0 0
Read Time:92 Minute, 2 Second

Giriş / Çağımızın sihirli kavramı bireysel özgürlükler… Bireysel özgürlükler adına ekonomik ve sosyal farkların pekiştirilmesi… Özgürlük ve demokrasiyi yayacak bir küresel devrim adına İngiltere ve Amerika'nın; başta Irak ve Afganistan'a olmak üzere, diğer ülkelere askeri müdahalesi. Bu müdahalenin bedeli öfke ve kan…  Ve, giderek demokrasiden kopan bir İslami siyaset anlayışı; bunun ilham verdiği saldırılar… Buna karşılık, özgürlüklerimizi güvence altına alan yasaların birer birer yok edilmesi; özgürlük kapanı…
"Kabusların Gücü" adlı, büyük ilgi toplayan belgeselin yapımcısı Adam Curtis'in bu yeni dizisi; özgürlük kapanı….  BBC için Türkçe'ye Aylin Bozyap uyarladı.
Birinci Bölüm
(6, 7, 8, 9, 10…10, 9, 8, 7…)
İnsanlar her zaman ihanet eder, sadece rakamlara güvenebilirsin. Çağımızın en büyük siyasi hedefi, bireysel özgürlükler. Özgürlüğün, tüm insanlığın geleceği olduğuna inanıyorum. İngiltere'de hükümet, bireyleri bürokrasiden ve elitlerin kontrolündeki köhneleşmiş yapılardan kurtarmak adına, devrim yapma niyetinde. Tony Blair: "Amacımız, bireyi özgürleştirebilmek için İngiltere'yi sınıf farklarından, köhne yapılardan, ön yargılardan kurtarmaktır."
İngiltere ve Amerika, diğer ülkelerde ve başta da Irak ve Afganistan'da bireyleri zorba yönetimlerden kurtarmayı hedeflediğini söylüyor; fakat ortaya çıkan sonuçlara biraz  yakından bakınca görünen bambaşka, tuhaf bir özgürlük tablosu. Asıl yaşanmakta olan bürokrasi çemberini kırmak, insanları özgürleştirmek adına performans hedeflerinin, rakamların belirleyici olduğu; yeni ve insanları daha fazla kontrol altında tutan bir yönetim sisteminin yükselişi. Her alanda seçme özgürlüğü vadeden hükümetlerin, aslında eşitsizliklerin büyümesine ve sosyal akışkanlığın çöküşüne önderlik etmeleri; ve sonuçta sınıf farklılıklarının büyümesi ve ayrıcalıklı olanların gücünün geri dönüşü. Dünyaya özgürlük getirme kampanyasının bedeli ise öfke ve kan… Irak'ta, Amerika önderliğindeki özgürlük kampanyasının reddi; Ve, giderek demokrasiden kopan bir İslami siyaset anlayışı, bunun ilham verdiği şiddet saldırıları. Hükümetlerin, buna yanıt olarak özgürlüklerimizi güvence altına alan yasaları birer birer yok etmeleri.
İşte bu program dizisinde, bu tuhaf  çelişkilerle örülü yeni dünyanın nasıl şekillendiğini anlamaya çalışacağız.
Hikayemiz, soğuk savaşın o karanlık ve ürkütücü günlerinde başlıyor ve bize bugün sahip olduğumuz sınırlı ve tuhaf özgürlük anlayışının, soğuk savaş dönemindeki şüphe ve güvensizliklerin ürünü olduğunu anlatıyor; Ve, insanların nasıl olup da bencil, yalnız ve şüphe içinde yaşayan canlılar haline geldiklerini, birbirlerini devamlı gözetleyip, bir diğerine karşı hesaplar yaptıklarını. Politikacılar ve bilim adamları da bunu gördü ve insan doğasının bu yanının yeni bir özgürlük kavramına, toplumun yapısal değişimine nasıl temel oluşturabileceğini fark ettiler; fakat, o dönem göremedikleri şey bu karanlık, bu karşılıklı güvensizliğe dayalı anlayışın aslında içinde, yeni bir toplumsal kontrol sisteminin de tohumlarını taşıdığıydı. Özgürlük dilini kullanan; ama gerçekte bizi ve liderlerimizi dar ve boş bir dünyaya sıkıştıracak bir sistem.
