0 0
Read Time:17 Minute, 45 Second

AB süreci ve beraberinde yaşanan ‘milliyetçilik' gibi birçok olgu ve olay aydınları da saflaştıran bir rol oynadı. Bir yanda, küreselleşmeyi savunan, faşizmin ortaya çıkardığı sorunların çözümünü AB'de arayan, bu anlamda da milliyetçi yükselişi AB önünde engel olarak görerek tavır alan aydınlar var.

Ele alacağımız şovenizmin pençesindeki aydın nasıl ki gerici bir pozisyonda duruyorsa, bu aydınlarımız da bir başka gericiliğin pompalayıcısı durumundadırlar. Milliyetçilik eleştirisi üzerinden bağımsızlık düşüncesinin reddine uzanmaktadırlar.

Faşizmin baskı politikalarına karşı çıkma adına emperyalistlerin Türkiye üzerindeki politikalarının kuyruğuna takılan, AB'ciliği aydın olmanın "temel kriteri" olarak algılayan, vatanseverlik gibi aydın kimliğinin en temel değerlerini faşistlerin kucağına terk eden, emperyalist hegamonyayı ‘kendi iç dinamikleriyle değişmeyenlere dış baskı şart' diye meşrulaştırabilen bu aydın tipini elbette kendi içinde ayrıştırmak da mümkün. Tartışmamız asıl olarak bu aydınlar olmadığı için, detayına girmeyeceğiz. Ancak bu kesimlerin bütün argümanlarının son tahlilde çıktığı nokta, AB projesinin başarısıdır! Orhan Pamuk'un "ya Avrupa Birliği ya barbarlık" sözleri ortak referans kabul edilebilir.

Saflaşmanın diğer cephesinde ise, AB'ye çok çeşitli açılardan karşı çıkan aydınlar var. Bunu sosyalist bir anlayışa oturtanları bir yanda tutuyoruz, asıl konumuz, AB ve şeriat karşıtlığı üzerinden gerici bir zemine, şovenizme, milliyetçiliğe savrulan aydınlardır. Bugün hiç de azımsanmayacak bir aydın grubu, şovenizmin şu veya bu düzeyde etkisi altındadır, şovenizm zehirinden payına düşeni almaktadır. Özellikle AB sürecinin de tetiklediği şovenist milliyetçilik, sol, sosyalist gelenekten gelen, en azından kendini böyle tanımlayan bu aydınları ciddi olarak savurmuştur. Yükselen milliyetçiliği "yurtseverlik" olarak değerlendirmekte, daha çok da "ulusalcılık" kavramını kullanarak kendilerini faşist milliyetçilerden ayırmaya çalışmaktadırlar. Özellikle Dink'in katledilmesi ile bu çabaları daha da yoğunlaşsa da çoğunluğu ‘hepimiz Ermeniyiz' sloganına dahi tahammül edemeyerek, beyinlerinin ne denli teslim alındığını göstermişlerdir. Durdukları yerin burjuva ideolojisi olmasının doğal sonucu olarak gerici bir zemine oturmakta, hatta milliyetçilik maskesini kullanan Susurlukçular'ı, faşist orduyu savunmaya kadar uzanmaktadırlar. Cumhuriyet yazarları, Ataol Behramoğlu, Server Tanilli, Melih Aşık, Özdemir İnce, Öner Yağcı, Turhan Feyizoğlu, Hasan Pulur gibi isimler, bu kapsamda değerlendirilebilir.

Öte yandan bugün güçlü bir damarı oluşturmasa da, üçüncü yol olarak; AB'ye yedeklenmeyen, şovenizme karşı duran, bağımsızlığı, demokrasiyi, sosyalizmi savunan aydınlarımızı da belirtmeliyiz.

Şovenizmin zehirlediği aydın, devlet cephesine adını yazdırıyor

Bugün şovenizmin yükseltilmesinde kullanılan malzemeler, Kürt sorunu, Ermeni soykırımı, azınlıkların hakları, Kıbrıs gibi konulardır. Sol, demokrat aydınların, demokratlıklarını unuttukları ve şovenist politikalara yedeklendikleri örnekler de, daha çok bu konular üzerinden görülmektedir. Özellikle Kürt sorunu, Ermeni kırımı tam anlamıyla pusulalarını şaşırdıkları, onyıllara dayanan inkar, imha ve asimilasyonu savunur konuma düştükleri konulardır. Yükselen milliyetçiliğe bakışlarına da bu çarpık şekillenişleri yön vermektedir.

