0 0
Read Time:38 Minute, 3 Second

PKK MUHASEBESİ (3)

III.

  PKK ve Öcalan sistemi, kurumlaşma süreci, kullandığı yöntemler, sistemin genel özellikleri, yarattığı yapı, ilişkiler, kültür ve psikoloji, bu sistemin yarattığı tahribatlar, sonuçları

 

Öcalan ve kurduğu iktidar sistemi, PKK gerçekliğinin bir parçasıdır. Dolayısıyla bu kişilik ve kurduğu sistem kavranmadan son otuz yıllık mücadele süreci tam olarak kavranamaz. Bu nedenle PKK Muhasebesi bölümünde Öcalan gerçekliğini ana çizgileriyle de olsa tartışmamız gerekiyor. Bu altı-bölümde bunu yapmaya çalışacağız.

7. Kongre ile resmileştirilen ve 8. Kongre ile final aşamasına taşınan devrimin ve partinin tasfiye hareketi, tasfiyecilerin “barış” söylemleri altında hep gizletildi, başka türlü gösterilmeye çalışıldı, bugün de gizlenmeye çalışılıyor. Ancak ortada bütün dünyanın bildiği çıplak gerçekler var. Bu, tam teslimiyet ve topyekün tasfiye hareketidir; bu, "Önderlik gerçeği" olarak adlandırılan Öcalan yönetim sisteminin çöküşüdür.

Burada yanıtlanması gereken iki temel soru var.

Bir: İmralı teslimiyet ve tasfiyeciliğinin temel nedenleri nelerdir; başka bir ifadeyle, Öcalan neden çözüldü, neden teslim oldu, neden teslimiyet ve ihanetini bütün tarihimize, halkımıza ve partimize topyekün bir teslimiyet ve tasfiye hareketi olarak dayattı?

İki: Bir parti ve halk, böyle bir kişinin ardından neden ve nasıl bu kadar kolay sürüklenebildi; Öcalan’ın uçakta başlayan çözülme gerçekliği, başta Başkanlık Konseyi ve parti organları tarafından neden görülmek istenmedi ve görülse bile neden gerekli tavır alınmadı?

Sorularımızı biraz daha geliştirmemiz ve anlaşılır kılmamız gerekiyor: Öcalan’ın İmralı’da yaşadığı teslimiyet ve yöneldiği tasfiyeciliği nasıl açıklamak gerekir? Neden bir çırpıda devrimin ve partinin bütün değerlerini düşmana teslim etti, neden bir çırpıda kırk yıllık cumhuriyet ideologu ve Kemalist siyasetçi kesiliverdi? Basit can korkusu mu? Evet, neden? Burada yaşanan, sosyalist bir önderin, ulusal kurtuluşçu bir önderin yoğun düşman şiddeti karşısında zaaflarına yenilgisi midir? Yoksa gerçeklik çok daha karmaşık, derin ve çelişkili bir bütün müdür?

Bütün bu soruların yanıtı, Öcalan gerçeğinde, onun kurduğu kişi kültüne dayalı, tek kişinin keyfi ve sorumsuz yönetiminden başka bir şey olmayan ve “Önderlik gerçeği” denen iktidar sistemde gizlidir. O nedenle Öcalan gerçeğine ve kurumlaştırdığı “sisteme” çok kısaca bakmamız gerekiyor.

 

a) Öcalan İktidar Sisteminin Kuruluş ve Kurumlaşma Süreci

 

Kişi kültüne dayalı, sorumsuz ve keyfi tek kişinin mutlak yönetim sistemini bütün boyutlarıyla kavrayabilmek için tarihsel süreç içinde nasıl gelişip kurumlaştığına, Öcalan’ın bunu ideolojik ve ruhsal düzeyde partiye ve halka nasıl egemen kıldığına bakmak gerekir. Öcalan sisteminin tarihsel süreç içindeki evrimi, aynı zamanda parti tarihimizi ve bugünü kavramada bize ışık tutacaktır.

1971 Direnişçiliği, PKK’nin ortaya çıkışında, çok önemli bir etkendir, Abdullah Öcalan’ın devrime yönelmesinde önemli bir rol oynar. Kendisi bu süreci, "ben bir boşluğa doğdum" biçiminde özetler. O dönemde bir tür örgütsel ve önderliksel boşluk ortaya çıktı. Bu durum, onun için bir fırsat niteliği taşır. "Eğer Mahirler yaşasaydı, bir önder olarak değil, bir militan olarak kalırdım" demektedir. A. Öcalan’ın bireysel arayışları ile kişilik yetenekleri de elbette çıkışta önemli rol oynar.

Öcalan, tek kişi yönetimine dayalı sistemini başta kurgulamış mıydı? ’70’li yılların başlarında, Kızıldere katliamı oldu. Katliama karşı yapılan boykot, bildiri dağıtma eylemlerinden dolayı Öcalan zindana düştü. Ardından da 6-7 aylık bir hapis süreci yaşadı. Arayışları ve araştırmaları vardı; dönemin siyasal ortamının ve gelişmelerinin yoğun etkisi altındaydı. Güç, kimlik arayışı içindeydi. Toplumda bir yer edinmek, itibar sahibi olmak istiyordu. Bu konuda çok hırslı ve tutkuludur. Bunda çocukluk eğilimlerinin, yetişme koşullarının etkisi vardır. Bütün arayışlarının ve eğilimlerinin yanıtını, büyük ölçüde devrim ve sosyalizm davasında buldu; bunu ’71 Direnişçiliği sağladı. O dönemde güç ve itibar sahibi olmanın Öcalan için yolu devrim ve sosyalizmden geçerdi ..

Önce gücü başta devlet içinde arar, fakat aradığını bulamaz. Askeri okula gitme istemi var. Ancak bu isteminin gerçekleşmemesi, devlet içinde iktidar ve güç, kimlik ve yaşam arayışlarının önünü kapatır. Sonra gücü dinde arar. O da fazla istemlerine, kişilik özelliklerine yanıt vermez.

’70’li yıllarda Türkiye’de devrimci çıkışın yarattığı ideolojik ve psikolojik bir ortam, büyük bir devrimci heyecan, tutku var. Bu tutku hemen hemen herkesi, tüm gençliği sarmıştır. Özellikle üniversite gençliğini… Dünya çapında sosyalizm ve ulusal kurtuluşçuluk prestijinin zirvesindedir. ’68 çıkışı, Che Guevara’nın enternasyonal rüzgarı , Vietnam Devriminin etkileri dönemin dünya ve Türkiye’deki siyasal, ideolojik ve psikolojik ortamı hakkında çok net bilgiler verir. Öte yandan sınıfsal olarak da yoksul bir Kürt aileden geliyor. Siyasal ortam ve sınıfsal gerçekliği düşünce dünyasını etkileyen temel bir olgudur. Gelişmenin yolunun, hem kendi sınıfsal, hem de ulusal gerçekliğini kavramaktan geçtiğini, bunun da sosyalizmde karar kılmak anlamına geldiğini görür.

