AKP'nin temsil ettiği dinsel-gerici kesim ile düzen ordusu eksenli "laik cephe" arasındaki gerilim tırmanıyor. Genelkurmay 27 Nisan gecesi bir muhtıra yayınlayarak sürece ağırlığını koymak, darbe tehdidiyle hükümete geri adım attırmak istedi. Genelkurmay'ın bildirisi ilk anda tam bir şok etkisi yarattı.
Fakat 28 Nisan günü ilerleyen saatlerde emperyalist efendilerden ordunun çıkışını mahkum eden (AB) ya da buna mesafeli davranan (ABD) açıklamalar gelmeye başlayınca, AKP hükümeti de rahat bir nefes aldı.
Hükümet Genelkurmay'a cepheden karşı duran bir açıklamayla yanıt verdi. Cumhurbaşkanı adayı Gül de adaylıktan çekilmesinin söz konusu olmadığını, hukuksal/yasal süreç nasıl gerektiriyorsa öyle devam edileceğini bildirdi. Medyadaki pek çok kalem ordunun çıkışını demokrasiye yapılmış bir müdahale olarak nitelendirip bu durumdan çıkış için hükümete erken seçim çağrısı yaptılar. Düzen partileri de yaptıkları açıklamalarda sorunların demokratik mekanizmalar içinde çözülmesi yönünde mesajlar verdiler. Neticede darbeler ve muhtıralar tarihinde politikacılar ve gazeteciler ilk kez generallerin karşısında "hazırola" geçmemiş oldular, hiç değilse ağırlıklı bir bölümüyle.
Emperyalistlerin (kuşkusuz kendi Ortadoğu planlarının gereklerini de gözeterek) AKP hükümetine verdikleri destek başta olmak üzere bunun bir dizi belirleyici nedeni var kuşkusuz. Ayrıca bu nispi denge hali generallerin bildirisinin hiç önemsenmediğini de göstermiyor. Düzen partilerinden belli başlı tüm medya organlarına kadar herkes tarafından dillendirilmeye başlanan erken seçim talebi hükümet üzerinde ciddi bir basınca dönüşmüş durumda.
Genelkurmay'ın 27 Nisan gecesi yayımlanan muhtırası, düzen cephesinde Cumhurbaşkanlığı seçimi üzerinden yürütülen çatışmaya yeni bir boyut getirdi. Düzen içi kesimler, "durumdan vazife çıkartmak"ta fazla gecikmediler. Genelkurmay'ın müdahalesini açıktan savunan bir konuma düşmemek için bu kesimler, bir yandan darbelere karşı olduklarını söyleseler de, öte yandan "parlamenter sistemi koruma", "uluslararası sermayeyi ürkütmeme" vb. argümanlar üzerinden daha ziyade hükümetin önüne neler yapması gerektiğini koydular. Hepsi ağız birliği etmişçesine, ordunun siyasi hayata kabaca yaptığı müdahaleyi bir cümleyle "demokratik teamüllere aykırı" diye geçiştirdikten sonra, gelinen noktanın bütün sorumluluğunu AKP'nin üzerine yıkmaya çalıştılar, ağız birliği etmişçesine tek çözümün erken seçim olduğunu ileri sürdüler.
Hükümet ile ordu arasında denge politikası izleyen TÜSİAD daha önce, cumhurbaşkanı seçiminin istikrar bozulmaksızın yapılmasını, ancak üzerinde ulaşılan bir adayın seçilmesini, yani "milli görüş" geleneğinden aday gösterilmemesini istemişti. CHP sine-i millet tartışırken TÜSİAD'dan açık destek istemiş ve o da bu desteği vermeyerek böylece erken seçim yolunu kapamıştı. Fakat aynı TÜSİAD bugün erken seçim isteyebiliyor! Bu arada Ağar'ın DYP'si ve Erkan Mumcu'nun ANAP'ı birinci tur oylamasına girmeyerek CHP'nin oynadığı 367 komedisinin bir aktörü haline gelmişlerdir. CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen de, "Ülkenin temel değerlerine askerin sahip çıkmasını yadırgamamak gerekir" sözleriyle muhtıraya desteğini açıkça ilan etmiştir. SHP'nin bir merkez yöneticisi olan Ahmet Güryüz Ketenci ordu yalakalığında CHP'den hiç de geride kalmadığını kanıtlayarak, "Genelkurmay açıklamasının Anayasa'nın verdiği yetkiler çerçevesinde" olduğunu söyleyebilmiştir! DSP de sorumluluğu AKP'nin üzerine yıkmanın yanısıra erken seçimi savunarak ordu şakşakçılığı cephesindeki yerini almıştır.