(Müzik ve eğlence sesleri)
2. Dünya Savaşı sona erdiğinde ABD ve Amerikan filmleri bunu yalnızca bir zafer olarak değil, yeni bir çağın başlangıcı olarak kutladılar. O dönem özgürlük, sadece NAZİ'lerden kurtulmak değil; aynı zamanda ülkede 30'lu yıllarda yaşanan büyük buhran ardından ortaya çıkan ekonomik kaos ve belirsizliğin de sonu demekti bir bakıma. 2. Dünya Savaşı sonrası hükümetler artık görevlerinin, ekonomiyi kontrol altına almak ve toplumu kapitalizmin temelini oluşturan bireysel çıkar güdüsünden korumak olduğuna inanıyorlardı. İktisatçı Robert Chavis: "Artık hiçbir sınır tanımayan kapitalizm tapınağında ibadet etmiyorduk. 30'lu yıllardaki ekonomik buhranı atlatmış, üzerine 2. Dünya Savaşını yaşamıştık. Artık, ‘ekonomide temel denge unsuru, hükümet olmalı' diyorduk. Bireyler hala önemliydi; ama hükümet de, bir daha asla ekonomik buhran yaşamayacağımızın güvencesi olmalıydı."
İlerleyen yıllarda devlet bürokrasisi iyice büyüdü ve güçlendi. Görevleri kapitalizmi herkesin çıkarına uygun düşecek şekilde düzenlemekti. İyimserlik rüzgarının estiği o günlerde bu anlayışı pek az kişi sorgulayabiliyordu. Ama o dönemde Amerika'da ders veren Avusturyalı bir aristokrat, bu anlayışın felaketle sonuçlanacağını savunuyordu. Friedrich von Hayek'e göre toplumsal yaşamın düzenlenmesinde politikaya başvurmak, kapitalizmin üretebileceği her türlü sorundan çok daha tehlikeliydi; çünkü kaçınılmaz olarak özgürlüklerin sonunu ve zorba yönetimlerin iktidarını getirecekti. Hayek için bunun en korkunç örneği Sovyetler Birliğiydi. Sovyet liderler, bir ütopyanın peşinde her şeyi planlamaya ve kontrol altında tutmaya çalışmışlar; ama bu çaba, diktatörlükle sonuçlanmıştı. Aynısı, kaçınılmaz olarak Batı'nın da başına gelebilirdi. "Bu tehlikeyi önlemenin tek yolu" diyordu, Hayek: "Tıpkı eski günlerdeki gibi serbest piyasanın hakim olduğu, bireylerin kendi çıkarlarını kolladığı, hükümetin de mümkünse hiç rol almadığı altın çağa dönmekte yatıyor."
Hayek, bunun sonunda milyonlarca insanın kendi çıkarlarını kovaladığı, kendi kendini yöneten otomatik bir sistemin, insanın müdahalesinin olmadığı doğal bir düzenin oluşacağına inanıyordu: "İnsanlarımız en çok kendi çıkarlarını güttüklerinde kazançlı çıkarlar. Bunun için her şeyi kendiliğinden düzenleyecek bir sisteme dönmemiz gerek. Özgürlük ve refahı ancak bu sağlayabilir. Görüşlerimin temelinde yatan budur."
– İyi de bu, bencilliğe dayanan bir yaşam felsefesi olmuyor mu; başkalarını düşünmeyecek miyiz hiç?
"Hayır, öyle bir şey söz konusu değil."
Hayek'in düşüncelerine o sırada ne politikacılar ne de iktisatçılar destek verdi. Modern, karmaşık bir dünyada sosyal düzenin, bireyleri kendi çıkarlarını gütmekte serbest bırakarak sağlanabileceği fikri kabul görmedi. Bununla beraber, Hayek'in düşüncelerine destek ekonomiyle hiç ilgisi olmayan bir başka kesimden, soğuk savaşın belirsizlikleriyle boğuşan bilim adamlarından gelmek üzereydi.
