0 0
Read Time:34 Minute, 2 Second

PKK MUHASEBESİ (2)

Kısa Tarihçe, Sahiplenilmesi Gereken ile Reddedilmesi Gerekenlerin Ayrıştırılması, Çıkarılması Gereken Dersler ve Sonuçlar…

II.

 Kısa Bir Tarihçe ve Kısa Bir Değerlendirme

1970’li yılların başında Türkiye tarihine düşen çok önemli iki not var. Biri, Türkiye devrimci hareketinin çıkışı; diğeri ise, bu çıkışı bastırmak için yapılan 12 Mart faşist askeri darbesidir. Bu iki olayı, etkileri ve sonuçları sonraki tarihsel gelişmeler üzerinde önemli ölçüde etkide bulunur. 12 Mart darbesi

Türkiye devrimci hareketin tarihsel çıkışını örgütsel ve kadrosal planda biçer, ezer. Halk kitleleri ve aydınlar üzerinde görülmemiş boyutlarda baskı kurar. Gözaltılar, tutuklamalar ve işkenceler direnen ve direnme potansiyeli olan kesimleri pişmanlığa yöneltmek ve düzen içi bir konuma getirmek içindir. Kabul edilmelidir ki bunda önemli bir başarı da sağlar.

Devrimci örgütlerin önder kadroları 12 Mart bastırma ve imha operasyonlarıyla etkisiz hale getirilir, Mahirler katledilir, Denizler idam edilir, onlarca devrimci kadro katledilir, zindanlar devrimcilerle doldurulur. Bu örgütsel ve kadrosal tasfiyeye rağmen devrimcilik, sosyalizm düşüncesi, düzene karşı radikal duruş eğilimi ve ruhu capcanlıdır, hatta gün geçtikçe prestij kazanır. 1973’e gelindiğinde ’71 Devrimci çıkışının etkileri çok canlıdır, bu devrimci ruh gençlik arasında ve yaşamında çok önemli bir yer tutar. Bu çıkışın mirası üzerinde çok sayıda grup ve örgüt boy verir. Siyasallaşma ve devrimci siyasete ilgi doruktadır. Bu, her şeyden önce ’71 devrimci çıkışının yarattığı büyük etkinin sonucudur. Mahirlerin direnişi, Denizlerin idam sehpalarındaki ödünsüz duruşları, İbonun “ser verip sır vermeyen” tutumu, 12 Mart darbesinin egemen kılmak istediği pasifikasyon politikasının sınırlı kalmasını sağladı.

Devrimci ve sosyalist düşünceler, Ankara ve İstanbul gibi büyük kentlerde okuyan Kürdistan gençliğini de bütünüyle etkisi altına alır. Zaten Türkiye devrim hareketinin çıkışında Kürt gençlerinin de önemli bir rolü olmuştur.

‘/0’li yılların ortaları aynı zamanda bir arayış, ayrışma ve yeniden toparlanma aşamasıdır. Bu nedenle tartışmalar, arayışlar, araştırma ve incelemeler en canlı ve hararetli dönemini yaşamaktadır. 1978’de PKK olarak kendisini adlandıracak Kürdistan Devrimcileri adlı grup da bu dönemde şekillendi. Kürdistan’ın sömürge olduğu temel tezinden hareket eden grup devrimci bir programa ve devrimci bir stratejiye bağlı bir ulusal kurtuluş mücadelesinin gerekliliğine inanıyor ve düşünce, duygu ve eylemlerini bu eksen üzerinde biçimlendiriyordu. 1975’in sonlarından itibaren faaliyetlerini Kürdistan’a taşıran grup kısa sürede gelişme kaydediyor ve gençliğin en dinamik kesimlerini etrafında topluyordu. Bunu sağlayan neydi? Bu soru çok önemli ve yanıtı bugünkü çalışmalara ışık tutacak niteliktedir. Kürdistan Devrimcilerini çekici kılan, giderek çekim merkezi haline getiren neydi?

Aslında Kürdistan üzerine siyaset yapan bütün gruplar söylem düzeyinde Kürdistan’ın sömürge olduğunu belirtiyor, ulusal kurtuluş mücadelesinden söz ediyor, kendilerini sosyalist, yurtsever olarak tanımlıyordu. Bu anlamda ilk bakışta var olan grupların söylemleri arasında çok ciddi bir fark görünmüyordu. Peki buna rağmen Kürdistan Devrimcilerini farklı kılan neydi?

Kürdistan Devrimcilerini farklı kılan en temel özellik, söz ve davranışları arasındaki tutarlılık, başka bir deyişle teori ve pratik birliğini kişiliklerinde ve yaşamalarında göstermiş olmalarıdır. Bu, onların samimi görülmelerine, onlara güven duyulmasına ve sonuçta çekim merkezi olmalarına neden oluyordu. Yani dediklerini yapıyorlardı, sözlerinde tutarlıydılar, ciddiydiler. Bunlar tek başına ahlaki özellikler değildi, gerçekten devrime inanmış, devrim için her şeylerini ortaya koymuşlardı. Çoğu okullarını bırakmış, bütün yaşamlarını mücadeleye adamışlardı. Ama diğer gruplarda benzeri davranışı gösteren kaç kişi vardı, ya da var mıydı? Her şeyden önce düzenden kopuşmayı devrimci iddiada samimi ve tutarlı olmanın vazgeçilmez bir gereği sayıyorlardı. O nedenle okuldan, aileden ve düzenin diğer kurum ve ilişkilerinden devrimci tarzda kopuşmaları şaşırtıcı değil, iddialarında ne kadar samimi olduklarının bir göstergesiydi.

