Read Time:34 Minute, 48 Second
BÜYÜK VE ÇOK BOYUTLU OYUN…
Son birkaç aydır Kürdistan’da dikkat çekici gelişmeler yaşanmaktadır. Bütün bu gelişmelerin birbiriyle çok sıkı bir bağlantı içinde olduğu ve birçoğunun tek merkezden yönlendirildiği bugün çok daha net ve kesin bir dille ifade edilebilir.
İlgili ilgisiz herkes, her çevre soruyor: “Neler oluyor?”
Kongra-Gel “yeniden savaş” kararı aldı. Askeri operasyonlar yaygınlaştı ve yoğunlaştı, Eski DEP milletvekilleri tahliye edildi, TRT’de Kurmanci ve Zaza Lehçelerinde TV yayını yapıldı, PKK/Kongra-Gel yeniden TC’nin iç ve dış politikasının ilk gündem maddesi haline getirildi, Kürdistan’da her gün ölüm haberleri geliyor! Bütün bu gelişmeleri nasıl okumak, yorumlamak ve anlamak gerekir? Sorulan ve üzerinde tartışılan konu ve soru bunlar. Evet, herkes bu konu ve soruları tartışıyor, ama tartışmayan, tartışmadan sadece “Önderliklerini” anlamaya çalışan, ama sonuçta anlamayan ve anlamadıkları için yerden yere vurulan Kongra-Gel kadroları, çalışanları ve taraftarlarıdır! Çok trajik bir durum. Aslında gelinen noktada traji-komik bir nitelik kazanan bir durum!..
Önce bu gelişmeleri alt alta sıralayalım, sonra değerlendirmeye ve anlamaya çalışalım.
I.
Son Birkaç Ayın Belli Başlı Gelişmeleri
Hatırlanırsa bundan birkaç ay önce Kongra-Gel içinde bir bölünme yaşandı. “Reformist kanat” olarak tanımlanan Osman Öcalan ve Nizamettin Taş adlarıyla anılan grup dağdan koparak Irak şehir merkezlerine gitti. Dağda kalan Cemil Bayık, Duran Kalkan adlarıyla anılan “Muhafazakâr grup” bütün iktidar iplerinin ellerinde olduğu yanılsamasıyla diğer gruba karşı teşhir ve tecrit kampanyasını başlattı. Osmanların dağdan kopmaları, bir bakıma iktidardan uzaklaşmaları, bu da güçsüzleşmeleri ve etkisizleşmeleri anlamına geliyordu. Ortaya çıkan görüntü, İmralı çizgisi ve beklentileri açısından “hoş” bir durum değildi. İlk günden itibaren dayatılan şuydu: Bölünme olmayacak, parçalanma olmayacak, tasfiye süreci bütünlük içinde ve zamana yayılmış bir biçimde kontrollü götürülecek! Bunun anlamı, Genelkurmayın yönetimine bağlanmış Öcalan iktidar sisteminin tüm gelişmeleri, dinamikleri ve potansiyelleri kontrol altında tutması ve tek merkezden yönlendirilerek mantıki sonucuna götürülmesi demekti! Kontrol dışı bir gelişme eğilimine izin verilmemeliydi!
Bu anlayışın bir sonucu olarak İmralı’nın dışarıya düzenli ve sistemli bir biçimde müdahale etmesi sağlandı ve böylece “iç operasyon” başlatıldı. “Gidenler” geri çağrıldı, “iktidar yanılsaması” içinde olanlar görevlerinden uzaklaştırıldı, soruşturma sürecine alındı. “Eski” kadroların burunları böyle sürtüldü, geriye kalan onur kalıntıları ayaklar altında ezildi. Politik ve psikolojik olarak sıfırlanan bu kadroların artık yapabilecekleri bir şey kalmamıştı. İpler bütünüyle Öcalan ve iktidar sisteminin elinde toplandı. Yapılan “2. Genel Kurul” ve bu platformda alınan kararların, anılan iç operasyonu onaylama ve ona meşruiyet kazandırma dışında bir anlamı olmayacaktı.
Bu iç operasyon iki önemli beklentiye denk düşüyordu. Biri, kontrollü tasfiyeciliğin iç ilişkiler ve iç iktidar bakımından güvence altına alınması; diğeri, daha sonra Kongra-Gel üzerinden geliştirilecek politikalar için daha az sorunlu veya sorunsuz bir örgüt zemini ve aracının yaratılmasıdır.
Bu iki beklenti de gerçekleştirilmiştir. Öcalan’ın tek egemen, tek ve son söz söyleyici, tek karar verici “merci” olduğu bir kez daha kanıtlanmıştır; dahası bu iktidar sistemi önündeki engeller ve olası tehditler ortadan kaldırılmıştır. Bunlarla birlikte bu sürecin tam bir bastırma, tasfiye ve her alanı denetleme hareketi olarak gelişmesi, daha geniş tartışmaların ve arayışların önünü de kesmiştir. Zaten anılan iç operasyonun bir hedefi de kontrol dışı tartışmaların, mevcut duruma ilişkin uç vermeye başlayan eleştirilerin önünü kesmektir. Bu da önemli ölçüde gerçekleştirilmiştir.
Sonuçta birkaç aylık bir operasyonla tasfiye edilmesi gerekenler tasfiye edilmiş, tasfiye edilenlerin geriye kalan itibar kırıntıları yerle bir edilmiş ve bir daha itiraz etme olanak ve özgüvenleri yok edilmiş, Öcalan sistemi kendisini çok daha güçlendirerek yeniden her türlü tartışmanın dışına çıkarabilmiştir. Bu biçimde kesin kontrol altına alınan “örgüt” artık her politikaya ve politik oyuna alet edilebilir, emin bir biçimde hedefe gidilebilir!
Anılan bu iç operasyonu Kürdistan ve halkımız üzerinde oynanan İmralı merkezli büyük oyunun ilk ayağı olarak görmemiz ve değerlendirmemiz gerekir. İmralı’nın da Genelkurmay yönetiminde ve denetiminde bir kontrgerilla merkezi olduğunu bilmeyen yok. Herkesin şu soruyu kendisine sorması gerekiyor:
Devlet, Genelkurmay, neden A. Öcalan’ın örgütünü çok rahat bir biçimde yönetmesine izin veriyor? Hem de savaş kararlarını çıkarabilecek kadar “özgür” davranmasına izin ve onay veriyor?