50'li yılların sonunda New York'un 30 km. kadar kuzeyinde patlayıcılara dayanıklı, dev bir yer altı sığınağı inşa edilmişti. Dünyanın en büyük bilgisayarına evsahipliği yapıyordu. Tüm dünyaya yayılmış radarlarla örülü bir sisteme bağlıydı ve durmaksızın Sovyetler Birliğini izliyordu. Binlerce istihbarat verisi saniye saniye bu bilgisayara akıyor, burada bunların tehlikeli bir mesaj taşıyıp taşımadıkları inceleniyordu. Bu sistemi tasarlayan nükleer strateji uzmanları yepyeni bir savaşın içinde olduklarının bilincindeydiler. Kimsenin dizginleri karşı tarafa bırakmak istemediği böyle bir dönemde bu uzmanlar, elde ettikleri istihbaratı, Sovyetlerin her bir adımını tahmin etmelerine yarayacak şekilde kullanan bir yöntem geliştirmek istediler. Bunun sonucunda yepyeni bir fikir ortaya atıldı;
‘Oyun Kuramı'
‘Oyun Kuramı', asıl olarak iskambildeki poker oyunlarını matematik yoluyla çözümlemek üzere geliştirilmişti. Oyunu bir sistem olarak ele alıyordu. Bu sistemde tüm oyuncular birbirine kenetlenmişti; yani her biri, diğerinin ne düşündüğünü tahmin etmeye çalışıyordu. ‘Oyun Kuramı' buradan hareketle her bir oyuncu için mantığa uygun en iyi hamleyi gösteriyordu. ‘Oyun Kuramı'nın geliştirildiği yer, Rand Corporation adlı, Amerikan Merkezi İstihbarat Teşkilatına (CIA) bağlı bir düşünce kuruluşuydu. Nükleer silahlanma yarışının temelleri de burada atıldı. Yüzlerce füze, yer altı depolarında korunuyor, gökyüzünde 24 saat bombardıman uçakları kol geziyordu. Aynı, bir oyunda olduğu gibi bunlar da Sovyetlere, saldırdığı takdirde Amerika'nın daima karşılık verecek füzeleri olduğunu göstermeyi amaçlayan stratejik hamlelerdi. Ve bu oyunun kurallarına göre Rusları saldırmaktan alıkoyan korkuları ve çıkarlarıydı. İşte Rand'deki uzmanlar Amerika ve Sovyetlerin birbirine kenetlendiği bu durumu ‘dehşet dengesi' diye açıklıyorlardı. ‘Oyun Kuramı'nın temelinde insanların sadece şahsi çıkarlarıyla hareket eden ve etrafına devamlı şüpheyle bakan canlılar olduğu anlayışı saklıydı. Rand'de çalışan bir matematikçi bu karanlık fikri daha da ileri götürdü; sadece soğuk savaş döneminde değil, tüm insan ilişkilerinde şahsi çıkarlar ve şüphe üzerinden istikrarın sağlanabileceğini göstermek için işe koyuldu. Matematik dehası John Nash Holywood yapımı "Akıl Oyunları" adlı filmde kederli bir kahraman olarak anlatılıyordu; ama gerçek hayatta, iletişim kurması hayli güç ve inatçı bir insandı. Geliştirdiği strateji oyunlarını pek çok meslektaşı, ‘Gaddarca!' diye niteliyordu; örneğin bunlardan en ünlüsü olan, "Canın Cehenneme Dostum!" adlı oyunu kazanmanın tek yolu, takım arkadaşınıza acımasızca ihanet etmenizden geçiyordu. John Nash ‘Oyun Kuramı'nı, insanın her türlü ilişki biçimine uyarlamayı denedi. Bunun için temel varsayımı şuydu, "Tüm insan davranışları, ‘Soğuk Savaş'ın rekabetçi ve birbirine düşman dünyasıyla açıklanabilir; yani devamlı birilerini gözetlemekte olan insanlar, istediklerine ulaşmak için izledikleri stratejileri de bir diğerinkine uydurmak zorundadırlar." John Nash, kendisine NOBEL ödülünü kazandıran bir dizi denklemle, şahsi çıkarlar ve şüphenin hakim olduğu bir sistemin, nihayetinde kaosla sonuçlanmadığını gösterdi ve tüm çıkarların birbiriyle kusursuz örtüştüğü bir tür dengenin daima sağlanabileceğini kanıtladı: "Şöyle bir denge var bu denklemde; benim yaptıklarım, senin yaptıklarınla kusursuz biçimde uyumlu. Senin yaptıkların ya da bir başka kişinin yaptıkları da kusursuz biçimde, benim yaptıklarımla ya da diğerlerinin yaptıklarıyla uyum içinde; yani herkes kendisi için en iyinin peşinden gidiyor, aynı iskambildeki poker oyununda olduğu gibi. Anafikir bu; bireyler birbirlerinden bağımsızlar ve gayet bencilce hareket ediyorlar. Ama benim denklemlerimde her birinin yaptıkları, diğerleriyle uyumlu ve sonuçta tüm oyuncular karlı çıkıyor; işte denge burada, ama bu denge hiçbir işbirliğine dayanmıyor."
