapması, bağımsız bir siyasal güç haline gelmesi mümkün değildir. Bırakalım siyasal bir güç haline gelmesi, ideolojik bir varlık haline gelmeleri bile çok kuşkuludur! Ancak devrimci proleter bir çizgi öncülüğünde mücadelenin gelişmesine bağlı olarak bu tabaka da devrimde yer alabilir, ne var ki istikrarsızlığı ve ‘geçici yol arkadaşlığı’ da göz ardı edilmemelidir! Anılan gruplarla farklılığımız ve sınırlarımız net ve kesin bir biçimde çizilmeli ve bu her zaman gözetilmelidir!”

Bu değerlendirmenin yanı sıra grupların şiddet de dahil her yöntemle tasfiye edilmesi düşüncesi de var ve bu, PKK Kuruluş Bildirisine de geçmişti. Şiddet yöntemleriyle tasfiye etme anlayışını doğru bulmuyoruz. Ancak yukarda kısaca özetlediğimiz PKK değerlendirmesi ve öngörüsü 20-30 yıllık mücadele pratiğinde doğrulanmadı mı?

Şu önemli bir sorudur ve bu grupların ve onları temsil iddiasında olanların mutlaka yanıt vermeleri gerekiyor: Neden politik bir varlık gösteremediler, neden politik bir güç haline gelemediler? Bu soruyu kendilerine sormadan ve objektif olarak yanıtını vermeden, sadece Öcalan’a küfür etmekle, PKK suçlamalarıyla politikanın yapılmayacağı kanıtlanan bir gerçeklik değil mi?

Hatırlıyoruz, yukarıda andığımız grupların liderleri, sözcüleri mangalda kül bırakmıyordu. PKK’lileri ise beğenmiyor, kimi zaman yerden yere vuruyorlardı. Ama görüldü ki PKK’liler karınca gibi gece gündüz çalışıyor, sözleriyle davranışları arasında tutarlı bir tablo sergiliyor, yani söylediklerini yapıyor ve söyledikleri gibi yaşıyor ve çalışıyor. Okullarını bırakıyor, mesleklerini bırakıyor ve her şeyleriyle kendilerini mücadeleye veriyorlardı. Sonuçta da her geçen gün katlanarak büyüyorlardı, politik etkileri artıyordu. Hatalarına ve eksikliklerine, toyluklarına rağmen bu yine böyleydi.

Diğer gruplar ilk çıktıklarında iddialı laflar ediyor ve bunun üzerinde gençlikte belli bir kitle toplamış bulunuyorlardı. Ancak gelişmeleri başta sınırlı oldu, sonra durdu, daha sonra geriledi…

Neden?

Şimdi Avrupa’da “Biz görevimizi yapsaydık Apo belası başımıza bela olmazdı, sorumlu biziz” diye kendisine büyük roller atfetmek, gerçekte hiçbir şey ifade etmiyor. Aslında bu yenilgili duruşta bile kendisine pay çıkarma kurnazlığı var. Ancak bunun üzerinde durmuyoruz. Bu sözler karşısında söylenmesi gereken söz şudur: “Yapsaydın, elini kolunu bağlayan mı vardı? Dün yapamadıysan bugün yap! Sorumluluk, tespit edilen eksikliği gidermeye çalışmaktır. Yoksa, anılan sözlerin günah çıkarmanın ötesinde bir değeri olmaz.”

Kuşkusuz burada tek tek bireylerin kişilik ve ahlaki özelliklerini tartışmıyoruz. Toplumsal-sınıfsal, bundan kaynağını alan ideolojik ve politik duruştan, kimlikten söz ediyoruz. Örneğin 1970’li yıllardaki bir PKK’li mesleğini bırakıyor, ailesini bırakıyor, yaşamını ortaya koyuyor ve mücadele ediyor. Ama diğer grupların liderleri bürolarında avukatlık yapmaktan vazgeçmiyor, diğer lider ve kadroları düzene hizmet etmekte bir sakınca görmüyor, sıcak yuvasından tek bir adımını dışarı atmıyor. Bu iki davranış biçimini belirleyen nedir? Hangisi kazandırdı, hangisi kaybettirdi? Burada kendi yaşam tarzını sorgulamadan “görevlerimizi yapamadık” demenin ne anlamı var? Bu yaşam tarzı, Kürdistan gibi bir ülkede zorlu bir mücadeleyi omuzlaması, hatta onu kıpırdatması mümkün mü? Ortada tarihe mal olmuş bir gerçeklik var. Bunun nedenleri bütün boyutlarıyla ortaya konulmadan ve bu nesnel bir biçimde yapılmadan söylenecek her sözün anlamsız kalacağı çok nettir.