Diğer bir dikkat çekici gelişme de eski DEP milletvekillerinin tahliye edilmeleridir! Bu milletvekilleri tahliye edilemeden önce İmralı merkezli yönlendirme ve hazırlama çabalarını da kısaca hatırlatmakta yarar var. Öcalan’ın içe dönük müdahalelerini peş peşe yaptığı dönemde Leyla Zana ve diğer tutuklu DEP milletvekillerine yönelik ısrarlı talimatlar ilettiğini, avukat görüşme notlarından biliyoruz. Leyla Zana’ya Kongra-Gel Başkan yardımcılığı öneriliyor, kendisi üzerinde oynanan Avrupa merkezli oyunları boşa çıkarmaları isteniyor ve Mehdi Zana ile ilişkilerini yeniden düzenlemesini istiyordu. Bu istemler ve talimatlar boşuna değildi. Belli bir süre sonra tahliye edileceklerdi, ama önceden hazırlanmaları, bağlılıkları, ideolojik ve politik duruşları test edilmesi, geliştirilecek politikalara uygun davranıp davranmayacakları net ve kesin bir biçimde anlaşılması gerekiyordu. Bu, bir deneme ve sınavdı. Sınav başarılı verilirse, bağlılığı kanıtlanırsa tahliye edilebilir ve onun üzerinde birkaç kuş birden vurulabilirdi. Bir iki aylık talimat ve rapor alışverişinden sonra Leyla Zana ve diğerlerinin İmralı çizgisine bağlılıkları anlaşıldı, aynı anlama gelmek üzere Genelkurmayın politikalarına uygun bir duruş ve pratik sergileyecekleri sonucuna varıldı. Leyla Zana bir yanda bol bol “barış” demeçleri veriyor, bir yandan da İmralı çizgisine bağlılığını tekrarlıyordu. Dolayısıyla tahliye edilmeleri önünde bir engel kalmamış, tersine tahliyeleri birçok bakımdan önlerini açan bir nitelik kazanmıştı. Bu noktanın değerlendirilmesine yeniden dönmeye çalışacağız.
Değinilmesi gereken üçüncü gelişme de kısaca şudur: Kongra-Gel ve ona başlı HPG, 1 Haziran 2004 tarihinden itibaren “Tek yanlı Ateşkese” son vereceklerini ve bundan böyle “Meşru savunma” çizgisinde davranacaklarını açıkladı. İmralı eksenli gelişmeleri dikkatle izleyenler, bu tavrın altında başka gerekçelerin ve politik oyunların olduğunu anlamakta zorluk çekmez. 2 Ağustos 1999 tarihli kararda silahlara, silahlı mücadeleye kesin son verildiği biliniyor. Silahlarını devlete teslim etmeye hazır oluklarını da defalarca açıklamışlardır. Ancak devlet istedikleri yasal düzenlemeyi yapmadığı için, yani kendilerini affetmeye hazır olmadığı için silahlar elerinde kalmıştır. Geçmişte yapılan açıklamalar, alınan kararlar, geliştirilen programlar hakkında tek bir satır söz söylemeden “tek yanlı süren ateşkes kararına son veriyoruz” açıklamasını nasıl anlamak gerekir? Ortada kesin olarak silahlara veda söz konusu ve bu, belgeli. Başka bir ifadeyle İmralı çizgisi bütün boyutlarıyla sorgulanmadan, sağlıklı bir değerlendirmeye tabi tutulmadan ve gerçekler çarpıtılmadan yapılan açıklamaların hiçbir değeri yoktur. Ama bu açıklamaların ötesinde her gün ölüm haberleri geliyor. Bir çatışma ortamından söz ediliyor ve bu çatışma ortamı TC’nin iç ve dış politikasında etkince bir malzeme olarak kullanılıyor. Ortada TC’nin politik beklentileri için Kürt gençlerinin kanları akıtılıyor. Kürt halkının özgürlüğü için, belli bir stratejiye ve meşru zemine dayanmayan çatışmalar, bir savaş olamaz, olsa olsa bir cinayet olarak tanımlanabilir. Bu cinayetin sorumlularını deşifre etmek her devrimci ve yurtseverin boyun borcudur!
İç operasyon tamamlanıyor, Öcalan iktidar sistemi bir kez daha sağlamlaştırılıyor ve bu, Kongre platformu ve kararlarıyla resmileştiriliyor ve aynı Kongrede “tek yanlı ateşkes kararı”na son verildiği kararı alınıyor. Aslında bu son karar aylar öncesinden açıklanmıştı. Avukat görüşmelerinde 1 Haziran tarihine sık sık vurgu yapılıyor ve hükümetin adım atması isteniyordu. 1 Haziran tarihi ve bu tarihe kadar söylenenler ve yapılanlar rastlantı mıydı? Yoksa aynı merkezili büyük ve çok boyutlu bir oyunun birbirini tamlayan parçaları mı?
Yukarda kısaca açıkladığımız üç ana gelişme İmralı merkezli, aynı anlama gelmek üzere Genelkurmay odaklıdır; Genelkurmayın iç ve dış politika beklentilerine oturuyor!
II.
