ABD'nin Türkiye'ye "Ermeni soykırımını tanıma" çağrısı yapmasıyla, Hrant Dink cinayetinde duvara yaslanan milliyetçiler çubuğu ters tarafa bükmeye başlayacak. Milliyetçiliği bir kez daha duvara dayamak için başka bir motivasyona ihtiyacımız olacak.
Siyasi Gazete
19/02/2007
BİA (İstanbul) – "Hepimiz Ermeniyiz"… Hrant Dink'in 19 Ocak'ta haince katledilmesinin ardından Türkiye'yi bir baştan bir başa kat eden bu slogan, gayri Müslim toplulukların katledilmesine, gayri-Türk toplulukların zorla asimilasyonuna dayalı Türk ulusçuluğunu, meşruiyetinin en karşı konulmaz doruklara yükseldiğini varsaydığı bir anda sorgulayarak, milliyetçi dalganın dibe vuruşunda bir mendirek etkisi yarattı.
Bugün, 19 Ocak'tan farklı yeni bir siyasal düzlem üzerindeyiz. Hrant Dink'in öldürülüşünün ilk saatlerindeki şaşkınlık, ne yapacağını bilemezlik ve çaresizliğin yerini çok kısa sürede alan, Türkiye, hatta dünya çapında yükselen apansız, kuşatıcı ve zincirleme ilerleyen tepki yeni bir politik zemin kurdu. Eğer, Hrant Dink cinayetini tasarlayanların orijinal planı milliyetçilik kampını derlemek, toplamak, karşıt kampta korku, panik ve dağınıklık yaratmak idiyse- bu yeni politik iklimde, katillerin hesaplarının şaştığını, kısa vadede beklentilerinin tam tersine sonuçlar doğurduğunu söylemek mümkün… Ama yalnızca kısa vadede.
AKP, sorumluluğu "derin devlet"e yıktı
Cinayet sonrası, birbiri peşi sıra ortaya dökülen kanıtların açıkça ortaya koyduğu gerçek: Hrant Dink'in öldürülmesinde hükümetin, eğer dahli değilse ağır kusuru olduğuydu. Özellikle İçişleri ve Adalet Bakanlıkları'ndaki işleyiş, Hrant Dink'in, önce hedef kılınmasına, ardından bir yılı aşkın bir dönem boyunca her adımı emniyet, jandarma, gizli servisler, Trabzon ve İstanbul Valiliklerinin bilgisinde bulunan bir suikast süreci sonunda öldürülmesinde elverişli bir çerçeve oluşturmuştu.
Şu ana kadar, olayla ilgili olarak resmen suçlanan kamu görevlisi sayısı cinayette yer alan tetikçi sivillerin sayısının iki katına çıktı. Ama bu görevlilerin bağlı olduğu AKP hükümeti, inanılmaz bir pişkinlikle cinayetin faturasını "derin devlet"e çıkartarak, sorumluluktan ellerini yıkamayı başardı. Bunda elbette, ana muhalefet partisi CHP'nin yürüttüğü anlamsız muhalefetin de payı vardı: CHP, Hrant Dink'in gerçek katillerinin ortaya çıkarılması için hükümete baskı uygulayacak yerde bu cinayeti hükümeti yıpratmak için kurcalanabilecek herhangi bir gerekçe derekesine indirmek, cinayetin gerisindeki milliyetçi yığınağı görünmez kılmak ve jandarma mensuplarının cinayet sürecindeki rolünü saklamakla ilgilendi.
Derin devlet, devletin istemediğini yapmaz
Hükümetin de CHP'nin de manevraları sonuçta aynı kapıya çıkıyor. Aslında ikisi de, hepsinin tek bir zincir oluşturdukları şimdi daha iyi görünen bir dizi saldırının -İHD eski Genel Başkanı Akın Birdal'a başarısız suikast girişimi, Trabzon'da Katolik rahip Santoro'nun öldürülmesi, Danıştay 2. Dairesi yargıçlarına, Başkan Mustafa Yücel Özbilgin'in ölümüyle sonuçlanan saldırı ve son olarak HrantDink suikastı- ikinci halkasında ortaya çıkan siluetlerin birbiriyle ilişkisini anlamlandırmak ve bunun ima ettiği politik sonuçlarla yüzleşmekten kaçınmak istiyor.