Başka kısa bir örnek vermek istiyoruz. Diyarbakır zindanlarını bilmeyen, duymayan kalmamıştır. Devlet mutlak teslimiyet ve ihaneti dayatıyordu. Bunun anlamı, 1970’li yıllarda yeşermeye başlayan ulusal kurtuluş umudunu teslim alınmış tutsaklar üzerinden bastırmak ve nihai olarak yok etmekti. Bu, tarihsel bir dönemeçti. Aslında davada, söylenen sözde, halka verilen sözde samimi olup olmamanın, tutarlı olup olmamanın mihenk taşıydı. PKK tutsakları tartışmasız direniş kararı aldılar ve uyguladılar. Ama yukarda saydığımız bu grupların tümü, istisnasız tümü, “kurallara uyma”, yani teslim olma kararı aldı ve uyguladı. Peki bu farklı iki tutum ve karar neden alındı? Daha sonra “biz de direndik” deyip ciltler dolusu yazı yazmanın, teslimiyeti meşrulaştıran sayısız teori üretmenin bu katı tarihi gerçek karşısında hiç bir hükmü yoktur. PKK’li tutsakların direniş kararı ve pratikleri ne Öcalan’ın talimatıydı, ne de bir rastlantıydı. Onlar çıkışlarını ve varlık gerekçelerini direnişle açıklamışlardı, anlayış ve ruhlarını bu temelde geliştirmişlerdi. 1981’ın Mayısında direnişleri kırıldığında bile teslimiyeti düşüncede ve ruhta kabul etmediler, bu davranışlarını her zaman mahkum ettiler, direnişin haklılığını, davanın meşruiyetini her zeminde, mahkemelerde dile getirmekten bir adım bile geri durmadılar… Ve Mazlum Doğan’ın direnişiyle yeniden harekete geçtiler… Ya diğerleri? Onlar hallerinden memnundular, bir düzlüğe çıkılsındı, yine mangalda kül bırakmayacaklardı. Öyle de yaptılar. Diyarbakır gerçekliğini çok iğrenç bir biçimde tahrif eden “Raporlara” tanık olduk… Bazıları PKK’lilerde çok sayıda itirafçı çıkmış olmasını kendilerinin doğrulanması olarak ileri sürme kurnazlığı göstermektedirler. Direniş ve kıran kırana bir mücadelenin olduğu bir yerde ihanetçilerin çıkmasında şaşılacak bir yan yok ki! Kaldı ki diğerlerinde çıkacak itirafçılara düşmanın bir ihtiyacı yoktu ki! 1983’e kadar onların ne durumda olduğunu çok iyi biliyoruz. Burada ayrıntıya girmek konumuz değil. Ancak şu kadarını vurgulamakla yetinelim: Diyarbakır zindanları bir mihenk taşı, bir labaratuvar, Kürdistan gerçekliğinin küçük bir maketi niteliğindeydi. Orada sınıfsal, ideolojik ve politik duruşlar sınandı, denendi, kimin ne olup olmadığı çok net çizgileriyle ortaya çıktı, kanıtlandı. Aynı zamanda özel savaş politikaları için de bir labaratuar işlevini gördü. Daha sonra geliştirilen özel savaş uygulamalarının büyük bir çoğunluğu Diyarbakır’da denenmiş ve test edilmiştir. Diyarbakır’da gösterilen büyük direniş, orayla sınırlı kalmadı, dağlara taşındı, bir çizgiye ve bir yaşam tarzına dönüştürüldü. Bu tarihi gerçeklerden çıkarılması gereken ders şudur:

Kürdistan ulusal kurutuluş sorunu, bir devrim sorunudur, bu devrimi de ancak her şeylerini ortaya koyabilecek emekçi sınıflar ve onların temsilcileri yapabilir… Özellikle devrimimizin nasıl bir öncülüğe sahip olması gerektiğini bu tarihi gerçekler ortaya koymaktadır.