İmralı Merkezli İç Operasyonun Anlamı ve Hedefleri
Yukarda da kısaca vurguladığımız gibi, sarsılmaya başlayan, iç sarsıntı geçiren Öcalan sistemi onarılmadan, yeniden daha güçlü bir temelde restore edilemeden İmralı merkezli politikaların tam anlamıyla yaşama geçme ve firesiz uygulanma şansı yoktu. Örneğin sahte ve kontrollü savaş oyunun tutması ve olası “sapmalara” uğramaması için İmralı’nın denetimi, mutlak yönetimi kaçınılmazdı. Bundan dolayıdır ki haftalarca bu konu üzerinde duruldu, bunun için avukatlar seferber edildi. Her iki “kanat” tasfiye edildi, etkisizleştirildi, daha da önemlisi geriye kalan itibar kırıntıları beş paralık edildi. Her zaman olduğu gibi Öcalan iktidar sistemi bu yöntemle sağlamlaştırıldı. Geçmişte de Öcalan içte yaşanan her önemli olayı ve tartışmayı önce her türlü yöntemle bastırmış, bununla birlikte bu bastırma hareketi eşliğinde kendi sistemini çok daha güçlendirmiş ve başka bir aşama sıçratmıştır. Örneğin, Semirlerin eleştirilerini önce bastırmış, sonra bu olayı kendi sistemini kurmada ve yerleştirmede önemli bir basamak yapmıştır. Şenerlerin tutumunu önce bastırmış, sonra bu sistemini ZDK adıyla zindanlara dayatmış ve böylece bütün sistemini kurumlaştırmış, önündeki bütün engelleri ortadan kaldırmıştır. Kongra-Gel içinde yaşanan bölünmeyi de aynı mantıkla bastıran Öcalan 2. Genel Kurul ile sistemini güçlendirmiş, iktidar restorasyonunu gerçekleştirmiştir.
Kısa ve uzun vadeli tasfiye stratejisinin başarısı için bu restorasyon kaçınılmazdı, yoksa İmralı’nın Genelkurmay için bir anlamı kalmayacaktı.
III.
“Savaş” Kararı, Genelkurmayın İç ve Dış Politika Beklentilerinin Sonucu Olarak Kürt Kanı Üzerinde Sahnelenen Büyük Bir Oyundur!
Tarih, aynı ve tek karargahtan yönetilen iki düşman ordusunun savaşına tanık olmamıştır!
Ama ne yazık, bugün, bu hilkat garibesi olaya tanık oluyoruz. Kürt kanı üzerinde gelişen, Kürdün umudu ve özsaygısını doğrayan bir oyun ile karşı karşıyayız. Yine ne yazık bu gerçeklik büyük bir demagoji ve yalanlarla perdelenmekte, “Özgürlük savaşı” olarak yutturulmaya çalışılmaktadır.
Açıkça vurgulamalıyız ki, ortada Kürtlerin istemlerinin, iradesinin kırıntısı dahi yok. İmralı’da dile getirilen ve dayatılan her söz ve davranışın Genelkurmay iradesini yansıttığından kuşku duymamak gerekir.
Niçin savaşılıyor?
Bu savaş hangi askeri ve politik stratejiye dayanıyor?
Hangi amaç ve hedefler için?
Bu soruların cevabı yok! Verilen cevaplar ise açıktır:
Kürtler devlet istemiyor, bir iktidar hedefleri ve perspektifleri yok! Bağımsızlık, federasyon, otonomi de istemiyoruz! (Bunun için Kongra-Gel programına, Öcalan’ın talimatlarına ve son günlerde Özgür Politika’da yayınlanan Mustafa Karasu’nun makalesine bakılabilir) Hiçbir askeri ve politik çizgiye oturmayan M. Karayılan’ın 29 Haziran 2004 tarihli Özgür Politika gazetesinde çıkan bir açıklamasında, temel stratejilerinin demokratik siyasal mücadele olduğu, meşru savunma çizgisinin bu temelde olduğu belirtilmektedir. Bunlar, tutarsız, birbirini götüren çelişkili sözlerdir ve kafa karıştırmaya, yaratılan sanal havayı daha da koyulaştırmaya yönelik açıklamalardır! Savaş ve silahlı mücadeleye ilişkin dünden bu yana söylediklerinin kısa bir dökümünü yapmaya çalışacağız. Şimdilik Kürtler ve Kürdistan açısından hiçbir politik programa ve askeri stratejiye oturmayan bir “çatışma” durumunun olduğunu vurgulamakla yetinelim. Salt bu yönüyle olsa bile bir savaşla değil, bir cinayetle karşı karşı karşıya olduğumuz çok açıktır! Peki, Kürtler açısından cinayetten öte bir anlamı olmayan bu “yeni” durumun arkasında duran temel itkiler nelerdir, bu “yeni” durum hangi politikaların bir sonucudur!
Başka bir değerlendirmemizde de vurguladığımız bazı noktaları tekrarlamakta yarar var: “Yeniden” çatışma ortamının yaratılması açık ki bir Genelkurmay politikasıdır ve onun bazı iç ve dış politika beklentilerine oturuyor! Bu beklentiler nelerdir? Kısaca özetlemeye çalışalım:
Bir: AB’ye uyum yasaları çerçevesinde Genelkurmay ve ordunun iktidar üzerindeki denetimi ve otoritesi görece geriletilmişti. Bu eğilimin gelişme olasılığı da vardı. Öncelikle bunun geriletilmesi gerekiyordu. Bunu önleyecek, ordunun iktidar üzerindeki denetim ve otoritesini yeniden güçlendirecek, orduyu günlük gelişmelere müdahale edebilecek en güçlü bahane bir çatışma ortamından, “terör” bahanesinden başkası olamazdı. İdeolojik olarak Kemalist laiklik ordunun iktidar ideolojisidir. Bu noktada AKP ile geçmişe dayanan bir “kan davalarının” olduğu biliniyor. İmralı eksenli yapılan açıklamalara bakılırsa devlete ve orduya ilişkin tek bir eleştiri görülmez, “tek taraflı ateşkes” sürecinin bozulması yine AKP hükümeti ve politikalarıyla açıklanmaktadır. HPG’nin bu konuda yaptığı açıklama da aynı eksendedir. Serxwebun Mayıs 2004 sayısında yayınlanan bu açıklamada AKP’nin Cumhuriyeti zayıflatan bir tutum içinde olduğu vurgulanmaktadır. Bu Cumhuriyet savunusu neden? “Devlete hizmet etmenin” bir gereği olmalı!
Nerden nereye? Cumhuriyet, Kürdün inkarı ve imha siyasetinin adı olarak değerlendirilmiyor muydu, 15 yıllık savaşın temel gerekçesi bu temel gerçekliğe dayandırılmıyor muydu?