En azından şu ana kadar ortaya çıkan ve varlığı genel kabul gören bulgular, bu bir dizi saldırı kapsamında hükümetin "derin devlet" iddialarını da, muhalefetin "Fettulahçı polisler komplosu"nu da doğrular gözükmüyor. Bütün saldırıları kuşatan yarı-politik ilişkiler ağına bakıldığında görünen ortak politik-ideolojik özellikler daha başka:
* MHP'nin doğrudan doğruya devletle bakışan politikalarından ayrılan, nispeten merkezkaç ve daha özgün, İslamcılıkla bezeli bir Türkçülük yönelişi. Olaylarda yer alanların hemen hepsinin BBP, Nizam-ı Alem Ocakları, Alperen Ocakları ile şu ya da bu şekilde bağlantılı oluşları.
* Susurluk'un tasfiyesi sürecinde resmi hiyerarşi dışına atılan eski güvenlik ve antiterör görevlileri, özellikle emekli tümgeneral Veli Küçük çevresinde odaklanmaya başlayan "sivil" bağlantı ve dayanışma ağlarıyla ilişkili oluşumlar.
* Türkiye'nin geleceğini ulusal sınırlar dâhilindeki gelişmeler çerçevesinde ve "Batı ittifakı" içinde değil, bölgesel gelişmeler içinde ve hepsi İslam olan bölge ülkelerinin coğrafyasında inisiyatif kazanmakta gören bir stratejik yaklaşım.
Bu yaklaşım ve ilişkiler, devletin asli aygıtlarının -ordu, bürokrasi, yargı, polis ve üniversite- yönelişleriyle taban tabana karşıt. Bu aygıtlar, Avrupa Birliği ve ABD'ye yönelik derin kuşkularına, Irak'ın bölünmesi ve Kuzey Irak'ta bağımsız bir Kürt Devleti kurulmasının Türkiye'deki olası etkileri konusundaki kaygılarına karşın, Türkiye'nin geleceğini Batı'da, küresel kapitalizm çerçevesinde ve NATO ittifakının sağladığı güvenlik mekanizması içinde görüyor. O nedenle, bu eksantrik oluşumun devlette kimi güçlü ama tekil bağları var diye "derin devlet" operasyonuyla ilişkilendirilmesi güç, hatta, olanaksız.
"Derin devlet" denilen "gizli operasyon" hiçbir zaman devletin tarihsel rotasıyla çatışmaz. Her çatışma, tersine, bir sapmayı ya da harici müdahaleyi haber verir.
Hrant Dink'in hayatına kasteden son saldırıyla birlikte ele alındığında yukarıda andığımız saldırılar zincirinin gerisinde kümelenen ve görünen en belirgin siması JİTEM eski komutanı emekli tümgeneral Veli Küçük olan bir ekip geleneksel fay hatlarını -Kürt Sorunu, laiklik, "Ermeni Soykırımı", Kıbrıs- gerilim altında tutarak Türkiye Cumhuriyeti'nin seçkinlerine -dışarıdan ve olabildiği kadar da içeriden- yeni bir yöneliş öneriyor. Bu yönelişin iki belirgin eksantrik özelliğinden söz edilebilir:
* Irak'ın bölünmesiyle başlayacak yeni dönemde Batıya arkasını dönmek ve demokrasiye son vermek.
* Türk ve Müslüman unsuruna dayanarak, bölgesel bir güç düzeyine yükselmek. Bu amaçla milli birliği tesis etmek için çok kimlikliliği tasfiye etmek.
Oldukça akıl dışı gözükse de, bu yaklaşım, Rauf Denktaş'tan, Erkan Mumcu'ya, Deniz Baykal'dan, eski ordu komutanlarına, Cumhuriyet Savcıları'na kadar oldukça yaygın bir yelpazede yer alan politikacı ve seçkinlerin her birinin, meşreplerine göre şurası ya da burasını çekiştirerek su taşıdıkları bir anafora varıyor. O nedenle, bu anaforun devletin güvenlik ve askeri aygıtlarının bir kesimini de etkilemiş olması olasılığı şaşırtıcı sayılmamalı. Ama, "derin devlet" demek, devlet bu yönelişe henüz iltifat etmediği nispette, cinayeti açıklamak yerine onu anlamayı ve anlamlandırmayı daha da güçleştiriyor.