Onlar, tezlerini gerçekleştirme yöntemleri konusunda da inandırıcıydılar. Ülkemiz sömürgeci zor tarafından egemenlik altına alınmış, ancak devrimci zorla bu egemenlik tasfiye edilebilirdi. Reformist yöntemlerin, hak dilenciliğinin, yalvarıp yakarmanın sömürgeci egemenlikten bir tuğla dahi düşürmeyeceğini söylüyorlardı. Devrimci zorun rolünü doğru koymaları ve pratikte bu konudaki samimi ve tutarlı duruşları onları daha da çekici hale getiriyor, halkımızın ve gençliğin binlerce yıllık küllenmiş özgürlük özlemlerini alevlendiriyordu. Bir de çalışkandılar, geceleri gündüzlerine katıp profesyonelce çalışıyorlardı. Düşüncelerini bire bir ilişkilerle, canlı diyalog ve tartışmalarla aktarıyor ve bu yöntemle daha bir etkili oluyorlardı, bu çalışmaları doğrudan örgütleyici bir işlev görüyordu. Kısaca özetlenen bu özelikler, tutum ve yöntemler aynı zamanda sahiplenilmesi, özümsenmesi gereken dersleri, deneyimleri niteliğindedir.

Çok kısa sürede bir iki yıllık bir çalışma ile Kürdistan Devrimcileri Kürdistan’da hatırı sayılır bir güç, dikkat çekici bir grup haline geldi. 18 Mayıs 1977 tarihinde grubun önderlerinden Haki Karer kendisini “Beş Parçacılar” olarak tanımlayan bir grup tarafından katledildi. Bu cinayet üzerinde bugüne dek sayısız tartışma yapılmış ve spekülasyon yürütülmüştür. Gerçeklik şudur: Cinayet Alettin Kaplan liderliğindeki grup tarafından gerçekleştirildi. Bu adamın aynı zamanda 1977 tarihinde 1 Mayıs katliamını gerçekleştirenlerden biri olduğu Uğur Mumcu tarafından yazıldı. Haki Karer, Türkiye devriminin Kürdistan devriminden geçeceğine inanan grubun en yetenekli, çalışkan ve gözüpek önderlerinden biriydi. Aynı zamanda grubun şekillenmesinde en çok emek sarf eden arkadaşlarından biriydi. Katledilmesi grup için büyük bir kayıptı. PKK’nin ideolojik özelliklerinden biri olan yurtseverlikle devrimci enternasyonalizmi kendi kimliğinde birleştirmede Haki Karer’in enternasyonalist kişiliği canlı ve somut bir rol oynadı. Katledilmesinden sonra grubun “Yaşasın Bağımsızlık ve Proletarya Enternasyonalizmi” sloganını temel bir slogan olarak kullanması, anılan özelliğin en somut göstergesidir. Haki’nin katli grup için büyük bir kayıp olmasına rağmen grubun bundan sonraki mücadelesinde her zaman tetikleyici bir rol oynadı. Anıya bağlılık, geri dönülmezliğin, sonuna kadar kararlı bir şekilde devrimci mücadeleyi sürdürmenin temel gerekçelerinden biri oldu.

Grup büyüyordu, gelişiyordu. Ama önünde aşılması gereken bir dizi engel de vardı. Kürdistan’ın bir çok kentinde MHP’li faşistler devrimcilerin yaşamını tehdit ediyor, faaliyetleri yürütmeyi açıkça engelliyorlardı. Bu durum devrimci şiddeti kaçınılmaz kılıyordu. Bir de “Beş Parçacılar” vardı. Grubun prestiji ve kendini ileriye taşıması için Haki’nin intikamının alınması gerekiyordu. O siyasal atasmferde ve genel kültürde başka türlüsü mümkün değildi, grup için bir varlık yokluk sorununu gündeme getiriyordu. Haki’nin intikamının alınması ortak bir istem ve mutlaka yerine getirilmesi gereken bir ortak beklentiydi. Bütün bu etkenler daha ideolojik oluşum ve mücadele aşamasında silaha sarılmayı zorunlu hale getirdi. Bu, aynı zamanda devletin çok yönlü polisiye, hukuki, cezai zoruyla karşı karşıya gelmek anlamına geliyordu. Böylece “Ajanlaşmış yapı, kurum ve kişilere karşı devrimci şiddet taktiği” olarak adlandırılacak bir mücadele süreci başlatıldı. Bunun bir sonucu olarak bir çok kentte faşistler ya tümden temizlendi, ya da büyük ölçüde etkisiz hale getirildi. Etkili ve başarılı eylemler Gruba büyük bir prestij kazandırdı, onu gençlik için çekim merkezi haline getirdi.

1978 yılının Mayıs ayında Hilvan’da Süleymanlar denen bir aşiret, Kürdistan Devrimcilerinin karşısında çıktı. Haki Karer’in birinci yıl dönümü dolaysıyla afişlerini asan grup üyeleri ve taraftarları Süleymanların saldırısına uğrarlar. Bu saldırıda grubun Hilvan’daki öncüsü Halil Çavgun yaşamını yitirdi. Hilvan bir anda korkuya kesildi, halk kendi kabuğuna çekildi. Devrimciler de açıktan gezemez oldular. Bu çok ciddi bir durumdu. Bir bakıma Grubun varlığı ve gelişimi burada alınacak tavra kilitlenmişti. Hiçbir şey yapmadan, yapamadan geri çekilmek grubu o bölgede ve giderek ülkenin diğer alanlarında yok olma ve dağılmayla yüz yüze getirebilirdi. Güçleri sınırlıydı, silahları yoktu, halk korkuyor, çekiniyor ve henüz güvenmiyordu kendilerine. Ama ortada prestijin ötesinde varlık yokluk sorunu gündemlerinde duruyordu, kesin ve acilen bir karar vermek durumundaydılar. Kararlarını verdiler ve Kemal Pir yoldaşın öncülüğünde Süleymanlara karşı devrimci şiddet süreci başlatıldı. Aylar süren bir hazırlık ve beklemeden sonra silahlı mücadele başlatıldı ve 1978 yılının sonlarında Süleymanlar dize getirildi, Belediye Başkanı istifa etmek durumunda kaldı, Kürdistan Devrimcileri ilçeye egemen oldular. Bu, onların gelişimlerinde de bir sıçrama yarattı. Öyle ki 12 Eylül Darbesinin Şefi Kenan Evren Anılarında Hilvan’daki gelişmelerden ne kadar ürktüklerini ve bunun üzerine darbe kararını aldıklarını yazar. Hilvan Direnişi olarak PKK tarihine geçen bu süreçten sonra kitleselleşme, siyasal prestij eğilimi büyük boyutlar kazandı. Grup önemli bir engeli aşmış ve bunu gelişmenin hizmetine sunmuştu.