‹srail'in Lübnan'ı kan gölüne çevirdiği günlerde ülkemizde de, PKK'ye yönelik ‘sınırdışı operasyon' tartışılmaktaydı. Daha sonra hükümet tarafından da dillendirilecek olan "‹srail gibi olma" özlemi, öncesinde Hasan Pulur tarafından yazıldı. ‹srail'i eleştirdikten sonra, "ama, gerçeği görmekten geri kalamazsınız" diyen Pulur, en katliamcı kafanın savunabileceği görüşleri şöyle ifade etti: "PKK'nin silahsız Mehmetçikleri kaçırdığı zaman neler yapıldığını hatırlasanıza… Bir de bugün, İsrail'in ‘onbaşı' için yaptıklarına baksanıza…" (5 Temmuz 2006, Milliyet)

Biz de öyle yapalım diyen Pulur'a destek, aynı gazetede ertesi günü Doğan Heper'den geldi. Heper daha açık ifade ediyordu: "İsrail bunları bir asker için yapıyor da. Türkiye bundan ders almıyor olamaz… Peki Ankara İsrail'in yaptığını neden yapmıyor…"

Biz de Kürt sorununda aynısını yapalım diyen Türk aydını açısından bu trajik tablo, aslında bir sonuç. Uzun süredir yaşadıkları savruluşun vardığı yerin, İsrail özentisi olması şaşırtıcı değildir. Faşizmle yatağa giren, İsrail ile uyanır!

ABD eleştirisi adına İsrailleşme savunucusu sadece burjuva basının "demokrat" aydınlarına da özgü değildir. Onyıllarca sosyalizmi savunan, bu yüzden faşistlerin silahlı saldırısına uğramış aydının da, Kemalizm'deki ilerleyişinin geldiği yer aynı olmaktadır: "İsrail, üç askerinin kaçırılmasının ardına düşmüş Lübnan'ı roketlerle alt-üst ediyor; kentler çökertiliyor, yüzlerce insanın hayatı söndürülüyor… Peki, üç can karşılığında, sınır ötesi operasyon hakkı var mı İsrail'in? Evet diyor ABD…

Ya Türkiye'nin, Kuzey Irak'ta PKK'ye karşı askeri bir operasyonuna? Koskoca bir hayır!…" (Server Tanilli, Cumhuriyet 21.07.2006)

Dile dikkat edin; ABD karşıtlığı, eleştirisi ile nasıl bir şovenizme savruluyor aydın?

28 Şubat sürecinde çeşitli reformist sol partiler gibi, aydınlar da "şeriat karşıtlığı" adına, Genelkurmay politikalarına yedeklenmiş, hatta onun teorisyenliğine soyunmuş, 28 Şubat politikalarının kitleler içinde karşılığını bulmasında önemli bir taşıyıcı rol oynamışlardı. Böylece oligarşik devlet, sadece islamcılara karşı değil, tüm muhalefete karşı baskılarını meşrulaştırmış ve en önemlisi de, -bu aydınların da eleştirdiği- Susurluk'un üzerini kapatma fırsatı bulmuştu.

Şovenizmin kışkırtılmasında da benzeri bir rol oynamaktadırlar. Yani sadece şovenizmin rüzgarına kapılan değil, aynı zamanda onu körükleyen, meşrulaştıran ve yer yer teorisyenliğini yapan durumundadırlar. Kürt halkının dilinin, kültürünün yasaklanmasına, terör demagojisi altında baskı uygulanmasına, katliamlar düzenlenmesine onay veren bu aydınların, AB'nin isteklerine karşı çıkıyor gibi bir tutumda bunları sergilemesi, onları "bağımsızlıktan yana" yapmıyor. Tersine, ülkemizin sömürgeleştirilmesinde en önemli rolü oynayan ordu/devlet bürokrasisi cephesinin yanına fırlatıyor, muhalif kimliğini yokediyor. Bugün için ordu/devlet bürokrasisi cephesinin AB'ye karşı çıkıyor, ABD ile sorun yaşıyor olmalarının tek nedeni oligarşi içi iktidar kavgası ve Kürt düşmanlığıdır. Bağımsızlıkçı hiçbir yanları yoktur. Son ABD ziyaretinde de vurgulandığı üzere "Genelkurmay Başkanı Büyükanıt ile Dışişleri Bakanı Gül, ABD'ye karşı aynı çizgide" durmaktadırlar.