O dönem Türkiye’de bir örgütsel boşlukla birlikte önemli bir devrimci miras ve devrimci potansiyel de var. Gençlik büyük ölçüde bu devrimci sürecin etkisi altındadır. Öcalan ‘70’li yılların bu siyasal atasmferinde Ankara’dadır, Kürdistan sorununa eğilir, araştırma ve inceleme sürecini yaşar. Gerçi KDP ve DDKO cılız da olsa Kürdistan sorunu hakkında belli bir iddiayı dillendirirler. Ama bu eğilimler, kendileriyle belli bir ilişki içinde olan Öcalan’ı tatmin etmekten uzaktırlar. Tersine bu grupları sınıfsal ve ideolojik konumlarından dolayı kendisi için ezici bulur. Bu nedenle KDP ve DDKO kendisine cazip gelmez, dahası bunları kendi arayışları ve eğilimleri için bir engel, bir tehdit olarak algılar. Böylece arayışlarını ve araştırmalarını emekçi seçenekte, devrim ve sosyalizm çizgisinde geliştirir ve derinleştirir.

Bu kısa açıklamalardan sonra durumu özetlemek gerekirse, Öcalan’ın arayışlarına ve tutumuna yön ve biçim veren üç temel etkeni şöyle formüle etmek mümkündür: Bir, bireysel güç arayışı; iki, sosyalizmin bütün gençliği ve toplumu etkileme düzeyi; üç, ulusal ve sınıfsal gerçekliği!

Bireysel eğilimleri ve istekleri ne olursa olsun, bir devrim ideolojisi ve teorisinin oluşturulması, devrim programının ilk adımlarının düşünsel planda atılması önemlidir. Bu durum doğal olarak ideolojik öncülüktür. Grup üyeleri arasında doğal ve saygıya dayanan ilişkiler gelişir. İlişkilerde mesafe, yabancılaşma yoktur. Grup üyeleri Öcalan’a saygılıdır, ama kendilerine de saygılıdırlar ve henüz “yaratıldık” yanılsamasıyla büyülenmiş değillerdir. Bu ilişki biçimi, Öcalan için de geçerlidir. Grup, öncü bir çekirdek konumundadır. Elbette belirtmeye gerek yok ki, grup üyelerinin ideolojik gelişim düzeyleri ve katkıları farklıdır, bu da doğaldır.

Ülkede yürütülen çalışmalarla grup hızla büyür, politik bir güce dönüşür. Bunda, Türkiye devrimci çıkışının etkisi ve binlerce yıldır çözülmemiş ve küllenmiş Kürt sorunu ve çözümünü grubun radikal bir tarzda formüle edip silahlı mücadeleyi önermesi etkili olur. Devrimci yurtsever düşünceler, eğilimleri ve yönleri devrime ve sosyalizme daha yakın olan öğrenci gençlikte ve giderek toplumda yankı bulur…

Kuşkusuz bir kişinin kendini algılaması, kuracağı grup ve parti içinde tanımlaması, konumlandırması çok önemlidir. Grup döneminde Öcalan kendini nasıl tanımlıyor, neye göre konumlandırıyordu? O konuda çok kesin şeyler söylemek mümkün değil. Ancak bazı ipuçları var, bunlar da önemli ipuçlarıdır. Bunlar hakkında birkaç not düşmenin yararlı olacağını düşünüyoruz.

Bu ipuçlarından biri Kesire ile evliliğidir. Kendisi anlatıyor. " Kesire grup içinde tehlike sinyalleri veriyordu. Herkesle aynı düzeyde ilişki geliştirmeye çalışıyordu. Bu, giderek parçalayıcı bir unsur olabilirdi, grubun duygularıyla oynayabilirdi!" Yaptığı değerlendirmenin özeti bu. Çözüm olarak, "içimizden biri ile nişanlanmalı veya evlenmelisin" önerisini yapar. Kimdir bu birisi? Elbette kendisi… Bu olay bir çok açıdan irdelenebilir. Olay özgülünde grubu kurtarma kaygısının belirleyici bir rol oynadığını, bunu da ancak kendisinin yaptığını belirtmektedir. Bu yorum zorlamadır. Başta kadın olmak üzere grubu kendine bağlamanın, kadını mülkiyetine almanın bir işaretidir. Elbette bunları tasarlayarak bire bir planlayarak gerçekleştirmiyor. Bu, bir eğilimdir ve kendini gösterir. Öyle de olsa kullandığı yöntem, kaba ve ilkel bir el koymadan öte bir anlama gelmiyor. Kadına bakışta, kadının eğilim ve istemleri hiç dikkate alınmaz. İlginçtir, daha sonra yaptığı hiçbir çözümlemede bu konuda özeleştiri vermemiştir, tersine bu tutumunu grubu kurtarma olarak değerlendirmiştir.

Bu dönemin diğer önemli bir özelliği, bir MİT fobisinin oluşturulmasıdır. Aslında o dönemin havasını da verir. Hep "takip altındayız" psikolojisini yaşar. Bu bir ruh halini yansıtmaktadır. Devlet karşısındaki korkuyu, kaygıyı gösterir. Bunun siyasal amaçlar için kullanıldığı da bugün söylenebilir. Örneğin Ankara’dan çıkış, grubun çıkışı değil, kendisinin çıkışıdır. Grup çıkmıştır ve rahat girip çıkmaktadır. ’75’in sonunda ’76’da faaliyetler taşırılmıştır. Ankara’dan çıkış çok dikkat çekici değildir. Devlet için çok tehlikeli olabilecek bir durum da henüz söz konusu değildir. Bunun için kayda değer bir neden de yoktur.

Daha sonraki değerlendirmelerinde Öcalan, Kesire ile olan evlilik ilişkisi ile Pilot sorununu çok abarttı, bunu “tarihsel bir çıkış” olarak değerlendirdi. Grubun şekillenmesinde, yaşamasında Pilot’un atlatılmasının çok önemli olduğunu, Kesire’yi yakınına alarak önderliksel tavır içine girdiğini defalarca tekrarladı. Aslında burada büyük bir olağanüstülük söz konusu değil. Her grubun içine MİT kendi elemanlarını sızdırır, o grubu takibe alır. Pilot’un durumu da bu olabilir.