Mücadele büyümüştü, giderek siyasal sonuçları da önemli boyutlara ulaşmıştı. İdeolojik politik görüşlerini Kürdistan Devriminin Yolu, Manifesto adlı kitapçıkta toplamış ve yayınlamışlardı. Bu da onlar için yeni bir atılımın eşiği anlamına geliyordu. Gelinen noktada grup ilişkileriyle bunları toparlamak ve yürütmek olanaksızlaşıyordu. Gelişmelere ve ihtiyaçlara denk düşen bir örgütsel sıçramanın yapılması gerekiyordu. Belli bir kadro yapısı ve düzeyi vardı, önemli bir kitleselleşme düzeyi yakalanmıştı. Öte yanda Hilvan direnişi ile birlikte mücadelenin siyasal sonuçları büyümüştü, sömürgeci baskıların artma olasılığı somut bir tehlike haline gelmişti. Bütün bu etkenler dar, amatör ilişkilere dayanan grup ilişkilerinden daha resmi, bağlayıcı, merkezi, eylem ve yaptırım gücü olan üst bir örgütlenmeye geçmek gerekiyordu. Bu örgütsel düzey parti örgütlenmesinden başka bir şey değildir. 1978 Kasımında Fis Köyünde yapılan toplantı, PKK’nin kuruluş toplantısı veya I. Kongresi olarak tarihe geçti. Kuşkusuz 27 Kasım daha çok asmbolik bir değer ifade eder. Önemli olan mücadelenin ihtiyaçlarına karşılık verebilecek bir örgütlenme kararı ve bunun somut olarak yaşama geçirilmesidir. 27 Kasım 1978 tarihinde Fis Köyünde bu yapılmıştır.

Kuruluş toplantısı, ad ve programın belirlenmesi, Kuruluş Bildirgesinin hazırlanması kararı ve bu doğrultuda yapılan çalışmalar, pratik çalışmalar aksatılmadan yapıldı. Elbette partileşme doğrultusunda bir dönemeç geçiliyor, ama bu, henüz eski ilişki ve alışkanlıklarından, yöntemlerinden kurtulmak anlamına gelmiyor. Aynı zamanda bu alanda çok büyük deneyimsizlikler var, grubun tüm üyeleri ve çalışanları çok genç, 30 yaş sınırının altındadır, o güne dek örgüt ve siyaset deneyimleri olmamıştır. Bu, büyük bir dezavantajdır. Ama devrim coşkuları, heyecanları, inançları, cesaretleri ve bitmez tükenmez enerjileri pratik sorunların üzerine kararlılıkla götürüyordu.

Fis’te PKK resmen kurulur, ama henüz kuruluşu açıklanmaz. Kuruluş Bildirgesinin hazırlanması ve diğer hazırlıkların tamamlanmasından sonra tarihi bir günde Parti kuruluşu eylemli olarak ilan edilecekti.

Türk ordusu askeri bir darbeye karar vermiş ve bunun siyasal ve psikolojik alt yapısını oluşturmaya çalışıyordu. 12 Eylül darbesine giden en önemli duraklardan biri Maraş Katliamı ve bu olay üzerine ilan edilen sıkıyönetimdir. Sıkıyönetim Kürdistan’ın 13 ilinde ilan edildi. Bu iller daha çok mücadelemizin en çok geliştiği ve aynı zamanda Türkiye ile sınır olan illerdi. Sıkıyönetim rahat çalışma koşularını biraz sınırlandırsa da faaliyetler hızından pek bir şey kaybetmedi. Ancak 1979 yılının Mayıs başlarında Şahin Dönmez’in yakalanması, çözülmesi ve bütün parti kadrolarını ve ilişkileri deşifre etmesi mücadele açısından büyük bir darbe oldu. Bu, aynı zamanda bir dönüm noktasıdır. Örgütsel ve kadrosal olarak kan kaybının başladığı ve bir türlü durdurulamadığı bir nokta oldu. Bu durum 1. Konferansta “Örgütsel kriz” olarak tanımlanıyor, gerçekten de durum budur! Ağrı ve ardından Elazığ kitlesel tutuklanmaları parti açısından ilk ciddi darbelerdir. Bunlara rağmen çalışmalar devam etti, siyasal büyüme katlanarak sürdü. Siyasal büyümeye rağmen örgütsel ve kadrosal kan kaybı da tersten bir eğilim olarak gün geçtikçe devam ediyordu. Yani gövde büyüyor, ama buna karşılık baş küçülüyordu, gelişmenin diyalektiği paradoksaldı.

Partinin ilanının eylemli yapılması için belli hazırlıklar yapılıyordu. Görev Mehmet Karasungur’a verilmişti. Zaten Hilvan’daki çalışmaların başında bu arkadaş bulunuyordu. Hilvan ve Siverek çevresinde etkinliği olan, bu etkisi diğer illere kadar uzanan, bölgede aşiretçi eşkıya çetelerini besleyen, bu gücüyle bölge halkı üzerinde büyük bir baskı sistemini kuran AP milletvekili olan M. Celal Bucak hedeflenecekti. Belli hazırlıklardan sonra M. Karasungur öndeliğindeki bir grup savaşçı 30 Haziran 1979 tarihinde Hilvan’ın Kırbaşlı Köyünde bulunan M. Celal Bucak’a karşı bir baskın gerçekleştirdi. Eylem esas olarak başarısız oldu. Çok değerli bir kadro olan Salih Kandal bu çatışmada şehit düştü. Eylem planlaması yetersizdi, Bucak gibi yılların eşkıyacılık deneyimine sahip birinin gücü küçümsendi. İşin içine şansızlıklar da girince başarısızlık belirleyici yön oldu.