İçte kıran kırana iktidar kavgası olsa da işbirlikçilikte aynılaşmaları kaçınılmazdır, çünkü sömürge ülkede kimin iktidar olacağı, en iyi işbirlikçi kıstası ile ölçülüyor.

Bu konuda yanlış değerlendirmeler yapan aydınlar, yine bu iktidar kavgasının aracı olan "laik-şeriatçı" sünni saflaştırmasında da çarpık olarak konumlanmaktadırlar.

Denize düşen aydınımız işbirlikçi ve katliamcı ordu yılanına sarılıyor

Melih Aşık'ın birçok konuda, baskıya, anti-demokratik uygulamalara karşı demokrat tutumu bilinir. Bakın aynı Aşık, Danıştay saldırısı vesilesiyle neler söylüyor: "Saldırının ‘Türk-İslam sentezi'nin, ‘Kızılelmacı'ların, ‘Milliyetçi'lerin işi olduğunu ilan edenler… Emekli yüzbaşı Muzaffer Tekin'i kilit isim ilan ederek saldırıyı askerlerin sırtına yüklemeye çalışanlar. ‘Ulusal Çete'ye fatura edenler. Ve olayın ardından tarikatçılar çıkınca bu defa susup saklananlar. Bir özür bile dilemeyenler. Kendi ordusuna ve ulusalcılığa (yurtseverliğe) bu kadar şehvetle saldıran bir okuryazar takımıyla. Bu ülke nereye gider?" (4 Temmuz 2006, Milliyet)

Sahip çıktığı TSK'nın 1950'lerden itibaren işgal ordusuna dönüşmesi bir yana, savunduklarına bakın: ‘Türk-İslamcı faşistler, ‘Kızılelmacı', ‘Milliyetçi' faşistler, Kıbrıs'tan Türkiye'ye kontra ilişkiler içinde olduğu açığa çıkan emekli bir yüzbaşı, ulusalcılığı kullanan çeteler ve "yurtseverlik" adıyla faşizmin sürdürülmesi… Örneğin savunduğu yüzbaşı, aynı gün Sabah'ta şöyle diyor: "Sedat Peker (faşist mafya) çok okuyan, vatansever, kültürlü bir çocuktur.. Veli Küçük'ü (Susurlukçu general) ulusalcı bir panelde tanıdım.. İbrahim Şahin (mangaları eğiten katil) benim için özeldir, bir kahramandır o."

AKP'ye karşı olmak ve ulusalcılık adına savunduğu "ulusalcılar" kimdir, bir aydın bu cendere içinde nerelere savrulur, çarpıcı bir örnek.

AB'ci cephe karşısında iktidarını koruma savaşı vermekten başka hiçbir meziyeti bulunmayan, bırakın bağımsızlığı, tarihsel olarak işbirlikçiliğin en önemli taşeronu olan orduyu savunabilmek bir aydın açısından netameli bir konudur. Susurluk, katliamlar, işkenceler, Şemdinliler, cuntalar ortada dururken, çok daha zordur. Bu yüzden kendileri de içinde bulundukları çelişkinin farkındadırlar. Melih Aşık'ın, orduya yönelik aydınlar cephesinden gelen eleştirileri göğüsleyebilmek için, "TSK'nın 12 Eylül ruhunu ve zihniyetini terk ettiğine ilişkin bir imaj kampanyası" önermesi, bu sıkıntının açık bir yansımasıydı. (11 Temmuz ‘06 Milliyet)