1 Hazirandan bu yana “Terör ve terörle mücadele” söylemi iç ve dış politika gündeminin yükselen maddesi oldu.
İki: Sadece iç politikada değil, dış politikada PKK/Kongra-Gel sorunu en çok konuşulan ve dayatılan bir gündem maddesi oldu. Özellikle ABD ile ilişkilerde ve ondan istenen öncelikler listesinde bu konu birinci sırada yer tutmaktadır. Haziranın son günlerinde yapılan NATO zirvesinde de aynı konu öncelikle gündeme getirildi. Eğer “çatışma” ortamı olmasaydı, bu konunun bu düzeyde ve yoğunlukta gündeme getirilmesi olanaklı olmazdı.
Üç: Bu noktada Güney Kürdistan ve Irak politikası üzerinde daha fazla söz sahibi olma eğilimi kaydedilmesi gereken diğer bir noktadır. Bu eğilim, Güneye askeri olarak müdahale etme seçeneğini de içeriyor. Bunu ne kadar başarır, ne kadar başarmaz, bu, ayrı bir konudur. Ancak bu eğilimin gerçekleşmesinde savaş ve Kongra-Gel kartının sürekli kullanılacağı çok açıktır. Günlük gelişmeleri izleyenler bunu çok net olarak göreceklerdir.
Dört: Uzun vadeli tasfiye stratejisi bağlamında “yeniden çatışma” ortamının sonuçları ve etkileri hakkında da şunlar söylenebilir: Bir kez bu “çatışma” sürecinin Kürt gençlerinin kırımı ve imha süreci olduğu çok açıktır. Binlerce eski gerilla ülkeye çekilmiş, programsız ve stratejisiz bir biçimde, daha doğrusu düşman stratejisinin bir gereği olarak çatışmalara sürülmekte ve katledilmektedir. Bu, fiziki bir tasfiye değilse nedir? Tasfiye edilen sadece genç bedenler değil, doğranan gelecek umudu, özgürlük bilinci ve kendisi, geleceği ve özgürlüğü için savaşma bilinci ve ruhudur! En büyük tasfiye de budur!
Bütün bunlar, İmralı’da Genelkurmaya verilen “devlete bağlılık ve devlete hizmet” sözünün ne anlamına geldiğini çok net ve tartışmasız bir biçimde göstermektedir.
İmralı çizgisi, aynı zamanda bilinç, bellek ve ruh katliamı anlamına geliyor.
“Tek taraflı ateşkese son verdiklerini” açıkladıklarında bir bakıma halkın belleksizleştirilmesi operasyonuna güveniyorlardı. Oysa daha önce savaş, barış, silahlı mücadele konusunda yığınca şey söylediler. Kongrelerinde bu doğrultuda kararlar aldılar, yeni programlar geliştirdiler. Bu konuda bugüne dek ne söylediklerini kısaca özetlemekte yarar var. Bir de bu yönüyle hiçbir ahlaki ölçüye bağlı olmadıklarını hatırlamamız, hatırlatmamız gerekiyor.
Dikkatle okumakta ve bugün söylenenlerle karşılaştırmakta yarar var:
İmralı Mahkemelerinde verdiği savunmada Öcalan şunları diyordu:
"Tüm gücümle yapmaya çalıştığım sorunun asla bir daha şiddetin diline başvurmadan çözüme götürülmesidir. Savunma gerekçe ve tezlerimi ağırlıklı olarak bu yöne bilinçli verdim. Çünkü hiç ölmeyen topluma, onun yüceltilmesi gereken bir ifadesi olarak devlete saygının ve bağlılığın bir gereği olarak vatana ihaneti artık ağzıma bile almam. Olsa olsa bunu misak-i milli gereklerinin çağdaş ölçüler içinde yerine getirilmesi yani büyütülmesidir. Savunmam bu anlamda en büyük ifadesini misak-i millinin başlangıç ilkeleriyle özellikle Kürt halkına ne söylendiyse cumhuriyete nasıl bir halk olarak katılmışsa bunun gereklerinin yerine getirilmesi gerekir." (İmralı Savunması)
Silahlara nihai olarak veda görüşü 7 Temmuz 1999 tarihinde gönderilen talimatta yazılı. Bu konuyla ilgili uzun bir aktarmayı Bir Yanılsamanın Sonu adlı kitaptan yapacağız.
“1 Eylül 1998 ateşkesi sınırlı rol oynayıp idam kararından sonra önemli oranda zorlandı. Kaldı ki ordu bu tarzdan kuşkulu ve fazla anlam vermedi. Bu tarz ancak geçici olabilirdi ve uzatmak giderek daha sakıncalı olur. Sonuç alıcı bir adım gerekir. Hem iç ve hem dış koşullar çözümün yoğun gelişmesi için bu adımı gerekli kılıyor. Şiddetin pratik olarak da güvenceli olarak sona erdiğini kuşku götürmez bir biçimde kanıtlamak gerekiyor. Bu durumda en etkili, sonuç alıcı yol ve herkesi üzerine düşeni yapmaya zorlayacak ve aynı zamanda kolaylık sağlayacak olanı barış için silahlı mücadeleye son vermek ilanıdır ve güçleri güvenlikli bir alana çekmedir. Bunun pratik ve en elverişli imkanı 1 Eylül 1999 silahlı mücadeleye son verdiğimiz ve güçlerimizi sınır gerisine güneye çekip sürece göre değerlendirme ve hazırlıklara çekmektir.” Bu sözleriyle Öcalan, kimlerin istemi ve dayatmasıyla, hangi gerekçelerle silahlara ve silahlı mücadeleye veda etme kararına vardığını tartışmaya yer vermeyecek açıklıkta orta koyuyor. Tasfiye ve silahsızlandırma planını Öcalan, anlatmaya devam ediyor:
“7- Güçleri benim bu tarih için yapacağım ilanla birlikte daha önce önerilen olağanüstü Barış Kongresi için çektiğimiz ve devletten beklenen tutum netleşinceye kadar bu adımın çözümleyici, hayati olduğuna ve en güvenlikli bir biçimde zorunlu meşru savunma durumu dışında çatışmalara girmeden yeni dönem karar ve uygulamalarına katılmak için bunun tartışma ve eğitiminden geçmek için disiplinli, bütünlüklü, provokasyon ve olası bozgunculuğa fırsat vermeden gerçekleştirmeleri istenir, sağlanır. En can alıcı pratik görev tüm ülke içindeki güçleri fire vermeden belirlenen alanlarda yoğunlaştırmaktır. Olası olumsuz tutumlara karşı elden gelen tedbirleri almaktır. Bu yol hem güçleri korumak, eğer barış gelişecekse en emin hazırlamak yoludur. Duygusal yaklaşmamak barış pratiğinin tarihi sınırlı, zor ama önemli bir fırsatı olarak değerlendirmek herkesten üstün bir sorumluluk ister. Filistin ve başka örneklerde görüldüğü gibi sahte radikal gruplara ve başka oluşumlara fırsat vermemek de önemli görev olarak anlaşılmalı ve ona göre tedbirleri alınmalıdır. En geç yılsonuna doğru bu pratik adım başarıyla atılırsa geriye devlet bünyesindeki gelişmeler beklenecektir. Bu arada resmi BM kampı olarak Mahmure Kampı bu işin pratik resmi adresi olarak kullanmaya en uygunudur. Hem BM olası gözlemciliği, bağımsızlığı, hem de güvenlik açısından uygundur. Hazırlıklar burada ve benzeri yerlerde çok derinlikli olarak yürütülebilir. Gerekirse dost güçlerden arabuluculuk istenir. Tüm bu nedenlerle burası uygundur. Bunu bir perspektif olarak söylüyorum, somut gelişmeler neyin doğru olduğunu daha açık gösterecektir.” Bu topyekun tasfiye ve silahsızlandırma planına karşı tek bir itirazın olmaması, farklı bir tavrın ortaya çıkmaması için tedbir alınmasını isteyen Öcalan, bunun için ne gerekiyorsa onun yapılmasını, “ Filistin ve başka örneklerde görüldüğü gibi sahte radikal gruplara ve başka oluşumlara fırsat vermemek de önemli görev olarak anlaşılmalı ve ona göre tedbirleri alınmalıdır” diyor. Devrimci Çizgide ısrar eden arkadaşlarımıza Öcalan ve İmralı Partisinin neden bu kadar pervasız saldırdığı ve bu saldırının hangi talimata ve hangi iradeye dayandığı çok daha iyi anlaşılmış olmuyor mu? Belli ki, Öcalan’dan firesiz, tam ve mutlak teslimiyet ve tasfiye isteniyor. Öcalan bunu partiye dayatıyor, parti yöneticileri de itirazsız, tartışmasız ve büyük bir aldatma ve bastırma kampanyası eşliğinde partiden ve halktan istiyor ve uygulamaya çalışıyor. Bütün bu onursuz ve utanç verici teslimiyet ve tasfiye planının amacı, devlete güven vermek, “yeni” çizgisinde ne kadar samimi ve tutarlı olduğunu kanıtlamaktır. Öcalan’ın, “PKK cephesinde bu adımlar başarıyla atılırsa devletin tutumu şüphesiz beklenecektir. Dikkat edilirse bu adımları kendi çözümleyici inisiyatifimizle en üst iyi niyet tutumumuzla atıyoruz. Devlete bundan daha açık güvence verilemez. Geriye kalan devlet eğer çözüm istiyorsa gereken yaklaşımı gösterecektir. Bu konuda sizlere önemle söyleyebileceğim devletle bir antlaşmam yok” biçimindeki sözleri görüşlerimizin en dolaysız kanıtları değil mi? Öcalan devlete güven vermek ve samimiyetini kanıtlamak için çabalamakla yetinmiyor, aynı zamanda, “olgun devlete” , yani “Derin devlet” e, daha doğru ve açık bir deyişle Kontrgerillaya güveniyor ve bunu partiye telkin ediyor. Bu konuda şöyle diyor:
“Hemen belirteyim daha önce çerçevesini size verdiğim ve süreci kontrol ettiğine dair düşünce ve inancımı belirttiğim ve olgun devlet yaklaşımı diyebileceğim devlet organ veya organlarına güveni sürdürme gereğini bir kez daha dile getirmek durumundayım. Bazı gelişmeleri tahmin edebiliyor. Beni sorunun çözümünde değerlendirmek istedikleri ama derinliği, özellikleri konusunda fazla bir şey diyemeyeceğimi belirtmeliyim. Bu da giderek netleşir ve hatta ilerde size kadar yansır kanısındayım. Bu adımı atarken bu güven duygusu vardır, tümüyle nedensiz değildir. Sanıyorum bizim bu planda başarı düzeyimiz ve vereceğimiz anlamlı çözüm gücü devleti daha duyarlı kılacak ve bazı adımları atabilecektir. Nedir bunlar; bazı üst düzey açıklamaları, anti-terör yasasında değişiklikler, benim idam kararımın sonuçları, kamuoyu basın tartışmalarında kendini gösterecektir. Sizlerle olan diyalogda bu netlik daha iyi kendini izah edecektir. Sizler de durumu izliyor ve gelişmeleri daha rahat anlayabilirsiniz. Ona göre de adımlar atılır. Bunun için dediğim gibi bizim cephedeki başarılı ve güvenlikli gelişmeler sonucu daha çok belirleyecektir.” Tasfiye planı ve bunun arka planı bundan daha açık bir biçimde konulabilir mi? Devlete güvenilecek, devlete güven verilecek, devlet de bunlara bakarak gerekli adımları atacaktır; partimizi ve halkımızı “ikna etmenin” basit ve yalın mantığı budur! Bir parti ve halk için bundan daha hazin ve trajik bir son düşünülebilir mi? Böyle bir basit aldatılma ve oyuna gelme dünyanın başka bir yerinde görülmüş müdür? Elbette sorun salt bu kadar basit ve yalın değildir, karmaşık ve katmerli boyutları vardır; bunlar, Öcalan’ın kurumlaştırdığı ve adına “önderli gerçeği” denilen Öcalan sisteminde gizlidir. (…)