Bu eylemle PKK’nin kuruluşu ilan edilmiş oldu. Kırbaşı baskını başarısız olmasına rağmen eylemin siyasal sonuçları ve etkileri olumlu oldu. Bu tarihten sonra Siverek Mücadelesi devam etti. Bu alanda tam bir pata durumu yaşandı. Ama diğer alanlar ve bölgeler üzerindeki siyasal etkisi olumlu oldu. 1979 yılı içinde Batman’da Ramanlara karşı da bir mücadele gelişti. Batman’da gelişen parti Belediye seçimlerinde destekledikleri aday olan Edip Solmaz kazandı. Birkaç hafta sonra Edip Solmaz’ın polis ve Ramanlar işbirliği ile katledilmesi üzerine Ramanlara karşı mücadele etmek bir zorunluluk haline geldi.

1980’lere gelindiğinde siyasal ve pratik mücadele alanında gelişmeler hızlı ve yoğun bir tempoda seyrediyordu. PKK siyasal etki ve prestij bakımından önemli bir düzey yakalamıştı. Buna karşılık örgütsel düzeydeki sorunlar, kadro sorunu ağırlaşarak devam ediyordu. Hilvan ve Siverek’te toplu tutuklamalar başlamıştı, aynı durum diğer bölgelerde de yaşanıyordu.

Siverek Mücadelesi başlamadan A. Öcalan MK’ye haber vermeden, Merkez Yürütmede yer alan iki kişiye haber vererek yurtdışına çıkmıştı, bundan sonraki yaşamını Suriye ile Lübnan arasında mekik dokuyarak geçirecekti.

Siverek Mücadelesinin başlamasından kısa bir süre sonra Mazlum Doğan, Yıldırım Merkit ve başka bir arkadaş yakalandılar, üzerlerinde çok önemli parti belgeleri yakalandı. Bu da parti açısından çok önemli bir darbeydi, örgütsel krizi derinleştiren bir etkendi. Birkaç ay sonra M. Hayri Durmuş yakalandı. Bu yakalanmalar bundan sonra gelişecek parti tarihi üzerinde derin etkilerde bulunacaktır.

1980’ın başında örgütsel krizin yanında çok yönlü saldırılar devam ediyor, hatta yeni boyutlar kazanıyordu. Partinin Merkez Komitesi daha önce alınan karar gereği askıya alınıyor ve Geçici Merkez Yürütme oluşturuyor, parti yönetimi bu geçici organ vasıtasıyla yürütülüyordu.

Aynı dönemde DDKD ve Özgürlük Yolu adlı grupların desteklediği KUK saldırıya geçmiş, yapılan ateşkes çağrılarına rağmen bu tutumunu sürdürüyordu. Mardin bölgesinde aşiretçi etkenlerin işin içine karışması nedeniyle PKK bölge örgütü de merkezin ateşkes kararını uygulamıyor ve kimi yerlerde ihlal ediyor, bu da sürüp giden olumsuz durumun derinleşmesini getiriyordu.

Öte yandan 1979’un sonlarında bir grup arkadaş Filistin kamplarına eğitim amacıyla götürülmüştü. Bu uzun vadede geleceğe bir hazırlık olmasına rağmen kısa vadede var olan kadro boşluğunu daha da derinleştiriyordu.

12 Eylül askeri darbesi olduğunda PKK’nin tablosu kısacası şuydu. Örgütsel alanda önemli bir kriz yaşanıyordu. Merkez üyelerinin yakalanmasıyla bu çok daha ciddi boyutlar kazanmıştı. Kısmi geri çekilme taktiği uygulanmış, ancak süren kan kaybı önlenememişti. Gerçi eğitim için yurt dışına giden arkadaşların büyük bir çoğunluğu ülkeye dönmüşlerdi ve gerilla mücadelesini başlatmak için altı aylık bir hazırlık süresini önlerine koymuşlardı. Ancak bu bile var olan sorunları çözmeye yetmiyordu, hatta geriye gidişi önleyemiyordu. Siyasal alanda gelişmelerde bir duraklama olmuyordu, kitleselleşme ve siyasal itibar büyüyordu. Ancak diğer gruplarla çatışmalar ise zorluyordu. PKK’nin gelinen noktada soluklanmaya, süren kan kaybını durdurmaya ve sorunlarını çözmeye ihtiyacı vardı. Zaten kadroların büyük çoğunluğu yakalanmış ve zindanlara doldurulmuştu. Bu gerçeklik de belli bir soluklanmayı zorunlu hale getiriyordu. 12 Eylül darbesinden sonra eski tarz ve tempoda mücadeleyi sürdürmenin bir olanağı kalmamıştı. Dolayısıyla daha önce yürürlükte olan kısmi geri çekilme kararı yerini, tam geri çekilme kararına bıraktı. Tutuklanmayan güçler ülke dışına çektirildi, mücadeleyi belli bir hazırlıklar üzerinden başlatma süreci başlatıldı.

12 Eylül, geri çekilme kararı, ülke içinde artan baskılar, genelde egemen olan korku ve sinme psikolojisi mücadele açısında çok olumsuz bir ortam yaratıyordu. 12 Eylül faşizmi bu durumu da fırsat bilerek zindanlara yüklendi. Amacı kısa sürede devrimci tutsakları teslim almak, dize getirmek ve mahkeme kürsüleri ile zindanları birer ihanet platformları haline getirmekti! Kürdistan’da gelişen ulusal kurtuluş bilincini ve umudunu tutsakların şahsında yok etmek ve ulusal imha stratejisini bu kez kesin bir biçimde hedefine götürmek istiyordu. Amaçları korkunçtu, dolaysıyla kullandıkları araç ve yöntemler de aynı düzeyde korkunçtu.