Açıktır ki, erken seçim önerisi, ordunun tehditiyle cumhurbaşkanlığı seçiminin durdurulmasının ötesinde, bir bakıma meclisin silah baskısıyla feshedilmesi demektir. Anayasa Mahkemesi'nin son kararı bu gerçeğin üzerini örtmeye yetmemektedir. Zira, 27 Nisan muhtırasından önce meclisin çoğunluğunun cumhurbaşkanı seçiminden evvel bir erken seçim yapma, dolayısıyla kendini feshetme yolunda bir eğilimi olmadığını biliyoruz. Kaldı ki, erken seçim mevcut krize bir çare de değildir. Çünkü muhtırada yeralan gerekçeler seçimle değişmez. Genelkurmay, "Halkın iradesinin Meclis'e yansıması yenilenmelidir" demiyor. AKP'nin zihniyetine, o zihniyettekilerin cumhurbaşkanı seçmesine karşı çıkıyor. Ve eğer AKP yeniden güçlü biçimde Meclis'e girer, hükümet kurar, cumhurbaşkanı seçmeye kalkarsa; "muhtıra", hükümete verilmiş muhtıra olmaya devam edecektir. Yani sorun, erken seçimle ya da Cumhurbaşkanlığı seçiminin erken seçim sonrasına ertelenmesiyle çözülmeyecektir. Erken seçimden örneğin AKP'nin böyle, hatta daha da güçlü bir parti olarak çıkması da Genelkurmay'ın fikrini değiştirmez. Tersine, AKP seçimden güçlü çıkarsa muhtırada öne sürülen görüşte daha da ısrarlı olunacağı, muhtıranın ana fikridir.
Son muhtırasıyla Genelkurmay, hükümetin Cumhurbaşkanlığı seçiminde inisiyatifi ele geçirdiği bir süreçte dengeleri kendi lehine değiştirmiştir. Bugün hükümet, erken genel seçime gidilmesi ve Cumhurbaşkanlığı seçiminin ardından yapılması konusunda ciddi bir baskı altına girmiştir. Nitekim CHP'nin başvurusu üzerine toplanan Anayasa Mahkemesi, muhtıranın basıncıyla siyasi bir kararla seçiminin ilk tur oylamasını Anayasaya aykırı bularak yürürlüğünü durdurdu. Ardından Başbakan Erdoğan erken seçim kararı alacaklarını açıkladı. Gelinen noktada, düzen güçleri arasındaki mücadele daha da keskinleşmiş, dahası emekçi kitlelerin bu saflaşmaya yedeklenmesinin dayatıldığı bir noktaya gelinmiştir.
Muhtıra, 28 Şubat "postmodern darbe"siyle aynı içerikte olmasıyla dikkat çekmektedir. Açıklamada, "son dönemlerde ‘kutlu doğum şöleni', ‘Kuran okuma yarışması' adı altında düzenlenen ve devlet içinde bazı kurumlarca desteklenen faaliyetler ile din kisvesi arkasına saklanılarak laik devlete meydan okunduğu" belirtilerek, "Cumhurbaşkanlığı seçiminin de laiklik tartışmaları konusuna odaklandığı"na vurgu yapılıyor. Açıklamada Genelkurmay'ın gelişmeler konusundaki tavrı, "Bu durum, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından endişe ile izlenmektedir. Unutulmamalıdır ki Türk Silahlı Kuvvetleri, bu tartışmalarda taraftır ve laikliğin kesin savunucusudur" sözleriyle ortaya konuyor.
Hatırlayalım, devlet içindeki cinayet şebekelerinin açığa çıkarılmasını sağlayan Susurluk kazasından birkaç ay sonra, medyada "laik rejimin şeriat tehdidi altında olduğu"na dair yayınlar yapılmış ve en son, Sincan'daki "Kudüs Gecesi" kutlaması üzerinden 28 Şubat müdahalesi gerçekleşmişti. Susurluk'tan sonra kontra çetelerinin açığa çıkarılmasını talep eden ilerici, demokrat, solcu birçok kesim, 28 Şubat süreci ile birlikte "laikliğe sahip çıkmak" adına Genelkurmay'ın ardında saf tutmuştu.
Hükümet, gelişmeler konusunda tavrını açıklarken, öncelikle "Cumhuriyetimizin temel niteliklerine karşı Anayasa ve yasalara aykırı gerçek ve tüzel kişiler tarafından zaman zaman ortaya konulan hiçbir tutum ve davranışı tasvip etmek mümkün değildir" sözleriyle Genelkurmay tarafından hedef gösterilen bazı ‘kelle'lerin alınabileceğinin işaretlerini vererek uzlaşma zemini hazırlamaya çalışıyor. Ama öte yandan "Hükümetimiz, demokratik laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Cumhuriyetimizi daha da güçlendirmek ve demokrasimizi zedeletmemek konusunda tam bir kararlılık içindedir. Cumhuriyetimiz ve demokrasimiz vazgeçilmez, geri döndürülemez bir kazanımdır" sözleriyle de kendi konumunu korumak için demokrasi isteyen güçleri yedeklemeye çalışıyor.
Komünistlerin ise bu durumdan çıkarttığı vazife ise şudur: Düzen içi çatışmada taraf olunmamalı, düzen güçlerine hizmet eden mücadele reddedilmelidir. Herkes kendi bayrağı altına toplanmalı, kendi stratejik çizgisinde ilerlemeli, bunu güçlendirecek politikalar izlemelidir.
(Kızıl Bayrak, Sayı:17, 4 Mayıs 2007)
http://www.kizilbayrak.net/ sitesinden alınmıştır.