Aslında bu ülkede her şey oluyor. Bir zamanların milli görüşçü radikal İslamcısı Tayyip yine Kemalist cumhuriyette ikinci kez başbakan olabiliyor ve halefinin sabırsızlığı karşısında zatı muhtereme cumhurbaşkanlığı koltuğunu iade edebiliyor. Yine İmralı adasındaki bir zamanların büyük halk komutanı Bay Öcalan, yine aynı Kemalist cumhuriyete Kemalizm'e methiyeler diziyor. Yine bu ülkede işçiler işsiz memurlar aç Kürtler kimliksiz ya da düzeltiyorum; çünkü itiraz seslerini duyuyorum, bu seslerle her gün tartışıyorum. Evet, düzeltiyorum alt kimlikli (ne demekse artık) yaşamaya devam ediyor. Bu ülkede bilinmedik yerlerde yine ne acılar; acı acı kaynamakta ve kim bilebilir ki acıları yaşayanların yüreğindeki yangın küllerini…
Kürdistan'da insanlarımız bir günde ne yaşıyor; yaşananları görmek günü birlik yaşamda ve belki de yanı başınızda tahta ve tenekelerle örülü bir evin duvarlarının tam ortasında, işte yaşananlar belki de tamda orda… Ve eğer bunlara karşı katı bir yüreğiniz yoksa gözlemlerinizden beyninize ve yüreğinize akanlar bir çıldırma, çıldırtma deryası oluyor.
Ordaydım ve gördüm çocukken yırtık pijamalarımızı, lastik ayakkabılarımızı. Dünyanın neresinde üretilirdi bu lastik ayakkabılar ve korkularımız vardı heyecanlarımıza yenik düşen. Ama hani babalarımıza sert yüzlerini gösterenler babalarımızı sertleştirmişlerdi ya bir kez; korkarak girerdik şanslı olanlarımız berrak akarsulara ama güneş yakardı ve dudak kenarlarımızdaki çatlaklar ele veriyordu düşlerimizin peşinde koşarken korkularımızdan kaçışımızı ve bir de sonrasında ebeveynlerimizden yediğimiz tokatlar… Ama her seferinde yine aynı akarsuda yüzme heyecanı.
Ve bir şeyler oldu Kürtler isyan etmişti; Şeyh Sait'in, Doktor Fuad'ın, Seyit Rıza'nın torunlarıydı; bunu çok sonralarda keşfetmiştim ve o adamlar ve o kadınlar ellerinde özgür silahları ile gelirdi köylerimize ve belki de o dönemde şehirlerimizde firari bildiriler dağıtanları da vardı. Firariydiler çünkü Kürdistan haritası göğüslerinde bir rozette, ellerindeki o korkunç ve heybetli aletlerde ya da ellerinde sıkı sıkı tuttukları mahzun bildirilerde saklıydı… Bunu da gördüm çünkü ordaydım ve yasaklıydı bu sözcülükler; oysa biz o sözcüklerdeydik… Bu sözcükler yasaklıydı ve terk ediş nedeniydi ülkemizi; terk ettik ve büyük ulusun büyük kentlerinde köylerimiz kadar büyük kocaman okulların sınıflarında duvar kenarında oturan küçük utangaç sinik bir çocukluk yaşamalıydık… Belki de yaşamamalıydık! Biz gitmek zorunda olanlar böyleydik kim bilir kalanlarımızın sadece Kürtçe konuştukları için cezaevi suratlı öğretmenlerden yediği tokatların acısını ve sayısını hani bir söz var ya belki de buradan köye yol olurdu. Kim bilebilirdi ki doktorsuz köylerde koruyucu sağlık hizmetlerinden faydalanamadığı için gün be gün ölenlerimizin sayısını kim bilir neler gördü bu dağlar ülkesinin çocukları ve kadınları…
Doksanlı yıllıların ortasıydı, biraz büyümüştük, içimizde kıpır kıpır isyan ezgileri, suratlarımız artık utangaç değil atılgandı. Bir şeyler değişmişti ve değişimi yaratanlar karşısında saygı ile eğilmek gerekirdi ya da aynı türküyü söylemek ve her yerde söylemek kim bilir aynı ezginin hangi dörtlüğünde ya da dörtlüğün hangi satırındaydık… Biz oldukça çoğalıyorduk. Ezgimizin sözcükleri adı özgürlüktü o zaman… Tabii o zamanlar; bağımsız birleşik sosyalist Kürdistan işte ezgimizin adı buydu ve tabi o zamanlar şimdilerde tek kişinin cezaevinden çıkışına düzeltelim cezaevi koşullarının düzeltilmesine fitiz; fitiz ya işte bu denklem çocukken babamızdan yediğimiz tokat gibi gelmişti ama biliyorum tüm Kürt çocukları yine aynı berrak akarsuda dudakları elleri çatlarcasına yüzecekler… Çünkü ihtiyaçlar aldatmacalara ve dayatmalara karşı ket vurulmaz dinamizm taşıyor.