Zindan çatışması çok katı ve sert kurallarla sürüyordu. Orta yol yoktu. Çizgiler çok net ve kesindi: Ya sonuna kadar, net ve kesin bir kararlılıkla direnilecek, ulusal kurtuluş davası ve onuru savunulacak, ya da dipsiz teslimiyet ve ihanet çukurunda sınırsız yuvarlanılacaktı! PKK tutsakları direnme kararındaydılar ve bu kararlarını büyük bedellerle uyguladılar. 1981 direnişi, Mazlum Doğan’ın eylemi, Dörtlerin Eylemi, 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu, Eylül 1983 Ölüm Orucu ve Kitlesel başkaldırısı, Ocak 1984 Direnişi anılan direniş kararlarının belli başlı kilometre taşlarıdır. Sömürgeci mahkemeler sömürgeciliğin ve uygulamalarını mahkum edildiği, devrimin, sosyalizmin, Kürdistan ve ezilen halkların savunulduğu kürsüler haline getirildi. Birkaç cümle ve paragrafla özetlenemeyecek bu tarihsel direniş, 12 Eylül karanlığında umudun kıvılcımı olduğu gibi, geri çekilme sürecinde öncülük rolünü oynayan, toparlanmada, iç zorlukları aşmada, yeniden ülkeye dönüş kararında ve 15 Ağustos Atılımın yapılmasında çok önemli bir rol oynadı.

Geri çekilme sürecinde yapılan I. Konferans toparlanmada, sorunların tespiti ve aşılmasında ve yenden ülkeye dönüş hazırlıklarında, kadroların eğitiminde önemli bir rol oynadı.

1982 Lübnan işgali sürecinde Filistinlilerle birlikte sergilenen direniş ve 14 arkadaşın bu direnişte şehit düşmesi, PKK’nin bölgede ve devrimci güçler nezdindeki saygınlığını artırırdı, bu, daha sonra bu alanların olanaklarının genişletilmesinde belli bir etkide bulundu.

II. Kongre, 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucunun sürdüğü bir dönemde yapıldı. Aldığı en önemli karar ülkeye dönüş ve bu bağlamda silahlı güçlerin ülkeye aktarılmasıdır. Onun ötesinde II. Kongre parti için ilk büyük tasfiye hareketinin zemininin hazırlandığı bir platform oldu. Bu noktaya başka bir alt bölümde değinmeye çalışacağız.

15 Ağustos Atlımı, Kürdistan’da bir dönüm noktası; Türkiye tarihinde ise çok sarsıcı bir olaydır. Kuşkusuz bu atılımın süreklileşmesi ona bu özelliğini verir, yoksa tek başına kalsaydı, kahramanca, ama tek atımlık bir olay olarak değerlendirilirdi. 15 Ağustos bir çizgi, bir kurtuluş ve özgürleşme kararlılığı haline geldi. 15 Ağustosun süreklileşmesi, büyümesi ve giderek 1990’ların başında serhildanların tetikleyicisi bir ateş haline gelmesi öyle kolay olmadı. Bir yandan iç tasfiyeye, yanlış bir stratejik önderliğe rağmen oldu. Burada da yine PKK tarihinin çelişik iki ucuyla, devrimci çizgisi ile “önderliğinin” engelleyici, tıkayıcı ve saptırıcı uçlarıyla karşılaşıyoruz.

III. Kongre PKK tarihinde, yönetim pratiğinde bir dönüm noktasıdır. Tam anlamıyla bir darbedir, A. Öcalan’ın bütün iktidar iplerini eline geçirdiği, kendisini her açıdan tek karar mercii haline getirdiği bir platform niteliğindedir. Kongre ayları bulan bir süreçte tamamlandı. Öcalan yaptıklarından o kadar emindi ki Kongrenin resmi oturumlarına katılma gereğini bile duymadı. Bundan sonra o her şeydi, her şeyi o yaratmıştı, kadrolar ise karınlarını doyurmaktan aciz, komplocu ve tasfiyecilerin oltalarına yem olabilecek zavallılardı. Onun kurtarıcılığı olmasaydı dört bir yandan kuşatılan parti şimdiye dek sayısız kez yok edilmişti. Öcalan’ın bu değerlendirmeleri resmi tarih, resmi ideoloji ve yönetimde tek belirleyici düstur olarak beyinlere ve ruhlara şırınga edildi.

Öcalan III. Kongrede darbe yapmış ve tüm iktidarı eline geçirmişti, ama ona rağmen zindanlarda, gerillada devrimci PKK çizgisi ve ruhu yaşatılıyor ve esas politik gelişmeleri de yaratan bu oluyordu. Öcalan ise bu gelişmelere sahip çıkıyor, kendisine mal ediyor ve iktidarını güçlendirmenin bir vesilesi haline getiriyordu.

III. Kongrede alınan zorunlu askerlik kararı ve uygulaması, halka kötü davranma, köy korucularına karşı izlenen yanlış eylem çizgisi, parti içinde uygulanan şiddet ve işkence yöntemleri, tasfiye ve kaçırtma yaklaşımları PKK adına işlenmeye başlanan suçlardan bazılarıdır. Bu uygulamalar, aynı zamanda PKK’nin devrimci çizgisinden, ilk çıkış özelliklerinden ne kadar saptırıldığının birer göstergeleridir. Bu olumsuzluklar salt ahlaki açıdan değil, aynı zamanda politik açıdan PKK’yi bir gölge gibi takip eden imaj bozucu olaylar oldu. PKK yıllarca bu olumsuzlukların sonuçlarıyla yüzleşti, yüzleştirildi. Bu karar ve uygulamaların doğrudan azmettiricisi Öcalan olmasına rağmen, bunlar belgeli olmasına rağmen sıkıştığında suçu ve sorumluluğu başkalarına atmayı da bir siyaset kurnazlığı olarak kullandı.