Öcalan, talimatın sonunda şunları belirtir: “Daha da pratikleşme anlamında eğer siz bu planı tam yerinde bulur ve uygun yolla tüm güçlerin de kabulünden geçirirseniz sıra benim ilk ilanı yapmama gelecektir. Burada kamuoyuna hemen daha doğrusu ilana kadar yansıtmamak önem taşır. Çok çevre engellemeye çalışabilir. Hem bizde hem devlet tarafında bu tehlike vardır. Bu açıdan dikkat gerektirir. Eğer bir bütünlük sağladığınızı, sonuçları hayata geçirme gücünde olduğunuzu bize iletirseniz geriye benim ilk ilanı yapmama sıra gelir. Bunu kendi adıma, hem kamuoyu hem yapıya yaparım. Ne kadar erken cevap verirseniz o kadar uygundur, hatta hayatidir. İlk başlangıcın sağlamlığı sonucu belirlemede temel rol oynar. Ondan sonra kısa aralıklarla siz de gerek Konsey adına gerek birey bazında daha önce yaptığınız gibi destek mesajlarını verebilirsiniz. Bunu çeşitli birim temsilcileri de gerektiğinde yapar. Bu ilanlarla birlikte artık silahlı birlikler en uygun biçimde oyuna gelmeden, kayıp vermeden uygun yollarla belirleyeceğiniz alanlara çekileceklerdir. Bu adımın başarısından sonra bir yandan olağanüstü ‘Barış Kongresi’, diğer yandan olası başka çalışmaları planlayıp yürüteceksiniz.” (Bir Yanılsamanın Sonu)
Yargıtay’a verdiği savunmada ise şunları yazıyordu:
“Kürdün düzenle yaşadığı çatışmanın da anlamsızlığı artık anlaşılmalıdır. Yakın geçmişteki çatışma düzeninden, önümüzdeki barış düzenine geçiş yaparken bunun içerisinde her toplum, her grup gibi Kürt de kültürel özelliklerine onun özgür ifadesine göre yer almalıdır. Burada ayrıcalıklı bir yer istenmiyor. Çok sözü edilen ne ayrı devlet, ne federasyon, ne otonomi bunlardan bahsedilmiyor. Demokrasi uygulandığında gerek de görülmüyor.” (Yargıtay Savunması)
Aynı savunmada devamla şunlar yazılı:
“Bu gelişmelerde hem PKK, hem kişi olarak rol ve sorumluluğumun bilincindeyim. Geçmişe ilişkin değerlendirmelerimin bilimsel ve samimi olduğundan zerre kadar kuşkum yoktur. Daha önemli olan ve yapmam gereken bundan sonraki görevlerim ve çalışmalarımdır. Yaşadığım müddetçe, öncelikle PKK’yi şiddet yönteminden arındırma ve Türkiye’nin içine girdiği demokratikleşme sürecine, yasal dönüşümüne hazırlamadır. Silahlı mücadeleyi bırakmaya ilişkin PKK Merkezi, kararlılığını açıklamış bulunmaktadır. En yakında 2000’e ulaşmadan tüm örgüte bir kongre ile bu tavrımın resmileştirme kararlılığına da sahip olup, başaracaklarına da inanıyorum. Türkiye demokratik yasal sürecine dönüşme ve dönme temelinde devletin de artan bir duyarlılıkla kolaylık sağlayacağına dair umutluyum. Buna ilişkin üst düzey kurum ve yetkililerin cesaret verici yaklaşımları vardır. PKK’nin değerlendirilmesi gerektiği kanısındayım. Buna katkı için bizzat yaşadığım süreci zemin olarak sunmaktan, en zor koşullarda bile barış ve kardeşlik çözümüne dair söz ve pratiğimle yanıt vermekten geri durmadım. Bu tutumum kişisel endişelerin çok ötesinde, içinden geçilen tarihi aşamanın bilincinde olmak, demokratik sistem içinde, evrensel hukuk ölçülerini çözüm için en uygun yol olduğuna inanmaktan kaynaklandığını belirtmeliyim. En ahlaki tutum kadar, doğru siyasal tavrın böyle olması gerektiği inancını korudum, irademi sürdürdüm.” (Yargıtay Savunması)
Öcalan savunmasının sonunda geçmişini tümden reddediyor, pişmanlığını açıkça dile getiriyor. Bu çarpıcı ve gerçekten ibret verici bölümü de birlikte okuyalım: “Yaşanan çatışmalı ortam büyük acılara ve kayıplara yol açarken, bunun en büyük acısını duymak kadar, tüm insanlarımızdan özrümü dilemenin de en doğru ifadesinin bir daha asla bu koşullara düşmemeye, en sağlam biçimde önünde durmak ve engellemekten geçtiğine inanıyorum. Bunu temel yaşam gerekçem sayıyorum.” İşte Öcalan, “temel yaşam gerekçe” sini böyle koyuyor. Yani bir daha asla devlete karşı çıkmamak ve bu doğrultudaki çabaları engellemeye çalışmak! Daha ilginci ve ibret dolu sözleri şu cümlede cisimleşmiştir: “Bu mücadele, bu yargılama yaşanacak bir geçmişimin olmadığını kanıtlamıştır. Halkım içinde, sınırlı da olsa özgür kimliğim ile bir yer bulamadım. Ama geleceğin Demokratik Türkiye Cumhuriyeti içinde bu mücadelenin de katkısıyla özgür birliktelik içinde yaşamanın hem en doğru yol hem de onur teşkil edeceğine inanıyorum.” (Yargıtay Savunması)
Avukatları aracılığı ile Öcalan’ın yaptığı 2 Ağustos 1999 tarihli açıklama aynen şöyledir:
“Türkiye’de çatışma ve şiddet ortamı; insan hakları ve demokratik gelişmenin önünde engel teşkil etmektedir. Ağırlıklı olarak Kürt sorunundan kaynaklanan şiddet bunda temel rol oynamaktadır. Çıkmazı aşmak ve sorunların çözüm yolu, şiddete son vermeyi gerekmektedir.
Bu nedenle PKK’nin 1 Eylül 1998’den beri tek taraflı yürütmeye çalıştığı ateşkes sürecinden 1 Eylül 1999’dan itibaren silahlı mücadeleye son vermeye ve güçlerini barış için sınırların dışına çekmeye çağırıyorum. Böylelikle Demokratik Çözüm yolunda yeni bir diyalog ve uzlaşma aşamasının gelişeceğine inancımı belirtiyorum.