Sonra 15 Ağustos ve o eksende gelişen bir devrimci süreci yaşadık. Peki Kuzeydeki gruplara ne oldu?

12 Eylülden sonra yeniden toparlanıp politik bir varlık gösterebildiler mi? Toparlanma, politik bir haline gelme çabaları oldu. PSK gibileri yurt dışında belli bir kitleyi etkisi altında tutmaya çalıştı. Ancak bunun ülkedeki politik etkisi hemen hemen yok gibiydi. Diğerlerinin toparlanma, ülkeye etkin bir biçimde müdahale etme istem, arayış ve çabaları başarıya ulaşmadı. Ama büyük çoğunluğu adalarını ve dar bir çevreyi etraflarında tutmayı sürdürdü. Burada bir noktanın altını çizmemiz gerekir. PKK öncülüğünde gelişen mücadele sonucunda Türkiye ve Kürdistan’da devlet ile PKK arasında belli bir denge oluşmuştu. Bunun bazı politik etkileri oluyordu. Bu denge Türkiye sol hareketine olduğu gibi Kürdistan’daki gruplara da güçlerin ötesinde politik bir manevra alanı, politik bir etki verebiliyordu. Bunu ne kadar değerlendirdiler veya değerlendirmediler, bu, ayrı bir tartışma konusudur. Ancak anılan bu dengenin varlığı ve sağladığı avantajlar İmralı ihanetinden sonra bütün çıplaklığı ile ortaya çıktı. İmralı bir tasfiye süreciydi, aynı zamanda anılan dengenin bir ayağının çöküşü demekti. Bu dengenin bir ayağı aslında bir yönüyle de bu grupların üzerine çöktü. Genel bir gözlem bile bunun ne kadar doğru olduğunu ortaya koyar. İmralı ihanetinden sonra genelde bir kırılma, çözülme ve dağılma daha da hızlandı ve boyutlandı. Anılan grupların varlığı ile yokluğu arasında bir fark kalmadı. Daha da kötüsü bu süreci toparlama ve ayağa kalma yönünde değerlendirme çabalarına da tanık olmamaktayız. “Herkes” halinden memnun, “PKK yenildi, Apo şöyle ajandı, biz doğrulandık” havası, rahatlığı ve biraz da içi boş bir böbürlenmenin tatmini içindedir. Evet, Öcalan ihanet etti, PKK yenilgiye uğratıldı, şimdi yarattığı bütün değerler tasfiye ediliyor. Bunlar doğru. Peki bu enkazın altında tümden soluksuz kaldığınızı niye fark etmiyorsunuz? Bu, bir yanılsama mı, yoksa tasfiyede “eşitlenmenin” rehaveti mi?

Kuşkusuz bu tasfiyenin çok boyutlu nedenleri var. Aslında başka değerlendirmelerimizde vurguladığımız gibi bir dönemin siyaset anlayışı bitti, yeni bir dönem başladı. Yeni dönemin siyaset anlayışı evrensel gelişmelerden, ülkemizdeki toplumsal-sınıfsal yapıdan ve çelişkilerden bağımsız olamaz. Gelinen noktada görünen o ki genel eğilim, esen rüzgardan yana; globalizmin, neo liberalizmin, ABD’nin dünyayı tek başına yönetme politikasının hayranlığı revaçta olan eğilim. Diyelim ki, Güneyde ABD ile oradaki Kürt çıkarları belli bir süre belli ölçülerde çakıştığı için bu belli olanaklar sundu. Bunun belli yönleriyle anlaşılır bir anlamı olabilir. Ya Kuzey için ne düşünüyorsunuz? Globalizmin, ABD hayranlığının işe yarar bir yanı var mı? Yoksa bu parçanın geleceğini nerede görüyorsunuz?