Verilen kayıplara, iç tasfiyelere, kaçırtmalara, yanlış ve düşmanın elini güçlendirici eylemlere, ön tıkayıcı “Önderlik gerçeğine” rağmen gerilla gelişmesini sürdürdü, bunu büyük fedakarlıklar, büyük direnişler sayesinde gerçekleştirdi. Aynı zamanda Öcalan’ın direktifleri ve yönetimi henüz gerillayı engellemede bir etken olamıyordu, doğası gereği yerel inisiyatifte gelişen gerilla mücadelesinin merkezi yönetimi doğrudan değil, daha çok dolaylı ve genel düzeyde olabiliyordu. 1989’un sonlarında serhildanların ilk ayak sesleri Cizre köylerinin eylemelerinde, Sılopi’de görülmeye başladı. 1990 Martında ise serhildanlar bir dinamik olarak devreye girdi ve ulusal kurtuluş mücadelesinin halk tabanına oturmasını sağladı. Artık gerillayı ve mücadeleyi bir çırpıda bitirmek mümkün değildi. Mücadele gerçek anlamda bir halkın, bir ulusun davası ve hareketi haline gelmişti. Bu, mücadelede yepyeni bir dönemeçti, yeni politikaları, örgütlenmeleri ve mücadele araçlarını gerektiriyordu.

Ama bir anda çığ gibi büyüyen ulusal kurtuluş mücadelesi dönemin gerektirdiği atılımı, örgütlenmeyi, sonraki aşamanın hazırlıklarını yapamıyordu. Evet, gövde dev gibi büyümüştü, baş çok küçük kalmıştı, yani kadro açığı çok büyüktü. Bir bakıma varlık içinde yokluk çekiyordu. Ama temel sorun, temel çıkmaz bu ve buna benzer yetersizlikler değildi. Temel sorun mücadelenin gerçek anlamda siyasal ve askeri bir kurmaydan yoksun oluşuydu. IV. Kongrenin bu yönlü çabaları ve girişimleri henüz söz düzeyindeyken boşa çıkarıldı, dahası tasfiyeye tabi tutuldu. Dev gibi büyüyen bir mücadelenin çok yönlü örgütlenme, iktidarlaşama, eğitim, siyaset gibi dev konuları bir kişinin deli saçmalarıyla yönetilemezdi, sadece kendi iktidarını pekiştiren ve tek derdi bu olan yaklaşımlarıyla çözülemezdi. Bu “Önderlik tarzı” yapsa yapsa iç tasfiyeyi derinleştiriyor, mücadelenin beynini daha da küçültüyor ve devasa gelişmeleri ise düşmanın saldırılarına açık hale getirebiliyordu. Daha sonra özel savaş aygıtının yetkilileri de açıktan itiraf edeceklerdi. Aslında Kürdistan’da egemenliklerini büyük ölçüde kaybetmişlerdi, ideolojik, moral dayanaklarını yitirmişlerdi. Orduları günün belli saatlerinde kırsal alanlara çıkamıyorlardı. Halk ise ayaktaydı, halkın öncüleri ortaya çıkmaya başlamıştı, olanakları çığ gibiydi. Ama kurmaysız bir mücadelenin bu gelişmeleri değerlendirmesi ve daha üst bir aşamaya sıçratması mümkün değildi. Marx’ın sözü bir kez daha doğrulanıyordu: Ayaklanmayla oynanmazdı, ya sonuna kadar zafere gidilirdi, ya da çok kanlı bir biçimde ezilirdi! Elbette serhildanlar klasik bir ayaklanma değildi, ama yine de düzene bir kafa tutuş, ondan kopuş ve iktidarını tanımama, özgürleşme eylemiydi, açıktan açığa bir hesaplaşmaydı, uzun süreli bir iktidar savaşımıydı. O nedenle savaş ve ayaklanmanın aynı yasalarına tabi idi. Sonuna kadar gitmek ve zaferi yakalamak, öncelikle doğru bir kurmaylıkla mümkündü. Ama “biz” bir kurmaydan yoksunduk. Dahası tek derdi bu devasa gelişmeleri kendi malı haline, iktidarına alma stratejisinin yılmaz uygulayıcısı bir “Önderliğe” sahiptik. Yenilgimiz, açmazımız tam da bu noktada düğümlenmişti. Kendi içinde iyi örgütlenmiş, dönemin sorunlarını ve çözüm yollarını çok iyi bilen, alanında bilgili ve deneyimli gerçek öncülerden oluşan, politika üretebilen kolektif bir kurmaylığa, merkeze ihtiyaç vardı. Ne yazık bu yoktu, Öcalan iktidarı bunu yok etme üzerine kurulmuş, yine bunun ortaya çıkmasını önleme çizgisine dayanıyordu.

IV. Kongre parti tarihinde farklı bir yere sahip bir kongredir. Gerilla alanında yapılan ilk kongre olma özelliğine sahiptir. Bu kongre çok önemli iç ve dış gelişmelerin yaşandığı bir dönemde yapıldı. I. Körfez Savaşı, Kuzeyde serhıldanlarlarla yaşanan kitlesel ayaklanma süreci, Güneyde ortaya çıkan fiili boşluk ve bunun ortaya çıkarabileceği olanaklar ve fırsatlar, dönemin önemini anlatan başlıca gelişmeler olmaktadır. Savaş ve serhildanların ortaya çıkardığı yeni durumu değerlendirmek, çok temel kararlar almak, yaşanan savaş sorunlarını çözümlemek ve çözümler üretmek, Körfez Savaşı ve olası gelişmelere karşı hazırlıklı olmak bu kongrenin yüklü gündemini ortaya koymaktadır. Bunlar kadar önemli olan diğer bir konu da partinin stratejik önderliği sorununa bir biçimiyle neşter vurmaktır. Daha açık bir ifadeyle kendisini partinin ve kongrenin üstünde bir yere oturtan, kendisini tek karar mercii haline getiren ve her türlü eleştiri ve denetimin dışına çıkaran Öcalan sorununa bir biçimiyle neşter vurmak Kongrenin çok net ifade edilmese de en önemli gündem maddesidir. Öcalan da bu durumun farkındadır ve bundan dolayı pek rahat değildir, kongre ile günlük rapor almakta ve müdahalelerde bulunmaktadır.