Bununla birlikte tüm devlet ve toplumun ilgili kurum ve yetkililerini bu barış ve kardeşlik sürecinin başarısı için duyarlı ve destek olmaya, ulusal ve uluslararası hükümet ve kuruluşları da olumlu temelde yardımlaşmaya çağırıyorum.” (Özgür Halk, Ağustos sayısı)
Öcalan başka günlerde avukatları aracılığı ile birkaç açıklama daha yapar. Bu açıklamalarda esas olarak silahları bırakma konusundaki stratejik kararlılıklarını vurgulamaya özen gösterir. Bir iki çarpıcı alıntı yapmakta yarar görüyoruz. 10 Ağustos tarihli görüşmede Öcalan, “Devlet silahların bırakılmasını istiyorsa bunun koşullarını yaratması gerekir. Devletin hazırlığı olmalıdır. Türkiye’yi sıkıştırma amacımız yoktur. Yarın Türkiye adım atarsa silahlar da bırakılır. Doğru dürüst bir yasal düzenleme de yoktur. Gelip nereye gidecekler. Aslında bizim yaptığımız barış için beklemedir. Ben imha da olsam, asılsam da dönemin ruhu, mantığı çözüm gerektiriyor. Biz silahları getirmeye hazırız. Ama sorumlu kademe devlette kimdir? Ayrıca gelip devletle barışmak istiyoruz. Ama bizi devlete kabul edecek organ, teşkilat nerededir” (Özgür Halk, ags.) demektedir. Bu aktardığımız pasajda birkaç kez geçen “barış” kavramını teslim olma veya teslimiyet olarak okumak gerekiyor. Devletten istenen ise, af veya o da olmuyorsa kapsamı genişletilmiş pişmanlık yasasıdır. Silahların teslimi, on binlerce gerilla ve parti çalışanının devlete teslim edilişinin karşılığı işte bundan başkası değildir.
Bu konuda Öcalan “muhataplarını” ikna etmeyi çok önemsediği için 13 Ağustos 1999 tarihli görüşmede avukatlarına benzer düşüncelerini tekrarlar ve şöyle der: “Sınırların dışına çekilme kararı ise; tecrübelerimize dayanarak attığımız en doğru adımdır. Çatışmaları pratikte kaldırmanın en ekili yoludur. Meseleyi çözmek için en risksiz yöntemdir. Silahları dışarıda bir koz olarak tutma iddiasını reddediyorum. Silahlar koz değildir. Biz hazırız. Demokratik Cumhuriyet için silahları bırakabiliriz. Dışarıda kalınacak süreçte Türkiye’ye Dönüş Kongresi yapılacak ve dönüşerek dönme hazırlığı böylece tamamlanacaktır. Dışardan içeriye gelip silahları bırakma çağrısını şimdiden ifade ediyorum. Dışarıdaki tüm gücümüzü, varlığımızı getirip Türkiye’nin gücüne katmaya hazırız. Devlet gelin derse, silahlarıyla birlikte gelinecektir. Barış için devlet de üzerine düşeni yapmalıdır.” (Ö. Halk, ags.)
7. Olağanüstü Kongrede yeni bir program ve tüzük kabul edilmiştir. Bunun dışında alınan kararların özetini Özgür Politika gazetesinin 10 Şubat 2000 tarihli sayısından olduğu gibi aktarıyoruz.
“Alınan tarihi kararlar:
—Silahlı mücadelenin bırakılması resmi olarak kabul edildi.
—Yeni parti stratejisinin temel mücadele biçimi, demokratik siyasal mücadele olarak kabul edildi.
—Silahlı mücadele örgütü olan ARGK’nin Türkiye’nin demokratik dönüşümü ve Kürt sorununun çözümüne bağlı olan varlığı, halk savunma gücü biçiminde düzenlendi.
—Cephe örgütlenmesi olan ERNK’nin yerine, her alanda Demokratik Halk Birlikleri örgütlendirilecek.
—Yeni parti yönetimiyle birlikte, Abdullah Öcalan oybirliğiyle yeniden PKK’nin Genel Başkanı seçildi.
—PKK Merkez Komitesi, Parti Meclisi adını aldı,
—Parti Meclisi üye sayısı 41’e yükseltildi.
—PKK Başkanlık Konseyi’nin 7 kişiden oluşan sayısı, 9’a çıkartıldı.
—PKK bayrağı kırmızı zemin üzerinde sol üst köşede bir güneş içinde yer alan kırmızı bir yıldız şeklinde belirlendi.”
(Yukarıdaki alıntılar Bir Yanılsamanın Sonu adlı çalışmadan alınmıştır.)
8. Kongre, Kongre-Gel Kongreleri ve bu platformlarda yapılan programlar, yukarda özet olarak aktardığımız görüş ve kararların hemen hemen aynısıdır. Bu nedenle yeni aktarmalarla konuyu uzatma gereğini duymuyoruz.
Görüldüğü gibi, İmralı Partisi, yalan söylemekte bir sakınca görmemektedir. Dün silahlara vedadın teorisini yapanlar, bu teorileri üretmemiş gibi “Ateşkes” ve onun bozulmasından söz edebiliyor. Ellerindeki silahları ve gerillayı devlete teslim etmeye hazır olduklarını döne döne tekrarladılar, ama devlet onları kabul etmedi, ne af yasasıyla ne de pişmanlık yasasıyla. Dolayısıyla dağa mahkum kalan eli silahlı erkek ve kadınlar olarak kaldılar! Gerçeklik bu, ama onlar yalanlarla, çarpıtmalarla gerçeklerin üstünü örtebileceklerini sanıyorlar…
Aslında dün silahlara veda kararı ile yanı ideolojik, politik ve askeri silahsızlandırma kararı ile bugün “Tek taraflı ateşkese son verme kararı” aynı merkezin, Genelkurmayın stratejik tasfiye çizgisinin bir gereğidir.
III.
Eski DEP Milletvekillerinin Tahliyesi, Aynı Oyunun Bir Parçasıdır!