Nash'e göre istikrar ve denge, ancak sisteme dahil olan her birey bencilce hareket ettiğinde sağlanabiliyor; çünkü işbirliğinin olduğu yerde tehlikeli ve beklenmedik sonuçlar ortaya çıkabiliyordu. O dönemde John Nash'in çalıştığı CIA'ya bağlı düşünce kuruluşu Rand'de bir başka oyun daha geliştirildi; ‘Mahkumun İkilemi' adlı bu oyunda, hangi ilişki biçiminde olursa olsun, bencil davranan kazançlı çıkıyordu. Temelde iki oyuncunun, birbirine güvenmekle, ihanet etmek arasında seçim yapmak durumunda kalmasına dayanıyordu: "Dünyanın en paha biçilmez elmasını çaldığınızı düşünün; Ve, bu elması tehlikeli bir gangstere satacaksınız. Parayla elması değiştirmek üzere buluşacaksınız; ama sizi öldürebilir, o yüzden elması ıssız bir tarlaya saklayacağınızı, kendisinin de aynı şekilde parayı başka bir tarlaya saklamasını söylüyorsunuz. Sıra, elmas ve paranın yerlerini birbirinize bildirmenizde. Tam arayacakken, ihanet fikri geçiyor aklınızdan. Elması vermek yerine, gidip saklandığı yerden parayı alabilirsiniz. Bu sırada anlaştığınız gangster de, gitmesini söylediğimiz tarlada boşu boşuna elması arıyor olacaktır. Ama aynı anda, onun da sizinle aynı şekilde düşünüyor olabileceğinin farkına varıyorsunuz; yani o da size ihanet edebilir. Sonuç olarak karşınızdakinin nasıl davranabileceğini tahmin etmek için hiçbir şansınız yok; işte ikilem de burada."
Nash'in denkleminde en mantıklı davranış, karşınızdaki kişiye ihanet etmektir; çünkü bu yolla, en kötü ihtimalle elmas sizde kalacaktır, en iyi ihtimalle ise hem elmas, hem de para sizin olacaktır. Ama karşınızdaki kişiye güvendiğiniz takdirde her şeyi kaybedebilir, hatta öldürülebilirsiniz; çünkü, size ihanet edebilir. Soğuk savaş döneminde CIA'nın yan kuruluşu Rand'de çalışan bilim adamları, Sovyetlerin adımlarını tahmin etmeye yarayacak bu tür stratejik oyunlar üzerinde çalışıyorlardı. ‘Mahkumun İkilemi' oyunu da aslında Soğuk Savaş'ın tuhaf mantığını ortaya koyuyordu; buna göre iyimser bir çözüm, yani ‘Rusların aynısını yapacağı' düşüncesiyle tüm nükleer silahlardan arınmak söz konusu değildi. Çünkü Amerikalılar, kendilerine ihanet etmeyecekleri konusunda, Ruslara güvenemiyorlardı. Bunun yerine, bir tür denge oluşturuldu; yani her iki tarafın da aynı miktarda tehlikeli silahlara sahip olduğu bir ortam yaratıldı. İşte Nash'in yaptığı, bu anlayışı bütün bir toplumun nasıl işlediğini anlatan bir kurama uyarlamak oldu. Bu uyarlama politikada da inanılmaz sonuçlar doğurabilirdi; çünkü bireysel özgürlüklere dayanan, ama kaosla sonuçlanmayan bir toplumun varolabileceği görüşünü destekliyordu. Ama bu özgürlüğün bedeli tüm insanların, bir diğerine kuşkuyla ve güvensizlikle bakması anlamına gelecekti. Prof. Philip Mirowski: "Nash dengesi önemli; çünkü politikanın en büyük kaygılarından biri, şahsi çıkarların tam bir kaosa yol açmasıdır. Nash dengesi ise mantıklı bir çıkar arayışı ortaya koyuyor; amansız düşmanlar karşısında dahi tüm oyuncuları, oynadıkları stratejiler üzerinde uzlaştıkları ve bu stratejilerin onlara bir anlam ifade ettiği gibi bir düzene yönlendiriyordu."
Fakat, Nash'in denklemlerinde ufak bir sorun vardı; insanların gerçek hayatta birbirlerine yönelik davranışlarıyla bu denklemler arasında tam bir ilişki kurmak mümkün görünmüyordu. Örneğin Rand'de çalışan sekreterlerden, karşılıklı güven ya da ihaneti sınayan ‘Mahkumun İkilemi' oyununu oynamaları istenmiş; ancak biri bile beklenen stratejiyi uygulamamıştı. Birbirlerine ihanet etmek yerine, daima karşılıklı güven tesis edip, işbirliği yolunu tercih etmişlerdi. Fakat o sıralar, kimsenin farkına varamadığı bir durum vardı; John Nash, paranoid şizofreniden muzdaripti. Hayaller görüyor, çevresinde kırmızı kravat takan herkesin komünist ajanlar, kendisinin de dünyayı kurtarmaya çalışan gizli bir örgütün üyesi olduğunu düşünüyordu: "Deli olduğunuzu kendinize itiraf etmek istemiyorsunuz; başkalarının delirdiğini düşünüyor, ama kendinizin aklı başında, hatta mantıklı olduğunuzu düşünmek istiyorsunuz."