Öcalan’ın Kesire ile olan evliliğini sadece politik nedenlere bağlamak ve onunla açıklamak doğru değildir. Kesire’ye karşı duygusal bir eğilim içindedir. Bu birinci nedendir. İkinci neden, "grup için tahrik edici bir unsur olmaktan çıksın, bana bağlansın" istemidir. Bu noktada kadına yaklaşımında siyaset yapma, insanı değerlendirme tarzının ipuçlarını görürüz. Üçüncü neden de "ailesi devletle ilişkilidir. Devlete yakın olursak devletle çelişkileri belli düzeyde götürürüz. Devleti yanıltırız" anlayışıdır.

Bütün bu ip uçları , Öcalan’da var olan eğilimlerin, ilk yıllarda PKK ile çelişkili, paradoksal bir bütün oluşturduğunu gösteriyor.

PKK çizgisinde ideolojik ve politik olarak devletten ve düzenden bağımsızlaşma, kopuşma bir olgu olduğu kadar, bununla çelişkili olarak Öcalan kişiliğinde devletten ve düzenden tam bir kopuşma yoktur. Tersine devletle belli bir mesafeyi koruma kendi kişilik anlayışının bir gereğidir.

Yukarda özetlemeye çalıştığımız olayları Öcalan, “sistemini” oturturken çok büyük bir önderliksel çıkış olarak sunmuştur. Bu ilişkileri "o çıkışı yapmasak, bu ilişkiyi doğru kullanmasak grup ölecekti" şeklinde değerlendirmiştir. Yeteneklerini ve becerisini çok abartarak kendisini farklı göstermiştir. Burada önemli olan daha sonraki değerlendirmelerde Öcalan’a komplo teorilerinin büyük ölçüde yön vermiş olmasıdır. Olgulardan yola çıkarak gerçeklere ulaşma gereği duymamış, bu doğru yöntemi izlememiştir. Objektif gerçekleri, kafasındaki kurguya uyarlamak Öcalan’ın temel bir yöntemidir. Pilot olayının çok abartılması, MİT fobisinin yaratılması ve bunun giderek bir ruh haline dönüştürülmesi grup ilişkilerinde de etkili olmuştur.

Daha sonra önemli bir kişilik özelliğine dönüşecek bir eğilimine değinmek istiyoruz. Öcalan, Kızıldere üzerine yaptığı değerlendirmelerde, "örgütsel sürekliliği sağlayamadılar, ben ise örgütsel sürekliliği sağladım" demektedir. Burada örgütsel süreklilikle anlatılmak istenen nedir? Açık ki Öcalan, örgütsel süreklilik ile kendi varlığını sürdürmeyi anlıyor ve anlatıyor. Elbette bir örgütün süreklileşmesinde önder kadroların varlığı ve yaşaması çok önemli bir etkendir. Ama belirleyici değildir. Önemli olan örgütün kurallarıyla, ilkeleriyle sürekli kendini üreten bir kurumlaşmayı gerçekleştirmesidir. Kurumlaşmada önderlerin varlığı kaçınılmaz olarak çok önemlidir. Bazı durumlarda belirleyici de olurlar. Önderler kolay yetişmez. Yaşamlarının ve çalışmalarının güvence altına alınması gereklidir. Fakat bu hiç bir zaman örgütsel süreklilik, devrimin sürekliliği eşittir önderliğin yaşamı anlamına gelmez. Ne var ki Öcalan, böyle bir özdeşlik kurarak kendini algılamış, konumlandırmıştır.

Bu yaklaşım, Öcalan’ın ideolojik ve ruhsal duruşuyla da bağlantılıdır. O dönemden itibaren Öcalan, örgütsel sürekliliği kendi yaşamına bağlı gördü. Ancak bu eğilim çok öne çıkmasa da grubun çalışmalarıyla iç içedir.

Öcalan, ’79’da yurtdışına çıktı. Çalışma koşullarının daralması, Şahin’in yakalanması, Türkiye ve Kürdistan’da barınma olanaklarının azalması, yakalanma tehlikesi, örgütsel süreklilikle kendi varlığını özdeş görmesi bu kararın alınmasında belirleyici rol oynar. Çıkış kararını kendisi alır. Bu karardan Merkez Komitesinin haberi yoktur. Hazırlıklar tamamlanma noktasına geldikten sonra da "ben çıkacağım, bilginiz olsun" şeklinde Merkez Yürütmede yer alan Cemil Bayık ve Duran Kalkan’a haber verir. Kesire’ye de haber vermez ve çıkar. Bu yaklaşım, sadece güvenlik sorunundan dolayı değildir. Kendisini tek karar mercii ve tek yetkili görme eğiliminin ne kadar güçlü olduğunu göstermektedir.

Bu noktada giderek kendini tek iktidar ve egemen güç haline getirme eğilimi önemli bir kerteye gelmiştir. Ama öte yandan kaçınılmaz olarak iktidar olma, güç olma, gücü tek elde toplama eğilimlerinin ikiz kardeşi niteliğinde olan duygular gelişir ve büyür. Bunlar kaygılar, korkular, kuşku ve güvensizliktir. Başlangıçta bu duygular çok güçlü olmayabilir. Ancak iktidar hırsı, her şeyi kendinde merkezileştirme, hiçbir şeyi başkalarıyla paylaşmama eğilimi kaçınılmaz olarak güvensizliği, kaygıları, korkuları getirir. Bunlar karşılıklı olarak birbirlerini etkilerler. Bu duygular baştan itibaren belli düzeylerde vardır. Ancak kadrolara, örgüte olan güvensizliğin özellikle yurtdışına çıktıktan sonra daha da yoğunlaştığını belirtmemiz gerekir. Giderek korku, kaygı, güvensizlik, bütün iktidar iplerini elinde toplama ve mutlak iktidarını görünür görünmez bağlarla kurumlaştırma, örgütü her açıdan kendisine bağlama dürtüsünü ve çabalarını sürekli besledi, kışkırttı ve kamçıladı.

Yurt dışında örgütü denetleyemeyeceği, örgüte hakim olamayacağı kaygısını çok derin yaşadı. Başta örgüt merkezi olmak üzere kadrolara, örgüte karşı büyük bir güvensizlik içindeydi. Örgütün kendisinin çizgisi doğrultusunda yürümeyeceği konusunda sürekli bir kaygı ve korku içinde oldu. Bütün çözümlemelere de bu yansımıştır. "Benim dediğimi yapmıyorsunuz, hep bana karşı direniyorsunuz" sözleri, anılan güvensizliği çok çarpıcı bir biçimde anlatmıyor mu?