Bu sorulara tutarlı ve inandırıcı bir yanıtlarının olduğunu sanmıyoruz. Ama şunu istiyoruz: Kürdistan’daki kendisini liberal, muhafazakar, milliyetçi olarak adlandıran çevre ve kişilerin kendi adlarına şekillenmelerinde, politikada boy göstermelerinde yarar görüyoruz. Ancak yakın gelecekte bunun işaretleri görünmemektedir.

Bir de İslamcı eğilimler var. Bunun da ayrı bir değerlendirmede tartışılması gerektiğini düşünüyoruz.

 

III.

Bütün bu değerlendirmelerden sonra iki temel soruya gelmiş bulunuyoruz. Kuzey Kürdistan’ın KDP veya YNK’si geliştirilebilir mi, oluşturulabilir mi?

İkinci soru da şu: Kuzey devrimci mücadelesini kim, hangi, sınıflar, hangi çizgi toparlama ve yeniden politik gündemin etkin bir öğesi haline getirme yeteneğine, gücüne ve potansiyeline sahip?

Birinci sorunun yanıtını başka bir değerlendirmede kısaca özetlemiştik. Anılan bu değerlendirilmeden uzun bir aktarma yaparak bu sorunun yanıtını vermeye çalışalım:

“Kürt egemen sınıflarına dayalı işbirlikçi bir politik hareket haline gelme hedefi, Kogra-Gelin temel hedefidir! Bu, aynı zamanda tasfiyecilik sürecinin tamamlanması, bunun işbirlikçi bir hareket olarak ete kemiğe bürünmesidir!

Dikkate edilirse bir yandan “eskiye” ait ne varsa atılırken, “eski”yi çağrıştıracak ne kalmışsa silinmeye çalışılırken, bir yandan da işbirlikçi egemen sınıf hareketinin örgütü, kadroları ve politik zemini yaratılmaya çalışılıyor.

Özellikle ABD’nin Irak işgali, Güneydeki geleneksel çizgilerin ABD stratejisinde etkin rol almaları, “bizimkilerin” de iştahını kabartmıştır. Dün yerine dibine batırılan, işbirlikçilikle, ihanetle suçlanan KDP ve YNK, bugün öykünen, model alınan partiler haline geliyor. Bu, tarihin ironisi, belki de kötü bir rövanşı olmalı!

Ancak “bizimkilerin” tüm tutkulu istemlerine rağmen, Güney partileri, KDP ve YNK gibi bir hareket haline gelmeleri mümkün değildir. Bunun çok temel nedenleri var. TC ve ABD’nin tutumu bu nedenlerden ikisi olmakla birlikte bu olanaksızlığı salt bunlarla açıklamak mümkün değildir. Kongra-Gelin bir KDP ve YNK haline gelememesinin çok temel tarihsel, toplumsal ve politik nedenleri var. Bunları satır başlıkları biçiminde özetlememiz gerekiyor.

Öncelikle Kuzey Kürdistan’daki egemen sınıflar 1940’lı yıllara kadar süren tenkil, sürgün ve tasfiye hareketiyle politik olarak dağıtıldılar, alınan çok yönlü tedbirlerle bir daha kendilerini toparlamaları büyük ölçüde olanaksızlaştırıldı. Ekonomik olarak kendi sistemlerine eklemlendiler, politik olarak kendi partilerinin basit bir eklentileri haline getirildiler. Devrimci mücadele süreciyle birlikte Kürt egemen ve orta sınıflarından gelen unsurların hemen hemen tümünün politik geçmişlerinde düzen partilerinin yerinin olması rastlantı değildir. Yıllarca DP, AP, DYP içinde “siyaset” yaptıktan ve Kürtlük belli bir değer kazandıktan sonra Kürt siyasetine soyunanların bugün herkesten daha fazla “yurtsever” pozlar takınması boşuna değildir. Bu gerçekliği unutup onların emirlerinde siyaset yapmayı “sol” geçmişlerine yakıştıranları da sadece not etmekle yetinelim. Melik Fıratlar, Şerafettin Elçiler, Ahmet Türkler, Sakıklar ve diğerleri, Dep ve Hadep’te yöneticilik yapan önemli bir çoğunluk, 1990’lı yıllara kadar düzen partileri içinde sıradan bir rol üstlenmişlerdi. Bu tarihten sonra ise devrimci mücadelenin orasına burasına tutunarak politika yapmaya başladılar. Ş. Elçi ise karşıt bir konumda durarak “Kürtlük” adına politika sahnesinde boy verdi…