Bu bölünme ezilenlerin çıkarlarına uymuyor
Hrant Dink'in öldürülmesiyle birlikte dalgalanan saflar bu gerilim ekseninde bir kez daha yeniden dizilmeye başladı. Sosyalist Emek Hareketi'nin yayınladığı durum değerlendirmesinde de ortaya konulduğu şekilde "Türkiye milliyetçilik tartışmasının içine yuvarlanıyor. Milliyetçiler, ulusalcılar, yurtseverler bir tarafta, buna tepki duyan liberaller bir başka tarafta birikiyor. Bu gelişme toplumsal sorunları dışlayan ve gündemi 'siyasal demokrasi'ye hapseden bir rol oynuyor. Halk kitlelerinin somut gerçekliğinden ve ihtiyaçlarından kopuk böyle bir gündem, siyaseti halkın sezgilerinden ve gözünden uzak yerlere, devlet mahfillerinde kurulu 'kurtlar sofrası'na çekiyor. Daha da vahimi Türkiye solunun önemli bir toplamı bu tuzaklarla dolu gelişmeye bilerek veya bilmeyerek alet oluyor."
"Özgürlükleri" liberallerin, "memleketi" milliyetçilerin savunmasına bırakan, solun ya biri, ya öbüründen yana olabilmek için kendi içinde bölündüğü bu sahte yarılmadan bir an önce çıkmak ve "sınıflara bölünmüş memleket" gerçeğini esas alan bir siyasi sınıf mücadelesi yaklaşımını solda hâkim kılmak, içinde yaşadığımız zamanların en yakıcı görevi halini alıyor.
19 Ocak'ın ertesi gününe mücadele azmiyle dolarak uyanmamızda doğrusu, bir "simya taşı" etkisi yaratan "Hepimiz Ermeniyiz" haykırışının duvara dayadığı "milliyetçiliğin", "milliyetçi-mukadessatçılığın", "ulusalcı vatanseverciliğin", envai çeşit gericiliğin ve saldırganlığın, geriye adım atmaya zorlandığı için, bir stratejiden, ya da stratejiler rekabetinden yoksun olarak elleri böğründe kaldığını varsaymak, süre giden yarılmaları eksik bir biçimde okumak demek olur.
Hepimiz emekçiyiz!
Bu kıstırılmışlık halinden çıkmak için mutlaka zaman kollanacak, şartlar izlenecek ve büyük olasılıkla önümüzdeki günlerde Amerika Birleşik Devletleri'nin 1915 Olayları'nı "Ermeni Soykırımı" olarak niteleyip Türkiye'ye "soykırımı tanıma" çağrısı yapmasıyla birlikte çubuk ters tarafa bükülmeye başlayacaktır. Bu bükülüş, kuvvetle karşı konulmazsa, HrantDink cinayetinde mahcubiyetten politik sahnenin arkalarına çekilen Kemalistleri de dalgasının üstüne alarak, faşist bir yükselişe dönüşebilir.
Bu kaosta Türkiye emekçilerinin yollarını kaybetmemelerini sağlayacak olan en önemli olanak, emek örgütlerinin, işçi hareketi militanlarının, emekçi hareket ve partilerinin, ezilen ve dışlanan toplumsal grup ve kesimlerin açık ve saydam bir emek kutbunu örmek üzere bir araya gelmeleri ve kalıcı bir politik zeminde eylemlerini faşizme karşı omuz omuza birleştirmeye başlamalarıyla şekillenecektir.
Milliyetçiliğin yeni koalisyonunu bir kez daha ve çok daha güçlü bir biçimde duvara dayamak için, Ermeni, Türk, Kürt, Arap, Süryani ya da Laz hepimizin başka bir motivasyona ihtiyacımız olacak bu kez: Hepimiz emekçiyiz! (EK/EK)