Şu çok dikkat çekicidir. O dönemde hiç bir partide görülmeyen bir pratiğe yöneldi. Bir iç istihbarat örgütünü kurdu. Bu örgüt, parti merkezini ve kadrolarını denetlemekle yükümlüydü. Tek işi merkezi ve kadroları denetlemek. Sorumlu ve bağlı olduğu merkez ise Öcalan’dan başkası değildir. Böyle bir oluşum güvensizliğin zirvesidir. Kaçınılmaz olarak kadroların sürekli kontrol edilme duygusu altında rahat çalışmaları mümkün değildir.

Yurt dışında ve örgütten uzakta olması, onun kendi çizgisini daha sistemli kurma, partiyi denetimine alma ve bunun önünde engelleyici olan unsurları da ortadan kaldırma eğilimini güçlendirmiştir. ’79 sonlarında Merkez Komitesi feshedildi. Geçici Merkez Yürütme oluşturuldu. Feshedilen merkezdeki kişilikler çok ciddi bir şekilde eleştirildiler. Yeni atanan Geçici Merkez Yürütmeye de "bunlara istediğinizi yapabilirsiniz, yargılayabilirsiniz, görevlendirebilirsiniz, hatta sıradan hücrede ya da bir bölgede yerel komitede görevlendirebilirsiniz" denildi.

1980’in sonlarında örgütün içinde bulunduğu durum bilinmektedir. Örgütün önemli bir bölümü tutsak düşmüştür. Yurtdışında partiyi yeniden derleyip toparlama, geçmişin muhasebesini yapma, gerekli dersleri çıkarma ve yeni dönemin politik ihtiyaçlarını karşılayacak çalışmaları başlatma, bütün bunlar, bu dönemin belli başlı görevleridir. Onun için de konferansa hazırlık amaçlı gerekli ideolojik, teorik çalışmalar yapılır. I. Konferans güçlerin derlenip toparlanmasında ve yeni bir mücadele sürecine hazırlanmasında önemli bir rol oynar.

II. Kongre, ülkeye silahlı mücadele temelinde dönüş kararı aldı. Öcalan, II. Kongreden daha güçlenerek çıktı. Kadrolar henüz bütünüyle ezilmemişse de büyük ölçüde yara almışlardır ve mesafe açılmıştır. Öyle de olsa belli kadroların III. Kongreye kadar hala grup döneminin getirdiği bir saygınlıkları var.

III. Kongre, Öcalan sisteminin oturtulmasında bir dönüm noktasıdır. II. Kongre aslında Öcalan sistemine geçişte bir “ara aşama”, bir “geçiş halkası” işlevini görür. Daha önce kişilik eğilimleri ve dürtüleri ile devrimci çizgi ve devrimci mücadele birlikteyken, bu birliktelikte devrimci çizgi daha önde bir işlev görürken, III. Kongre ile birlikte her şey Öcalan’a bağlanır, onunla açıklanır ve onun tek kişi yönetimi meşrulaştırılır, teorileştirilir ve bir külte dönüştürülür. Tabulaştırma ve kutsallaştırma, tapınma böyle başlar. Daha önce grubun ilk çekirdeğinde yer alan arkadaşların belli bir saygınlıkları ve Öcalan karşısında irade gösterebilecek bir duruşları vardı. Ama III. Kongreye gelindiğinde çoğunun iradesi kırılmıştır. Her biri şu veya bu düzeyde ve biçimde etkisizleştirilmiş ve gözden düşürülmüştür. Öcalan karşısında bağımsız duruş sergileyebilecek tek bir kişi dahi bırakılmamıştır. Geriye sadece tek bir kişi kalır. O da Öcalan’dan başkası değildir.

III. Kongre dikkat çekici bir platformdur. Öcalan’ın yanı başında Kongre yapılır, fakat başta Genel Sekreterin katılması gerekirken, Öcalan kongre oturumlarına katılmaz. Ancak kongreyi izlemekte, rapor almaktadır. Kongre divanı günlük raporunu Öcalan’a sunmaktadır.

III. Kongrede Öcalan bütünüyle her şeye hakim olmaya başlar. Bunu yaparken yanlışları, başarısızlıkları kullanmıştır. Tabii ortaya çıkan başarısızlıkta kendisinin rolü nedir? Bu can alıcı soru tartışma konusu yapılmaz, hatta sorulmaz bile. "Ben başarılıyım, siz başarısızsınız." biçiminde en ağır hakaretlerle, küfürlerle pratiği yürüten kişilikler, Abbas ve diğerleri yerden yere vurulur. III. Kongrede ve sonrasında Öcalan artık tektir; bütün ipleri kendi elinde toplamış, merkezileştirmiştir. III. Kongre partiyi teslim alma kongresidir. Bütün alternatifleri etkisizleştirme kongresidir.

Bundan sonra kendini yüceltme, her şeyi kendisiyle açıklama ve partilileri hiçleştirme ayakları üzerinde yükselen kişilik çözümlemeleri, bir yönetim mekanizması, bir ideolojik hegemonya aygıtı, bir yargı ve askeri planlama platformu olarak parti yapısına ve yaşamına egemen kılınmaya çalışılır. Bu nedenle, yeniden belirtmeliyiz ki, III. Kongre, Öcalan sistemi açısından bir dönüm noktasıdır. Bundan sonra esas olarak Öcalan’ın kişilik eğilimleri ve dürtüleri partiye yön verir, devrim ve değerleri ise onun sistemine hizmet işlevini görür, onunla çelişkili bir bütün oluşturur.

Bundan sonra örgütsel ilişkilerde baştan beri varolan yaz-boz uygulaması giderek oturdu. İlkeler ve kurallar şematizm , dogmatizm eleştirisiyle, kalıpçılık olarak nitelendi. Böylece ortaya şekilsiz bir ilişkiler bütünü çıktı. Eğitimde Marksist-Leninist eserler büyük ölçüde okunmaktan vazgeçildi, esas olarak çözümlemeler işlenmeye başlandı.