Ve bir baktık o mecliste; onların meclisinde Kürtçe yemin ettikleri için enselerinden tutularak cezaevine atılan seçtiklerimizin yerlerinde bugün sakince oturanlarımızı gördük. Ve yine görüntüsü biraz estetize edilmiş aynı meclisteydiler; bir şey değişmişti enselerden tutanlar yoktu artık ya da vardılar da bize göstermiyorlardı kim bilir… Belki de ensede tutanlar Truva Atı misali bizim için ordaydılar… Ve şimdi Kerkük'ün bile misakı-ı milli sınırları içinde olduğunu bize anlatmaya başladılar…
Kürdistan dağlarında yine o görkemli dakikada bilmem kaç kurşun atan silahlar ellerinde gezginlerimiz, romantiklerimiz, sevdalılarımız var. Biliyorum çoğu usulca ve çocukça düşlerle… Orada ama görüyorum aklımda şimşekler ve anlamadığım inanılmaz denklemler ve de hiç kimsenin anlamadığı, anlatamadığı teoriler… Özgür silahlarımızın namlusu bükülmüş kime neden sıktığı anlaşılmayan mermiler ve bunların acıları, topuk koparan mayınların hedef şaşırmaları ve yoksul halkımızın kıvranışı ve bugün anlatılan teorilerde bu manzaraların yer bulamaması…
İşte bu halkın her biri kahraman, yoksul çocukları bugün hangi oyunun parçası ve her birinin dünleri, beklentileri, acıları, kıvranışları, ertelenen aşkları ve de sayısız insan duygusu ve düşüncesi… Şimdi "Türkiye'ye hizmet temelinde varız" sözcüklerinin neresinde! Hizmet temelinde var oldukları Türkiye kime hizmet temelinde var olmuştu; kime hizmet temelinde var olmaya devam ediyor. İşçileri işsiz, memurları aç, Kürtleri kimliksiz bırakan; çocukların katlini farz sayan Tayyib'i başbakan yapan, en utanmazca işlere imza atıp müminlik takkiyesi yapan Gül'ü cumhuru-reis yapan kapitalist barbarlığın hizmetinde. Evet, bugün en son Roma'da iken görkemli konuşan Bay Öcalan böyle bir bileşimin hizmetinde…
Her şey bir varmış bir yokmuş misali. Bir şeyler dün vardı, bugün yok. Sorulması gereken temel bir soru karşımız da duruyor. Dünden bugüne değişen ne oldu? Değişimi yaratan temel şey neydi? En son Roma'dayken Kürtlerin devletleşmesinden bahseden büyük komutan Öcalan ne oldu da bir anda devlete hizmeti asıl görevi bildi ya da yukarda özetlediğimiz devlete hizmet etmek nasıl olur da halk adına yapılabilir bir politika olarak anlatılmaya başlandı ve bizler nasılda usulca ve sessizce bu değişime ayak uydurabiliyoruz? Ya da daha ne kadar sessiz kalacağız?