Ancak görüldü ki bu kadroların hiç biri içinden geldikleri sınıf adına bağımsız, kişilikli bir politika yapamadılar, politik bir harekete dönüşemediler. İster taraftar olsun, ister karşıt konumda olsun, belli bir etki kazanabildilerse bu, daha çok devrimci mücadelenin yarattığı dengelerden kaynaklandı. “Devlet baskılarından dolayı Şerefattin Elçi Kuzeyin KDP’si olamadı” demek gerçeklere yüzeysel bakmaktan başka bir şey değildir.

Tenkil ve sürgün hareketleriyle, kendi içine alarak eritme, daha doğrusu iğdiş etme politikalarıyla sınıf olarak dağıtılan, düzenle ilişkileri bireysel-ailesel ve aşiretsel düzeye indirgenen Kuzey Kürt egemen sınıflarının 1970’lere geldiğimizde bir Kürt sorunu, bir ulusal sorunları yoktu. Onlar birey, aile veya aşiret olarak, en genel anlamıyla sınıf olarak sömürgeci düzenin ülkemizdeki sosyal dayanağı haline gelmişti. Düzenle bin bir bağ içindeydiler ve öyle ki varlıkları düzenle kurdukları işbirliğine bağlanmıştı.

Bu, sömürgecilerin izledikleri çok bilinçli bir politikadır. Onlar biliyorlardı ki daha öncesinde ve 1920’lerde de görüldüğü gibi Kürt toplumunu ayaklandıracak neredeyse tek güç ve sınıf Kürt egemenleridir. Onların işi bitirildi mi, ya da düzenin basit bir eklentisi haline getirildi mi, sistemle ilişkileri sınıf düzeyinde değil, aile-birey düzeyine indirgendi mi Kürt sorununu tarihe gömmek daha da kolaylaşır.

1970’li yıllara kadar Kürdistan’da ciddi bir hareketlenmenin olmaması salt baskılarla açıklanamaz. En temel nedenlerden biri egemen sınıflarının anılan tarzda iğdiş edilmeleri ve böylece iç dinamiklerin dumura uğratılmasıdır. Ama ne zaman ki Kürdistan’da modern sınıflaşmaya ve sosyal gelişmeye benzer gelişmeler başladı ve bu gelişmeler diğer ideolojik ve politik hareketlerden etkilendi, işte o zaman Kürdistan’ın yeniden ayağa kalkışına tanık oluyoruz.

Güney Kürdistan’da gelişmeler daha farklı seyretmiştir. Irak sömürgeciliği Kürt egemen sınıflarının önderlik ettiği hareketleri tam anlamıyla bastırıp tasfiye edememiş, örgütlerini dağıtamamış ve politik etkilerini yok edememiştir. Oysa Kuzeyde bu süreç 1940’lara gelindiğinde hemen hemen tamamlanmıştır. Dolayısıyla tüm yenilgilere ve ağır kayıplara rağmen KDP ve daha sonra aynı kökenden gelen YNK Güneyin Kürt egemen sınıflarının partileri olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Yabancı dengelere oynamayı temel siyaset çizgisi haline getiren bu partiler, egemen bölge ve dünya dengeleriyle esasta karşı karşıya gelmemişler, tersine esen rüzgara göre yön almayı becermişlerdir.

Ancak Kuzeyde böyle bir egemen sınıf hareketi olmadı. Bugün tasfiye ve tersine dönüş hareketi ile böyle örgütlü, sistemin bir ayağı olabilecek bir hareket yaratılmak isteniyor, Kongra-Gel de bunun örgütsel formu olarak düşünülüyor.