IV. PKK’nin en çok kongreye benzeyen, özgür tartışmanın belli ölçüde yapılabildi bir platformdur. Aslında parti içi mücadelenin biraz daha özgür ve adil yapılabildiği bir kongredir. “Biraz” diyoruz, çünkü bu durum görecedir ve kısa süre ile sınırlıdır, Öcalan çok geçmeden bu duruma müdahale edecek ve kullandığı çok yönlü şiddetle iktidarını çok daha güçlendirecek ve zindanlar da dahil her alanda oturtacaktır.

Kongrede Öcalan ad verilerek eleştirilmez, ama partinin stratejik önderliğinin Merkez Komitesi olduğu vurgulanır ve karar altına alınır. Öcalan’ı hedefleyen en önemli karar ise Ortadoğu çalışmaları ve bütçesiyle ilgili bir soruşturma komisyonunun oluşturulması kararıdır. Bu, Öcalan’ın faaliyetlerinin denetim konusu yapılması anlamına gelir.

Kongre Güneye ilişkin de önemli kararlar alır. Güneye destek sunulması, Saddam’a karşı gelişecek her türlü eylemin etkin bir biçimde desteklenmesi kararı alınır. Öte yandan Kuzeydeki savaşa ve serhildanlara ilişkin de önemli kararlar alınır.

Öcalan olup bitenlerin farkındadır, ayaklarının altındaki toprağın kaymaya başladığının bilincindedir. Kongrede kendi iktidarına karşı bir denge durumunun yakalandığını, ama bunun burada durmayacağını ve sonuna kadar ilerleyeceğini bilir ve hemen hiç zaman kaybetmeden müdahale eder. Müdahale ederken elindeki bütün kozları ve iktidar hilelerini devreye sokar. Öcalan egemen sınıf iktidarları gibi son derece acımasız ve “rakiplerinin” tüm zayıf noktalarını kullanmayı ve onları o noktadan vurmayı denemekten çekinmez. IV. Kongrede partiye ve onun yönetimine müdahale eden arkadaşların en büyük zaafı, beli bir mücadele stratejisine, gerçek anlamda iktidar perspektifine sahip olmamalarıdır. Son derece saf ve temiz duygularla, hep eleştiri konusu yapıldığı gibi amatörce, “ideolojik” bakarak yaklaşırlar, Öcalan’ın olası yönelimlerini hiç hesaba katmazlar. Oysa verili sistemde iktidar savaşı son derce hazırlıklı olmayı, her şeyden önce beli bir perspektife sahip olmayı gerektiriyor. Aslında bu arkadaşların kafalarında öyle ciddi anlamda iktidar olma, bunun hırsı yoktur. Yaklaşımları son derece “ideolojik”tir. Yani “ortada olumsuzluklar var, parti kötü yönetiliyor, bunun sorumlusu da bellidir, buna müdahale etmek, ona karşı merkezi bir denge haline getirmek, daha doğrusu gerçek konumuna kavuşturmak gerekir” düşüncesindedirler. Bunun ötesinde düşünsel ve siyasal-örgütsel bir hazırlıkları yoktur. Aslında kurumlaşmış bir iktidara müdahale ediyorlar, ama kendileri bunun sonuçlarını öngörmekten yoksundurlar. Elbette acımasız, iktidar oyununu Bizans ve Osmanlı, (buna Ortadoğu da eklemek gerekir) saray entrikalarını aratmayan oyunlar oynayan, hatta bunu daha kaba biçimlerde uygulayan Öcalan karşısında hazırlıksız olan arkadaşların tutunma, kendini koruma şansı olamazdı! Nitekim öyle oldu…

Öcalan IV. Kongrede kendi iktidarına karşı yarım da olsa harekete geçenin Mehmet Şener olduğunu biliyordu. Dolayısıyla onun hedeflemesi en isabetli bir taktik olacaktı. Başkasını hedeflemedi, onlara sıra gelecekti. Öncelikle Şener her açıdan, ideolojik, politik ve moral açıdan etkisizleştirilmeliydi. Bütün süreci ve ayrıntılarını bu başlık altında yazmak mümkün değildir. Ancak şu kadarını vurgulamak durumundayız. Öcalan tasfiyecilikte uzmanlaşmıştı, bütün siyasal yaşamı bununla biçimlenmişti. Kendisi bu durumu gururla itiraf eser ve bundan özel bir zevk alır. Mücadelesinin yüzde doksan – doksan beşinin PKK’ye karşı mücadele ile geçtiğini sayısız kez vurgulamıştır, en son mahkeme kürsülerinde belirtmiştir. Zindan çıkışlı birini en geniş yetkilerle Şener’in üzerine gönderir. Verilen talimat net, kesin ve her açıdan Şener’i tasfiye etmeyi ve onun üzerinden kendi iktidarını her alana tam oturtmayı hedeflemektedir. Şener’e ajan olduğunu itiraf etmesi dayatılır, aksi halde yine ajan olduğu gerekçesiyle kurşuna dizilecektir. Şener boyun eğse de eğmese de fiziki olarak ortadan kaldırılacaktır. Ama boyun eğmesi, Öcalan’ın istediği “özeleştiriyi” vermesi durumunda ölümü çok yönlü olacaktır, hem moral ve politik olarak, hem de fiziki olarak… Öcalan da bunu çok iyi biliyor. O nedenle kesin ve mutlak çok yönlü ölümü dayatıyor.