’87-88’de çözümlemeler geliştirilip derinleştirildi. Örgütlenmeye ilişkin yeni kavramlar üretildi. Bunların başında da "taktik önderlik" ve "stratejik önderlik" kavramları gelir. "Taktik önderlik", pratik önderlik veya ülke içi merkezdir. Pratikten sorumlu tutulacak, sürekli aşağılanacak, günah keçisi yapılacak organdır. Stratejik önderlik ise mücadeleyi tek başına belirleyen, partinin, devrimin ve her şeyin belirleyicisi olan, yetkileri sonsuz, sorumluluğu ise olmayan kişidir. Yani Öcalan’dır. Stratejik önderlik daha sonra “Parti Önderliği” kavramına, “parti önderliği” “ulusal önderlik” kavramına, bugün ise “evrensel önderlik” düzeyine çıkarılmıştır. Evrensel önderlik, artık tanrı katında, hatta tanrı üstünde bir konumdur. Artık ideoloji, devrim, parti, ilkeler kendisinin hizmetindedir. Öcalan’ı yücelttiği ölçüde bunların bir anlamı vardır. Öcalan’ın konumu ve kutsallığı sloganlaştırılır. Hemen eklemeliyiz ki, burada Öcalan, model olarak Kemalizm’den, Esat ve Saddam’dan siyaset yapma ve yönetim dersi almıştır. Bilinir, Kemalizm, burjuva siyasetçiliği ile Osmanlı siyasetçiliğinin sentezidir. Osmanlı siyasetçiliği ise Fars, Arap, Bizans siyasetçiliğinin sentezidir. Öcalan, ayrıca geleneksel doğu toplumlarındaki despotik yönetimlerden, Kürt aşiret yönteminden de öğrenmiş, Ortadoğu’daki siyaset yapma tarzına ise okul gibi yaklaşmıştır.

III. Kongreden sonra geliştirilen diğer bir kavram da “Potansiyel hizip” kavramıdır. Bu, herkesin yüreğine Öcalan’la çelişmemek için sonsuz itaat korkusunun salınması işlevini görür. Aslında Öcalan açısından derin bir korkuyu ifade eder. Aynı zamanda parti içinde nasıl bir yönetim anlayışının ve psikolojisinin oluşturulduğunu da gösterir.

“Sistemin” oturtulmasında önemli bir dönemeç de bilimsel sosyalizmden sapıştır. ’90’ların başında reel sosyalizm çöktü. Reel sosyalizmin çöküşü sonrasında Öcalan da, sosyalizm ve devrim sorunlarına yaklaşımda yeni bir durum değerlendirmesi yaptı. Bundan sonra parti ideolojisine her türlü anlayış, akım bulaştırıldı. Burjuva liberalizmi, burjuva demokratizmi , çevrecilik, feminizm parti çizgisinin içine ekildi, serpiştirildi. Öcalan, Yeni Dünya Düzeninin “yükselen değerlerini” izledi, onlardan yeni öğeler öğrenme ve kendine katma çabası içine girdi…

İdeolojide, felsefede idealizme kayma oldu. Dogmatik, kalıpçı ve kaba materyalist olmama adına, sosyalizmin değerlerini küçümseyen yaklaşımlar öne geçmeye başladı. Bunda düzen içi arayışlar, sistem içinde kendine yer edinme yaklaşımı temel bir rol oynadı. Parti bayrağındaki orak-çekiç ambleminin değiştirilmesi vd . gelişmelerin, bu bağlamda değerlendirilmesi gerekir.

Öcalan, 1990’ların başından itibaren sosyalizm ve devrimin artık kendi “sisteminin” güçlü ayakları olamayacakları değerlendirmesine ulaşır. Sosyalizm ve devrim düşüncesi, silahlı mücadelede ve gerillada büyük ölçüde esas alınmasına, buna vurguda bir eksilme olmamasına rağmen bu yine böyledir. Bunun dışında legal alan, basın-yayın, Avrupa her türlü eğilimin, orta sınıfların kendini rahatlıkla ifade edebileceği, örgütleyebileceği bir meydan haline getirilir. Bu, bilinçli bir politikadır.

Bugün İmralı’da ortaya çıkan teslimiyetçi ve tasfiyeci çizgi bu kadar büyük bir destek buluyorsa, bunun nedenleri nedir? Hiç kuşkusuz teslimiyet ve tasfiyeciliğin bu kadar yaygın destek bulması, yalnızca müritlik ilişkileri, oluşturulan siyasal kültür ile açıklanamaz. Öcalan, ’93 Ateşkesi ile düzen içi arayışlara yöneldi, bunun siyasal ve toplumsal dayanaklarını geliştirdi. Sürgünde Kürdistan Parlamentosu, legal alanlar, HADEP, Avrupa çalışmaları; bütün bunlar, anılan düzen içi çizginin ulusal kurtuluş mücadelesi içindeki toplumsal ve siyasal dayanaklarını oluşturdu.

Öcalan, kişi kültüne dayalı sitemini her açıdan ve bütün parti yapısına egemen kılarak kurumlaştırmayı çok önemli görür, bütün dikkat ve çabalarını bu hedefe bağlar. 1990’ların başına gelindiğinde kendi mutlak iktidarını ve dokunulmaz konumunu partinin ve mücadelenin her cephesine oturtur, egemen kılar. Her alanda artık tek ve mutlak egemen odur! O, her şeydir, her şey onunla açıklanır, her ilişki ve işleyişte, her karar ve uygulamada tek onun iradesi ve otoritesi geçerlidir. Ancak bütün bunlara rağmen henüz tam denetim altına alınamayan bir alan var: Zindanlar! Zindan ve zindan direnişlerinin parti ve halk nezdindeki prestiji , saygınlığı doruktadır, bu, haklı bir saygınlıktır. Ama aynı zamanda zindanların yetersizlikleri, zayıflıkları ve yanılgıları da vardır. Aynı dönemde M. Şener’in Öcalan sistemini deşifre eden IV. Kongre ve ondan sonraki tutumu vardır. Öcalan bu olayı gerçekleri tersyüz ederek yansıtır, bunu bir karşı kampanya olarak ele alır ve zindanları teslim almada kullanır. (Şener’in durumunu ayrı bir başlık altında değerlendireceğiz.) Öcalan, IV. Kongrede ortaya çıkan havadan son derece korkmuştur. Gecikmesi durumunda iktidarının tehlikeye düşeceğini iliklerinde hisseder ve harekete geçer, Şener’i her açından tasfiye etmeye çalışır. Bunu başarır, bu durumu tam bir fırsat olarak değerlendirir ve “tam zamanıdır” diyerek zindanlara yüklenir, Zindan Direniş Konferansı (ZDK) ile zindanları ve zindan direnişlerini teslim alma, rehabilite etme hareketi başlatır.