Ama bu pek olanaklı görünmüyor. Bunun kadrosu da yok.(…)

Dikkat edilsin, Kuzeydeki egemen sınıf siyasetçileri mücadelemizle birlikte belirmeye başladılar, ancak hep onun gölgesinde kaldılar. Bağımsız duruşları ve iradeleri hiç olmadı, fırsat bulduklarında küçük siyasal ayak oyunlarından uzak durmadılar. Hadep içinde yöneticilik yapanların ezici çoğunluğunun durumu budur. Aslında Öcalan 1990’lardan bu yana Kürt orta ve egemen sınıflarına alan açtı, onları kendi sosyal dayanağı ve politik zemini haline getirmeye çalıştı. Ama onlar hep iradesiz kaldılar. Bağımsız politik güç haline gelme olanakları da yoktu. Öcalan sisteminin kendisi bunu olanaksızlaştırıyordu.

Zaten Öcalan sistemi varlığını ve egemenliğini sürdürdüğü sürece Kongra-Gel ve daha sonra denenecek formların bağımsız siyaset ve siyasetçi üretmesi olanaksız düzeyinde güçtür!

Bütün bu etkenleri birlikte değerlendirdiğimizde Kuzeyin egemen sınıf hareketini geliştirmenin ne kadar güç olduğu ortadadır. Bu, aynı zamanda İmralı çizgisinin, tersine, karşıtına dönüşüm sürecinin açmazlarını anlatıyor!” (Halk Kongresi mi, Halka İhanet mi? M. Can Yüce; Bülten, 1. Sayı)

Kogra-Gel için yapılan bu değerlendirme, aslında onun dışındaki girişimler için de geçerlidir. Bir HakPar’ın durumu ve güdük kalışı bu gerçekliğin somut bir göstergesi değil mi? Kısacası bir eğilim olmakla birlikte yakın gelecekte Kuzey Kürt egemen ve orta sınıfların kendi adlarına, örneğin bir Irak KDP gibi bir politik hareket geliştirmeleri hemen hemen olanaksız gibidir.

Elbette bu gerçeklik, içten ve dıştan beslenecek bu eğilime karşı ideolojik ve politik mücadele vermeyeceği anlamına gelmez. Gerektiği ve hak ettiği ölçüde bu mücadele vermek durumundadır!

Aslında bu sonuç bölümün hemen başında sorduğumuz ikinci sorunun yanıtını da vermiş oluyoruz.

Son 20-30 yıllık Kuzey Kürdistan tarihine damgasını vuran PKK öncülüğündeki harekettir. PKK, kendisini sosyalist ve emekçi sınıfların hareketi olarak tanımladı ve bu temelde mücadele etti. Hataları ve sevaplarıyla tarihteki onurlu yerini aldı. Ortaya çıkardığı değerler, dersler, muazzam bir birikim var ve bunlar, bugün tarihin tanık olduğu en büyük tasfiye hareketi tarafından tasfiye ediliyor. Ona rağmen kısa sürede bu değerleri yok etmeleri de mümkün değildir.

Öte yanda Kürdistan sorunu bütün yakıcılığı ile orta yerde duruyor ve çözüm bekliyor. Kuzey Kürt egemen ve orta sınıflarının durumu ortada kısaca özetlemeye çalıştık. Kuzey için yola çıktığını söyleyen grupların da “bir kalıntı” haline gelmenin dışında bir varlıkları söz konusu değil. Yeniden ayağa kalkma ve toparlanma işaretleri de yok. Böyle bir işaret olsa da yakın ve orta vadede politik bir güç haline gelmeleri de hemen hemen olanaksız gibidir. Bunlar sübjektif gözlemler değil, birer nesnel tespittir. Geriye Kürdistan emekçileri kalıyor. Zaten “Kürdistan sorunu, aynı zamanda Kürdistan emekçileri sorunudur” derken bu gerçeğe parmak basmak istiyoruz. Son otuz yıllık mücadelede orta çıkarılan değerlerin gerçek yaratıcıları da emekçilerden başkası değildir. Ancak toparlanmak ve yeniden ayağa kalkmak kendiliğinden olmayacaktır. Kim verecek, bu sorumluluk kimin omuzlarında?

Hiç kuşkusuz bu sorumluluk, son otuz yıllık mücadele deneyimlerine dayanan, onu kendisine tarihsel miras olarak kabul eden ve onu aşarak kendisini yeniden inşa eden devrimci sosyalist bir hareketin omuzlarındadır! Onlar da bu sorumluluk bilinciyle ağır görevlerinin üzerine gideceklerine inanıyoruz!

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
News Reporter