Evet sıkıntılı bir durum böyle bir orduyla aynı safta durmak! Ama çözüm "imaj kampanyaları" olabilir mi, bir aydın bu kadar yüzeysel bakabilir mi? Nedir imaj kampanyası? Halkı aldatmanın öteki adı. Kaldı ki, ne 12 Eylül ruhu terk edilmiştir, ne de bu ordunun tarihinde, katliamlarından, cuntalarından dolayı bir tek satır özeleştiri vardır. Aksine, daha dün, Şemdinli'ye sahip çıkan da onlardır. Benzeri bir sıkıntıyı aslında Cumhuriyet Gazetesi ve onun yazarları da yaşamaktadırlar. Ataol Behramoğlu'nun ne kavramsal ne de içerik olarak alakası bulunmayan şekilde, orduyu "sivil toplum örgütü", "demokrasi gücü" ilan etmesi, çarpık bakışın yanısıra, bu sıkıntının da bir tezahürüdür. Cumhuriyet'in merkezi politikalarına bakıldığında da, cunta yapan orduyla bugünkü ordu farklı teorisi üzerinden, kendi konumlarını meşrulaştırma çabası görülür.

Katalanya'ya daha fazla özerkliğe karşı çıkarak ‘darbe yaparız' diyen generalin çıkışının ardından tutuklanması, kimi aydınlarca "darısı başımıza" diye alkışlanmıştı. Cumhuriyet'in çizgisini belirleyen ve bir kısım aydınların milliyetçiliğe savruluşunda, orduya yedeklenmesinde etkide bulunan İlhan Selçuk, bu kesimleri eleştirdiği yazısında şöyle diyordu: "İspanyol askeri bizimkine hiç mi hiç benzemez… İspanya'da ordu sömürgeci ve faşist tarihiyle ün yapmış; geçmişinde hep kilisenin ve kralın yanında yeralmıştır… Asker bizde sivil aydınlarla birlikte Aydınlanma devriminin mimarlığını üstlendi" (21 Ocak 2006)

Bu ordunun tarihinde kaç darbe var acaba? ABD, o darbeleri "bizimkiler başardı" derken kimden söz ediyordu? TÜSİAD patronları "şimdi gülme sırası bizde" derken, sırtlarını emekçilere karşı kime yaslamışlardı? Kürt köylerine helikopterlerden Kur-an'dan ayetlerin yeraldığı bildirileri atan, Hizbullah'ı besleyip büyüten, din derslerini zorunlu hale getiren, tarikatlarla oturup ‘bize destek verin örgütlenmenize izin verelim' pazarlıkları yapan, Diyanet İşleri aracılığıyla dini toplumu denetleme aracı olarak kullanan ordu, büyük aydınlanma devrimini mi sürdürüyordu?

Kafa 1923 ile donup kalmış. Bağımsızlık ordusunun faşizmin ve emperyalizmin gizli işgal ordusuna dönüştüğünü kabullenemiyor. Tarihi dondurup teori üretme mantığı yükselen milliyetçilik konusunda da geçerli. Onlara göre yükselen ırkçı faşist milliyetçilik değil yurtseverliktir, Atatürk milliyetçiliğidir. Bu milliyetçiliğin AB ve ABD karşıtı söylemlere başvurması da başka amaçla değil "anti-emperyalist" bir tutum alıştır. Böyle olunca da milliyetçiliğin yükselmesinden rahatsız olanlar, sadece mandacılardır, emperyalizmin izinden yürüyenlerdir. AB'ci çevrelerin liberalizm cephesinden milliyetçiliğe yönelttiği eleştiriler kıstas alınarak, ona karşı çıkma adına, milliyetçiliğin toplumu zehirlemesine, halkın mücadelesinin üzerini örtmesine, faşist politikaların linç vb. tarzda sıradanlaştırılarak muhalefetin ezilmeye çalışılmasına doğrudan ya da dolaylı olarak çanak tutabilmektedirler. Oysa, Kurtuluş Savaşı'nda ilerici bir rol oynayan milliyetçilikle bugün yükseltilen milliyetçilik arasında hiçbir benzerlik yoktur. Biri devrimci öteki tümüyle tutucu ve gericidir.

Ordunun ise, yurtsever nitelikleri çoktan tasfiye edilmiştir. Öteden beri sırtını orduya yaslamayı, sosyalizmi cuntacılıkla aynılaştırmayı teorileştiren, Doğan Avcıoğlu'nun YÖN hareketinden gelen aydınlar, bu gerçeği görmek istememektedirler. Ancak, bu çizgiden beslenen aydınlar değildir sadece, ordu peşinde milliyetçiliğin rüzgarına kapılanlar.