ZDK ile zindanların tarihini Öcalan istediği gibi yazıldı. Tıpkı resmi parti tarihinin yazılışı gibi. "Direndik, kazandık diyorsunuz, fakat ben olmasaydım bunlar olmazdı" diyebilmiştir. Bu yaklaşımla yapılan Zindan Konferansı, Öcalan “sisteminin” bütün alanlara ve kadrolara egemen kılındığı bir platform niteliği taşımıştır.

Öcalan kişiliğinin yenilmez, tartışılmaz, hatta tanımlanamaz bir noktaya getirilmesinde, bu kültürün ruhlara işlenmesinde, Öcalan kültünün oluşturulmasında ve bunun kitlesel kabulünde Zilan’ın eylemi önemli bir rol oynar.

Bu yüceltme artık herkesi kilitlemiştir. Herkes Zilanlaşma hedefini önüne koymuştur. Zilanlaşma hedefi, Öcalan’a daha fazla bağlanma olarak yorumlanır. Zilan yoldaş, "canımdan başka verecek bir şeyim olsaydı da verseydim" demiştir. Bu, devrime büyük bir bağlılıktır. Bir ideolojiye, bir değerler bütününe kendini adamadır. Ama bu Öcalan tarafından kötü kullanılmıştır. Öcalan "değerleri bende görmüştür, şehitlere bağlılığı bende görmüştür" biçimindeki değerlendirmeleriyle kendini tartışılmaz bir konuma, tanrı katına oturtmuştur.

Bu eylemden sonra Öcalan, halk ve partililer için tartışılmaz, yanılmaz ve yenilmez bir önderdir. Sema arkadaşın eyleminden sonra bu durum daha da derinleşir. Bütün bunları Öcalan, sistemini güçlendirme amacıyla yorumlamış, ruhlara yedirmiştir. ’98’de çığ gibi yayılan "Güneşimizi Karartamazsınız" eylemleri ile Öcalan kültü, en yaygın kitlelerin ruhunda daha da içselleşti…

Hiç kuşkusuz Öcalan sisteminin oturtulmasında ve kurumlaştırılmasında, bunun tüzüksel bir ifadeye kavuşturulmasında V. Kongrenin önemli bir rolü vardır. V. Kongre ile “önderlik” kültü hukuksal bir çerçeveye oturtuldu. Bunun iki nedeni vardır: Birincisi, parti içinde gerçek konumunu resmileştirmek için. "Bu yetkiyi nereden aldın" dedirtmemek için. V. Kongrede yapılan tüzük değişikliği ile kurulan Genel Başkanlık kurumu , kongre üstünde yetkilerle donatılmış bir statüdür.

 

b) Öcalan’ın Kendisini Algılayışı, İlkeler ve Değerler. Dava Karşısındaki Duruşu

 

Öcalan kendisini nasıl algıladı, algılıyor? Kendisini nasıl tanımlıyor? Devrim ve sosyalizm ilkeleri, idealleri ve değerleri karşısında duruşu nedir? Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesi ve buna ait değerler onun için ne anlam ifade ediyor? İlkeler, idealler ve değerler karşısındaki duruşunun insana yaklaşımına, siyaset yapma tarzına, örgüt yönetim biçimine yansımaları nelerdir? Öcalan için önemli olan, esas olan, vazgeçilmez olan, amaç olan, ilke olan nedir? Kendisi mi, devrim mi, Kürt halkının temel çıkarları mı? Gerçekten Öcalan’ın bağlandığı, kendine ilke edindiği ve yaşam gerekçesi haline getirdiği ilke, amaç, değerler bütünü, idealler, hayaller, özlemler var mı? Varsa ne?

Bütün bu sorular çok önemli ve bizim Öcalan gerçeğini, onun İmralı’da teslimiyet ve ihanet biçiminde somutlaşan kesitini daha doğru ve eksiksiz kavramamıza yarayan, bu konudaki araştırma ve değerlendirmelerimize yol gösteren, gösterecek temel sorulardır.

Yukarıdaki soruların yanıtı, Öcalan’ın kendisini algılayışta, kendini nasıl tanımladığı sorusunda düğümlenmiştir. Öcalan’ın siyaset yapma tarzı, insana yaklaşımı, ilişkileri ele alışı ve örgütü yönetim biçimi, kendini algılayış ve tanımlayışı tarafından belirlenmektedir. Peki Öcalan kendisini nasıl tanımlıyor, nasıl algılıyor? Bu soruların yanıtı çok uzun ve kapsamlı, ama biz genel bir özet vermekle yetineceğiz.

Öcalan, her şeyin üstünde, her şeyi çözmüş, kendini, tarihi, insanlığı aşmış, neredeyse her şeye kadir, kendisini dünyanın da ötesinde evrene göre ayarlamış, benzersiz, eşsiz, biricik bir varlık; aslında tanrının ötesinde anlaşılması zor, hatta mümkün olmayan, büyülü, sihirli, mistik, kutsal, tapınılması gereken bir kişilik; kendinden önceki krallarla, büyük adamlarla, peygamberlerle benzerlikleri olan, ama onlardan da öte soyut bir varlık, dünyevi ve münzevi bütün özellikleri ve yetenekleri kendisinde birleştirmiş bir sentez, ulaşılması mümkün olmayan bir zirve, “Kutlu İnsan”dır! “Evrene göre” olan ve kendisini “insanlık bakiresi” olarak tanımlayan Öcalan’ın kendini bu algılayışı ve tanımlayışı, her hangi bir benmerkezcilik ile karıştırılmamalıdır. Bu algılayış, her türlü ölçüyü ve sınırı zorlayan, daha doğrusu aşan bir şeydir; psikolojik boyutları da mutlaka çözümlenmesi gereken bir olgudur! Bu toplumsal, siyasal ve psikolojik algılayışta, Öcalan için, amacın, ilkenin, esas olanın, vazgeçilmez olanın, önemli olanın ne olduğu da kendiliğinden anlaşılıyor. Önemli olan Öcalan’dır, amaç, ilke, vazgeçilmez olan da Öcalan’dan başkası değildir. Devrim değerleri mi, idealler ve ilkeler mi, ulusal kurtuluş çıkarları mı, evet bütün bunların Öcalan karşısında ne anlamı olabilir ki? Kendisine hizmet ettiği ölçüde kullanılan birer araç olmaktan öte değerlerin, devrim ideolojisi, partisi, kadrolar, halk ve diğerlerinin bir anlamı var mı? Şimdi İmralı’da gerçekleşen teslimiyet ve ihanetin anlamı, nedenleri daha iyi anlaşılmıyor mu? Kendisini amacın, ilkenin yerine koyan, kendisini devrimin üstünde gören, her şeyi kendisi için bir araç olarak gören Öcalan’ın İmralı’da kendini esas alması kadar anlaşılır bir şey olamaz. İmralı’da devrim, sosyalizm, Kürtlük ve Kürdistan devrim değerleri kendisi için artık yüceltme etkeni değil, ölüm, idam ve infaz nedeni haline gelmişti. Önemli olan kendisi olduğu için, amaç kendisi olduğu için bütün devrim değerlerini, her şeyi bir çırpıda düşmana sunabilirdi, bunda zerre kadar bir sakınca görmedi, vicdani sızı duymadı, çok rahattı… İfadeleri ve duruşu bunu fazlasıyla kanıtlar… Uzatmak gereksiz, ancak kendini bu algılayışının bir özetini kendisinden yapacağımız bir iki aktarmayla vermek ve tamamlamak durumundayız. Öcalan’ın kendisine nasıl baktığına ilişkin sayısız kaynak, kendi çözümlemeleri gösterilebilir. Ancak bunların içinde en ilginç ve en çarpıcı olanı Gerçeğin Dili ve Eylemi adıyla kitaplaştırılan çözümlemedir. Burada Öcalan kendisini nasıl algıladığını ve kurduğu “sistemi” çok çarpıcı sözlerle ifade ediyor. Özellikle “İlk Söz” başlığı altındaki ilk bölüm bu anlamda mutlaka okunmaya değerdir, Öcalan gerçeğini ve kurduğu sistemin özünü anlamak için bu anılan bölüme bakmak gerekiyor. Biz de bu bölümü virgülüne dokunmadan olduğu gibi aktarmak istiyoruz. Öcalan, anılan kitabın “İlk Söz”ünde şunları yazar:

“Anlattığım yaşamı özgürlük türküsü biçiminde anlayanlar, müthiş savaşçı olarak karşılık verebilir. Aptallar ise, ayaklar altında çiğnenip gidiyor.

Ama herkes, bu kitabın herhangi bir figürünü temsil ediyor. Hiç kimse burada dışta kalmamıştır. Ne mutlu bize ki, karşımızdaki güçlere bile bu kitapta öyle bir yer vermişiz ki, nefes nefesedir. Bu kitaba göre, karşı tarafın dört nala kalkması heyecan vericidir. Oligarşi (bu kavram 15 Şubattan sonra uyduruldu, daha önce özel savaş veya sömürgeci olarak anılıyordu) paşalarının ağzından alev fışkırıyor. Bu da güzel bir gelişme. Ayak altı olup ezilenler var. Bu da kitabın gerçeğidir.

Oblomovlar var, aptallar var. Kitapta onların da yerleri var. Izdıraplar , acılar, trajediler, bunlar kitabımızın zaten vazgeçilmez gerekleridir. Kitabın sevgileri de gelişiyor. Bu da olmalıdır. Çılgınlıkları, delilikleri kadar; büyük aklı, mantığı da iç içedir.

Ve dikkat edilirse, bunu Türkiye veya Kürdistan’da hemen herkes yaşıyor. Herkes bu anlamda soluk soluğa oynuyor. Karda kıyamette asker nasıl oynuyor? Faili meçhul cinayetler nasıl korkunç işleniyor? Savaş rantçıları çok çeşitli bölümleri nasıl haince planların peşindeler, yakıp yıkıyorlar? Zindanlarda on binler nasıl işkencelere alınıyor? Dağda savaşçılar nasıl akla hayale getirmedikleri bir yaşamı hem büyük bir tutkuyla, hem de büyük trajik biçimiyle yaşıyorlar?

Bunu bir irade ortaya çıkarır. Bunu yaşatan benim.

Bizimki yazılmamış, yaşanan bir romandır. Akıllı olan burada kendi yerini daha iyi belli eder.

Yaşatılıyor.

Aldığımız bütün tedbirler, mantık gücü kadar, büyük irade gücü, hemen herkese bir rol oynatacak düzeydedir.

Bu romanın temelleri 1970’lerde atıldı.

Başlangıcıydı. Trajik ve can alıcı süreçleri vardı.

Ama 1990’ların ortalarına baktığımızda, roman bütün halklar gerçeğine, oligarşi gerçeğine mal olmuş, herkesi yaşama veya yaşatmanın gerçeğine götürmüştü ve şimdi sonuca doğru gitmek istiyor.

Kurtulamayacağınızı hepiniz biliyorsunuz.

Aldığım tedbirler ne oligarşiyi rahat bırakıyor, ne de dostları.

Çıldırtıcıdır, bazıları için bitiricidir. Bazıları için delirticidir. Bazılarını acıdan acıya, bazılarını çok trajik bir sona götürür. Bazılarını da büyük bir coşkuya kaldırarak intikam aldırır.

Önemli olan bu süreci herkese yaşatmaktır.

Bu, irade gücü, yola getirme gücüdür.

Yaşarsak, hepinize nasıl yaşatacağımızı da gösteririz.

Bazı önderler vardır, siyasi çizgiyi belirler. Siyasi çizginin kendine göre bir mücadele süreci olur. Bizimkisi sadece öyle değil: Çizgi var, fakat bizim siyasi pratik çizgimiz, bir çok partide olduğu gibi bir uygulama çizgisi değil, bir roman planına benziyor. Yaşamla o kadar bütünsellik içinde, geri yaşamla çizginin ilerleticiliği iç içe geçmiş, tahrik ediyor.

Herkes ayağa kalkıyor.

Daha doğrusu, bizim tarz ve üslubumuz bunu artık yakalamış.

O açıdan, yaşadığınızı bir de bu yönüyle ele almalısınız.

Oligarşik yapının ağzından alev saçan paşaları neden bu duruma geldiler? Bir burjuva kocakarısı karşımızda başvezir olduğunda neden böyle tırısa kalktı? Kimse tutamıyor. Adeta bizim romanımızın içinde bir duruma getirildi. Daha öncesinde kocakarının hiçbir yeteneği, özelliği yoktu. Neden bizimle savaşa giriyor? Her taraf böyle ayağa kalkıyor. Halkımızın evleri başına yıkıldı. Neden?

Köyleri yakılanların acıları nelerdir? Diyarbakır’ın nüfusu birkaç yıl öncesinde 300.000 iken, şimdi iki milyonu geçiyor. Bu, kitabımızın büyük gücünü gösteriyor. Doğrudan etkim altında ortaya çıktı. Diyarbakır’a taşırılan köylülerin şimdi acıları nelerdir? Diyarbakır’da açlık, soğukluk şimdi onlara ne yapıyor? Bir odada 30 kişi nasıl yatıyor?