Öcalan üzerinden bir yandan iç operasyon hazırlanıp tamamlanırken, aynı zamanda Leyla Zanaların durumu, kişiliği ve “bağlılıkları”, başka bir deyişle rehabilitasyon düzeyleri test ediliyordu. Bu testin sonuçları istedikleri düzeyde ve nitelikteydi. Bu noktadan sonra onların içerde tutulmalarının bir anlamı kalmamıştı, tersine tahliye edilmelerinin zamanı gelmişti. Bundan beklentileri nelerdi?
Kısaca özetlemekte yarar var:
Bir: Leyla Zana ve arkadaşları Avrupa ile ilişkilerde önemli bir sorun olarak duruyorlardı. AB’ye uyum bağlamında birçok yasa çıkarmışlardı, ama AB açıkça eski DEP milletvekillerinin tahliyesini istiyorlardı. Mahkeme aşamasında tahliye edilmemişlerdi, ama “bağlılıkları” test edildiğine göre artık tahliye edilebilirlerdi. Böylece AB ile ilişkilerde önemli bir engeli de aşmış olacaklardı. Yine bu bağlamda İmralı çizgisi ve talimatları doğrultusunda “Avrupalıların oyunlarını” boşa çıkarabilirlerdi. Yani, AB’nin elindeki kozları almanın ötesinde onlara karşı bir karta dönüştürebilirlerdi.
İki: Daha da önemlisi, DEP milletvekilleri yeterince ıslah olmuş, tam da kendilerinin istediği mesajları vermeye hazır bir hale gelmişlerdi. Böylece İmralı’nın dışarıya, Avrupa’ya uzanan ayakları rolünü oynayabileceklerdi.
Bu konuda devleti yanıltmadılar. Dışarı adım atar atmaz devletin istediği mesajları fazlasıyla vermeye başladılar. Yaptıkları konuşmalarda, yaptıkları mitinglerde resmi çizginin tam da istediklerini yerine getirdiler. Kürdistan’da yaptıkları bir dizi mitingden sonra düzenledikleri basın toplantısında şu “saptamalarda” bulunuyorlardı. Bunları, o günün gazeteleri “DEP’LİLERİN SAPTAMALARI” başlığı altında yansıtıyordu:
“— Bölge insanı, ülkemizin bölünmesine asla izin vermeyecek kadar birlik bilincini geliştirerek içselleştirmiştir.
— Sorunların çözüm dilinin şiddet ve silah değil, uzlaşı, diyalog ve demokratik katılım olduğuna inanmakta, çatışma istememekte ve barışa hizmet eden herkesin sürece katkısının sağlanmasını istemektedir.
— Etnik, dinsel ve bölgesel milliyetçiliği reddetmekte; milliyetçilikten beslenen siyaseti onaylamamakta ve Türkiyeli üst kimliğinde tanımlanacak anayasal vatandaşlığın özgür ve eşit yurttaş yaratacağına inanmakta ve buna destek vermektedir.
— Hükümeti demokratikleşme adımlarında cesur olmaya davet etmektedir.
— Türkiye halkını ve Türkiye Cumhuriyetini asmbolize eden tüm değerlere bağlı ve saygılı olduğunu bir kez daha yinelemiştir.
— Genel affın Türkiye toplumunun bir kesiminde, eskilerinden pek farklı olmayan pişmanlık ve topluma kazandırma yasaları gibi toplumun bir diğer kesiminde rahatsızlık yarattığının bilincinde olarak her iki tarafın da hassasiyetlerini dikkate alan ve topluma gerçek bir katılım sağlayan yeni yasal değişiklikler beklemektedir.”
Bu başlıklar altında özetlenen görüşler, aslında İmralı’da dillendirilen görüşlerin, Kongra-Gel’in programının en özlü özetini anlatmaktadır. Bu programda” Kürt halkının özgürlük istemlerinden bir kırıntı bulmak mümkün mü? Tekrarlanan resmi görüşlerden başka bir şey değildir!
Bundan sonra yukarda açıklanan resmi çizgi doğrultusunda TC’nin iç ve dış politikalarına hizmet edeceklerinden kuşku duymamak gerekir.
Bu noktaya nasıl geldikleri ayrı bir tartışma ve değerlendirme gerektiren bir konudur. Bu konuyu da başka yazılarımızda ve sayılarımızda işleyeceğimizi belirtmekle yetinelim. Bu, gereklidir, çünkü Ulusal Mücadelenin sahte asmbolleri düzeyine çıkarılan bu kişilerin gerçek durumlarını, kendilerine de haksızlık yapmadan açıklamak, halkımıza karşı duyduğumuz sorumluluğun gereğidir.
IV.
Sonuç
Genelkurmay odaklı sahneye konulan çok boyutlu oyun, bugün hükmünü icra ediyor. Ama ne yazık halkımız, üzerinde oynanan bu büyük oyunun farkında değil ve kendisine uzatılan faturayı ödemeye devam ediyor. Bundan daha trajik bir durum olamaz!
Sahnelenen oyunun daha inandırıcı olabilmesi için Öcalan’a görüş yasağı koydular. Bu da oyunun bir parçasıdır. Bununla düzenin “liberal” kalemleri tarafından tartışılmaya başlanan ve belli ölçülerde deşifre edilemeye çalışılan anılan oyuna inandırıcılık kazandırmak, bu cepheden gelen baskıları karşılamak istiyorlar. İkincisi, “Kürt cephesinde” “savaş” oyununun açığa çıkmasını önlemeyi düşünmektedirler. Öcalan’ın görüştürülmemesinin en genel nedenleri bunlardır. Yarın ihtiyaç duyduklarında yine mesajlarını dışarıya taşıtmak için her olanağı sunacaklarından kuşku duymamak gerekir.
Oyun çok büyük ve çok boyutlu. Bu oyunun figüranları da sahnede! Hedefledikleri Kürt halkının özgürlüğü ve umutlarıdır, bilinci, ruhu ve belleğidir!
Bu oyunu açığa çıkarmak, buna karşı halkı aydınlatmak ve en geniş örgütlü direnişi geliştirmek yurtseverliğin olmazsa olmaz gereklerinden biridir!
Daha etkin bir biçimde harekete geçme zamanıdır!
Haziran 2004