Kuşkusuz Şener bu dayatmayı kabul etmiyor, gelen kişiyi de ikna ediyor ve kendi yanına çekiyor. Öcalan işlerin sarpa sardığını, gönderdiği kişinin “saf” değiştirdiğini görünce başkalarını görevlendiriyor ve bir an önce Şener’i öldürmeleri talimatını veriyor. Bunları duyan Şener ve birkaç arkadaş daha çareyi o alanı terk etmekte buluyorlar. Bunun dışında başka bir yaşam ve mücadele seçenekleri kalmamıştır. Aslında yukarda da belirttiğimiz gibi bu arkadaşların kafalarında parti içinde iktidar olma perspektifleri olmadığı gibi, öyle ayrılma, ayrı grup oluşturma ve başka bir zeminde mücadele verme düşüncesi, hatta niyeti bile yok. Bunu Şener’in Mustafa Karasu’ya hitaben yazdığı mektupta çok net olarak görmek mümkündür. Kendi saf duyguları ve ideolojik bakış açılarıyla parti içinde bir “düzeltme hareketi” başlatıyorlar, bunun kırın kırana bir iktidar savaşımı anlamına geldiğinin bile farkına varmıyorlar. O nedenle tedbirsiz, perspektifsiz yakalanıyorlar ve kaybediyorlar. Aslında tüzüğe, genel geçer adalet ilkelerine göre Öcalan tarafından yapılan ikinci bir darbe ve büyük bir haksızlık var. Yaptığı “yargısız infazdan” başka bir şey değildir. Hiçbir kanıt ileri sürmeden, hiçbir yargılama yapmadan yaşamını devrime adamış bir devrimciyi bir çırpıda ajan ilan etmek ve ölüm fermanını çıkarmak, bütün partilileri ve halkı kendisine suç ortağı yapmak en sıradan vicdani ölçüye bile sığmaz.

Şenerler ayrıldıktan sonra amaç ve hedeflerini, var oluş gerekçelerini, mücadele anlayışlarını ortaya koyan bildiriler, bildirgeler ve daha değişik yazılı belgelerle ortaya koyarlar. Bu yazılı belgeler “resmi tarihte” anlatılan uydurmaları yalanlar. Örneğin en çok uydurulan tez şuydu: M. Şener’in gerilla mücadelesinin artık zamanını doldurduğunu, bunun yerine siyasal mücadelenin esas ve öne alınması gerektiğini söylerler. Ancak Şener’in kaleme aldığı ve bir tür program niteliğinde olan bir belgede silahlı mücadeleye sayısız kez vurgu var, öyle ki bu vurguda biraz aşırıya kaçtığı bile söylenebilir. Daha iyi anlaşılması için PKK/VEJİN adına yayınlanan bir belgeden kısa bir aktarma yapmak istiyoruz:

“PKK/VEJİN (DİRİLİŞ) Hareketi, PKK’nin çıkış ruhuna ve ilkelerine sahip olup tepedeki önderliksel yozlaşmaya karşı alınması gereken devrimci tavrın bir gereği olarak gelişmiştir.

PKK/VEJİN, Partimizin ve savaşımızın üstten tasfiyesi ve düşmanla girilen reformist anlaşmanın önüne geçmenin devrimci tavrı olmuştur.

PKK/VEJİN, tamamen şehit kanı ve dağ ve zindan direnişçilerinin emek değeri olan partimizin Apo’nun elinde bir aile şirketine dönüşmüş olmasına karşı bir emek hareketi olarak gelişmiştir.

PKK/VEJİN, Apo’nun eliyle yozlaştırılan parti ahlakına ve kültürüne karşı devrimci ahlak ve kültürün zorunlu direnişi olarak doğmuştur.”

Açık ki gerillanın ve serhildanlara dayalı mücadelenin yükselişte olduğu bir dönemde Şenerler veya başkaları hangi doğruları ifade ederlerse etsinler sözlerini savaşanlara ve halka dinletmeleri olanaksızdı, en azından kısa vadede böyleydi. Bu, niyetlerden bağımsız olarak böyleydi, objektif bir olguydu. Bunu Öcalan da biliyordu ve bu noktaya yüklenmekten geri durmuyordu. Daha sonra Suriye istihbaratının da desteği ile Şener’i, bu gözüpek ve direnişçi, mücadelemizin ortaya çıkardığı bu büyük değeri katletti. Aslında Öcalan’ın gerçekleştirdiği en büyük katliam, zindan direnişleri ve kişilikleri üzerinde gerçekleştirdiği irade katliamıdır. Öcalan Şener’i tasfiye etmekle kalmadı, bunu bütün partiyi, özellikle zindanları teslim almada ustaca kullandı. İzmir Suikastı, nasıl ki M. Kemal’in iktidarını oturtmada, bütün muhaliflerini temizlemede ve etkisizleştirmede, her türlü karşı alternatifi ortadan kaldırmada bir araç olarak kullandıysa, Öcalan da Şener üzerinden geliştirdiği yargısız infaz olayını da kendi iktidarını her alana oturtmada ve bütün olası seçenekleri temizlemede bir araç olarak kullandı. Bu, tam anlamıyla bir irade kırma ve teslim alma hareketinden başka bir şey değildir. Öcalan’ın önü düzlenmiştir artık, bütün iradeler kırılmıştır. O artık partinin her şeyidir, daha doğrusu o partinin kendisidir! Partililerin ve halkın tek bir işlevi vardır:

Kul olarak itaat etmek!

Daha sonraki gelişmeler diğer alt bölümlerde kısaca değerlendirildiği için tekrarlamıyoruz.

 

(Devam Edecek…)

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
News Reporter