Bağımsızlık isteklerini tümüyle yanlış bir temelde ordu cephesinde arayarak, denize düşenin yılana sarılmasına benzeyen durumda olan çok sayıda aydın mevcuttur. Zira, küreselleşme süreci ülkelerin bağımlılığını meşrulaştıran, teorileştiren ve bu yönde siyasi, ekonomik boyutlarıyla büyük bir saldırıdır. Bu aydınlarımız, küreselleşme sürecinin yarattığı tahribatların, AB temelindeki dayatmaların demokratikleşme aşkı olmadığının, sürecin Avrupa emperyalizminin sömürgecilik ilişkilerini derinleştiren bir nitelik gösterdiğinin farkındalar. Ancak, küçük-burjuva aydın karakterleri, kendi güçlerine güvensizlikleri, halkın gücüne inanmamaları, onları dayanacakları güç arayışına itmektedir. Emperyalizmin saldırıları ve AKP karşısında buldukları dayanak ise, ordu. Devrimci hareketin güç olduğu koşullarda, bu tür unsurların bir biçimde devrimci mücadelenin çevresinde bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm kavgasında kendilerini ifade etmeleri beklenendir. Ancak bugün için böyle bir durumun olmaması, "yılana" sarılmayı kolaylaştırmaktadır.

Milliyetçi yükselişi değerlendirmeleri de yine bu çarpıklık içinde olmaktadır. Bu ülkenin sömürgeleştirilmesinde tarihsel olarak en büyük rolü oynayan ordu merkezli şovenist kesimlerce manipüle edilen milliyetçiliği, "ekonomiyi IMF, siyaseti AB, dış politikayı ABD yönlendirirken başka ne yükselecekti" diye izah edip, memnuniyet duymaktadırlar. Cumhuriyet'in milliyetçi yükselişten rahatsız olanları eleştirdiği baş yazısının tam da Trabzon'daki linç girişimlerinin ertesine denk getirilmesi, linci de bu "kutsal yükseliş" içinde gördüklerini ortaya koymaktaydı.

Kürt sorununun bu aydın tipi için pusulanın şaşırıldığı noktaların başında yeraldığını belirtmiştik. Yaşar Kemal, bir üniversitede yaptığı konuşmada, Türkiye'nin çok kültürlü yapısından sözederek, bir gün her halkın kendi anadilinde eğitim göreceğini söylediğinde, itiraz edenlerin başında Özdemir İnce yer aldı. Hürriyet'teki köşesinde iki yazı yazan İnce, "Kendi anadilinde eğitim"in ancak devletin resmi dilinde mümkün olduğunu söylerken, buna dayanak olarak da, bugünkü Anayasa'nın ilgili maddesini gösterdi. İnce'nin ulaştığı nokta ise şu: "Anadolu eğer çokkültürlü ise ve Türkçe'den başka bir dil eğitim ve öğretim dili olacaksa bu ancak ‘bölünme' ile gerçekleşebilir. Demek ki temenni başka gerçekler başka."

Özdemir İnce'nin mantığından hareket edildiğinde; "gerçekler" 12 Eylül Cuntası'nın ürünü olan Anayasa'da ifadesini buluyor. Daha düne kadar karşı çıktıkları cunta anayasasını savunur duruma düşmeleri, şovenizmin aydını zehirlemesinin çarpıcı bir örneğidir. Tıpkı, yine aynı aydınların şeriatçılığa karşı olmak, AKP karşısında saf tutmak adına, cuntanın üniversiteleri zapturapt altına almak için kurduğu YÖK'ü savunur pozisyona düşmeleri gibi. Yaşar Kemal'i dolaylı olarak "bölücülükle" itham eden İnce, sol, sosyalist gelenekten gelen aydınların büyük bir kesiminin bakışını özetlemektedir. AB'nin Kürt sorununa çözüm değil, düzen içinde boğma politikası bir yana, demokrat bir aydın AB istediği için bu hakların karşısında konumlanabilir mi? Tutalım ki, AB'nin "niyeti" başka olsun. Demokrat bir aydın halkların kardeşliği ve birlikte mücadelesini, bütün ulus ve milliyetlerin haklarını savunmaz mı? Ama böyle olmamakta, Türk aydınının damarlarındaki kanı zehirleyen "Sevr sendromu" ya da "bölünme korkusu" hem de "AB istedi" diye faşizmin onyıllardır sürdürdüğü inkarı, imhayı, asimilasyonu savunmaktadırlar. Bu anlamda da devlet cephesine adlarını yazdırmaktadırlar. 2006 Haziran'ında 140 aydının PKK'ye yönelik tasfiyeci çağrılarını, "bazı aydınlar bu otomatik devlet düşmanlığından vaz mı geçiyor?" diye selamlayan Ertuğrul Özkök, aydınlar cephesinde yaşanan kimlik kırılmasından memnun bir şekilde alkışlıyordu. Şovenizmin pençesine düşen aydınlar ise, çoktan bu safa adlarını yazdırdı ya da bu yolda ilerledikleri için Özkökler "devlet aydını" tanımlamaları yapabilmektedirler.