Zindanlar dolmuş, olduğu biçimiyle taşırılmış.

Binlerce faili meçhul cinayet var, acımasız katliamlar var ve yine parçalanan cesetler var. Korkunç işkencelerden geçirilerek imha edilenler var. Bunlar romanda sayılmayacak kadar fazla. İşte, dağların soğuğunu müthiş yiyenler var, ayaklarını paramparça edenler, yine kendilerini mayınlarda paramparça edenler var.

Neden?

İrade var, benim iradem var.

Kim, ne kadar, nasıl ikna edilebilir? Bir de bu yönüyle anlamak isterseniz, çok şey var. Örneğin, ben neden bu kadar etkili yapabildim? Köyün en güçsüz çocuğundan bugün ülkenin veya ülkelerin en etkileyici bir kişiliğine nasıl ulaştık?

Nasıl yaşayacağız?

Ve hala tatmin olmuş değilim . Bu kadar alt-üst etmeme rağmen, hiçbir şey tam istediğim gibi değil ve hoşuma gitmiyor. Tatmin olamıyorum. Bir çılgın mıyım, bir ilah mıyım veya büyük maceracı mıyım? Büyük bir politik deha mıyım?

Halk savaşçısı mıyım?

Mutlaka anlamaya çalışmalısınız. Yaptık, oldu. Ayarladım kendimi, biraz nefes nefese gerçekleştirdim. Biraz çalışmayla işte bu gelişmeler ortaya çıkıyor. Eskiden kimse ciddiye almıyordu, ama şimdi kimse etkisinden kurtulamıyor. Ne düşman, ne de dost kurtuluyor. Hepsi çılgına dönmüş tipler. Görüyorum, her gün karşıma çıkıyorlar. Gözleri faltaşı gibi açılmış, daha da açtıracağım.

İntikamımı daha büyük almanın çabası içindeyim. Çünkü kötülükten, çirkinlikten intikam almak, benim yaşam odağımdır. Bütün geriliklere karşı korkuncum.

Sonuç çıkarmasını bilmek gerekiyor. Bu ne anlama geliyor? Sanıldığından daha fazla kimilerini, mevcut yaşamlarından dolayı bin defa öldürmek gerekiyor. Sıkça benim kendime sorduğum bir soru var. Bazen halk içine çıktım mı, ‘yarısını’ diyorum ‘bunların, kılıçla kesmeliyim’. Tabii bunun anlamı şudur: Kötülüklerini kesmeliyim, çirkinliklerini kesmeliyim, düşkünlüklerini kesmeliyim. Direnen varsa, fiziki olarak da kesmeliyim. İşte bir militanın hırsı, iddiası…

Kocakarı gibi adamlara, karılara bakarım. Bin defa öfke duyarım, lanet getiririm. Bu bende hırs olur, beynime sıçrar ve o irademe yansır.

Sizlerin böyle yanları var mı? Ortadadır, ben hepsini gerçekleştiriyorum. En güçsüz, en zavallıca, alay edilen bir kişilikten, şu anda herkesle alay edercesine, romansı bir yaşam yaşatıyorum.

Güçlü olan kim?

Ve henüz intikamımı tam almadım, işte biraz almışım. Ve dışımdaki ödleklerle, pasiflerle, bitiklerle kıyaslamak gerekiyor. Bunlara da bu kitapta yer verilmiş. Ama kahredercesine!

Açıktır.

Beni kontrol altına almak mümkün değildir. Beni etkisiz bırakmak mümkün değildir. Çünkü en büyük etkileyen ben oldum.

Keşke biraz diğerleri gibi genç olsaydım da, yüklenseydim…

Kürt halkı büyük fedakarlığa kalkmış. Eskiden beş kuruş yardıma bile üşenirdi. Her şeyini sunuyor şimdi. Yine de beş para etmez diyorum. Daha değişik ve daha başka vermeleri lazım.

Ve oluyor da.” (Gerçeğin Dili ve Eylemi, sayfa, 11-14 , Aram yayınları, vurgular bize ait.)

Genişçe yorum yapmamıza gerek yok, bir yanılsamadan başka bir şey olmayan Öcalan gerçeğini ve onun kurduğu sistemin ana çizgilerini özetleyen bir metin. Ancak şu kadarı belirtilebilir: Bu satırlara sinen hava sağlıklı bir düşünce ve ruhsal yapının ürünü olabilir mi? Öcalan bir roman senaryosu yazmış, hemen hemen herkese bir rol vermiş ve oynatıyor, dosta da, düşmana da; hem de çıldırtırcasına, delirtircesine… Yaşanan bunca acıdan ve trajediden zevk alan, bununla övünen birinin havasını vermek, neredeyse dünyayı yönettiği yanılgısını yaşamak ve kendini bu kadar abartılı algılayış, bir önderin, bırakalım bir önderi, sıradan bir insanın normal davranışı olarak değerlendirilebilir mi? Acıyı da, milyonların göçünü de, yaşanan trajedileri de, işkenceyi de, kısacası Öcalan her şeyi kendini ve gücü göstermede, kanıtlamada ve böylece sorumsuz, keyfi ve mutlak tek kişi iktidarını beyinlere ve yüreklere egemen kılmada bir araç olarak kullanıyor. Ya aşağılayan, sokak ağzına kayan üslubunu (“ Kocakarı gibi adamlara, karılara bakarım” gibi…) nasıl anlamak gerekir? Daha fazla söze gerek olduğunu sanmıyoruz. Yukarıya aldığımız alıntı, bu çalışma boyunca anlatmaya çalıştığımız Öcalan gerçeğinin genel bir özetini belgeliyor, hem de traji -komik bir biçimde…

Gerçekliğin bir boyutu daha var, en az diğeri kadar önemli, ama aynı ölçüde de trajiktir. Kısaca şöyle: Kendisini tanrının ötesinde algılayan Öcalan’ın, düşman, ölümcül güç, onun en yoğunlaşmış ifadesi olarak devlet karşısında diz çöküşü, yaşam dilencisi kesilmesi trajik bir paradoksu anlatmaktadır. Güç, ölüm, otorite, devlet ve emperyalizm karşısında diz çöken, yalvaran, aman dileyen “tanrısal” varlık paradoksu, sadece Öcalan’ın değil, biz Kürtlerin, hatta tüm Doğu toplumlarının trajedisidir. Ne yazık ki bu trajedi, kaderimizi belirliyor, trajedimizin derinleşerek devamını sağlıyor…

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
News Reporter