Kuşkusuz ki, Kürt sorununa bakışta, bu aydınların büyük bir kısmının şekillenişini tarihsel olarak etkileyen, -eski- TKP'nin sosyal şoven bakışının da etkisi bulunmaktadır. TİP geleneğinden gelen aydınlar kısmi bir farklılık gösterse de, bu farklılık ideolojik temellerine oturtulmuş değildir.

Artık Kürt sorununda gelinen aşama itibariyle inkar ve asimilasyon kaba haliyle savunulmuyor elbette. "Kürt vardır ama…" başlayan çeşitli teorilerle yapılıyor bu. Özetle söylenen ise, Kürt kimliğinin Türk kimliği içinde ifadesi. Örneğin, sosyalist aydınlarımızdan Ataol Behramoğlu, 19-22 Nisan ‘06 tarihlerindeki üç yazısında, 'Türkiye Türklüğü'nü anlattı. Söylediği şu: "Yaşadığımız ülkede sayısız etnisitenin, bir ırk adı değil bir sentezin adı olan 'Türkiye Türklüğü'nü oluşturduğunu, Kürt etnisitesinin de bu sentezin temel öğelerinden biri olduğunu düşünüyorum."

Belki şovenist ırkçılığın karşısında bir tutum sergilemeye, bir çözüm üretmeye çalışıyor. Ancak burada ortaya atılan teori, alt-üst kimlik tartışmalarının bir versiyonudur sadece. Ve bu tartışma, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını reddetmenin bir başka biçimidir.

Bugün kendini "ulusal sol" olarak nitelendiren aydınlar için altı çizilecek bir başka nokta ise; Kürt sorununun, bir "terörizm ve bölücülük" sorununa indirgenmesi, onları sadece devlet cephesine değil, aynı zamanda da (islamcıların 1994-95 seçim başarılarının da getirdiği ‘korku ve paniğin' etkisi ile de) MHP ile aynı cepheye getirmiştir. Böyle bir yanyanalık, ortaklık ise, faşist, şovenist söylemi sıradanlaştıran, meşrulaştıran bir işlev görmekte, muhalif olması gerekenin milliyetçiliğe yatkınlığı, faşizme ve şovenizme karşı mücadele konusunda ciddi bir zaaf yaratmaktadır.

Aydınlarımıza çağrımız: Bağımsızlık, Demokrasi Sosyalizm Saflarına!

 Aydınlarımız; bağımsız Türkiye mücadelesi, Avrupa, Amerika emperyalizmine karşı mücadele bulunduğunuz saflardan verilemez. Niyet ne olursa olsun, tam da işbirlikçiliğin güçlenmesine hizmet ediyorsunuz, faşist politikaların ‘ulusalcılık' adıyla meşrulaştırılmasına çanak tutuyorsunuz.

Bugünün dünyasında ve Türkiyesi'nde bağımsızlık çizgisini sadece biz, devrimciler temsil etmektedir. Emperyalizme karşı tutarlı bir mücadele sadece bu çizgi ile mümkündür. Ne içinde bağımsızlık olmayan gerçek bir demokrasi mücadelesi, ne de halkın demokrasisinin savunulmadığı bir bağımsızlık mücadelesi halkın kurtuluşu olamaz.

(Yürüyüş, sayı: 93, 25 Şubat '07)

 

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
News Reporter