Nash, 1959 yılında zorla akıl hastanesine yatırılacak, sonraki 10 yılını şizofreniyle mücadele ederek geçirecekti. Nash'in kuramlarında bazı eksikler olduğu ortadaydı; ama çalıştığı CIA'ya bağlı düşünce kuruluşu Rand'deki genç bilim adamları, bu kuramların "özgür birey" temeline dayanan yeni bir toplumsal kontrol sisteminin de tohumlarını taşıdığına ikna olmuşlardı bir kere; çünkü mevcut denklemler Friedrich von Hayek'in bahsettiği bireysel çıkarlara ve bu çıkarlarla kendiliğinden oluşan bir ekonomi düzenine dayanan anlayışa bilimsel desteği sağlıyordu; ancak o zaman için bu düşünce Rand'de çalışan birkaç bilim adamına saklı kalacaktı. Ama Nash'in fikirleri Amerikalı sağ görüşlü iktisatçıların ilgisini çekecek ve bu fikirler politikada yer bulmaya başlayacaktı.
Dizimizin bir sonraki bölümünde, 70'li yılların İngiltere'sine uzanacak ve çökmeye başlayan devlet bürokrasisini toparlamak adına, siyasiler ve iktisatçıların nasıl matematiksel kuramlara başvurduklarını anlatmaya başlayacağız.

2. Bölüm
Dizimizin ilk bölümünde, soğuk savaş döneminde temelleri atılmaya başlanan bir özgürlük anlayışından bahsettik. Bu anlayış, toplumsal kontrolün sağlanmasında yeni bir dönem başlatacak bir sistemin tohumlarını taşıyordu içinde. 2.Dünya Savaşı sonrasında kapitalizmin, içine düştüğü krizden çıkması ve güçlü bir ekonomi için bireysel çıkarların dizginlenmesi ve devlet kurumlarının güçlendirilmesi anlayışı hakimdi. Fakat Avusturyalı iktisatçı Friedrich von Hayek, bunun aksini savundu; ona göre böylesi bir tutum Sovyetleri olduğu gibi, Batı'yı da diktatörlüğe sürükleyebilirdi. Yapılması gereken, bireylerin kendi çıkarlarını gütmesiyle kendiliğinden oluşacak bir düzenin önünü açmaktı. Matematik dehası John Nash'in geliştirdiği ‘Oyun Kuramı' Hayek'in düşüncelerine bilimsel bir temel oluşturdu. Bu fikirler Amerikalı iktisatçıların ilgisini çekecek ve politikada yer bulmaya başlayacaktı. Siyasetin sağında duran ve ilerde son derece güçlü olacak bir gruptu bu. Pek çoğu soğuk savaş döneminde CIA'ya bağlı düşünce kuruluşu Rand'de çalışmış olan bu gruptakiler, Avusturyalı iktisatçı Fon Hayek'in fikirlerinden ilham alıyor ve ‘Oyun Kuramı'nın tekniklerine inanıyorlardı.
70'li yıllarda İngiltere'de hükümet bürokrasisi çökmeye başladı. Bürokratik çevreler bu durumdan, giderek büyüyen ekonomik krizi sorumlu tuttular; ama daha temelden sorunlar yaşandığı açıktı. İngiltere'de kamuya hizmet götürme anlayışıyla vatandaşların yaşamını kolaylaştırmak adına kurulan kurumlar, bu hareketin temsilcilerine göre artık yıkıcı bir hal almışlardı. Bu kurumlarda çalışanlarsa hizmet etmeleri beklenen vatandaşlara sırt dönmüşlerdi. İşte Amerikalı sağ görüşlü iktisatçılar bürokraside bu çöküşün sebebini açıkladığını savundukları bir fikir ortaya attılar. Temelinde matematikçi John Nash'in geliştirdiği ‘Oyun Kuramı' yatıyordu. Bu kuram, herkesin şahsi çıkarlarını izlediği; ama nihayetinde tüm çıkarların örtüştüğü bir dengenin daima sağlanabileceği görüşünü matematiksel olarak kanıtlıyordu. Tüm insan davranışlarının şahsi çıkarlara dayandığını savunan bu kuram, Amerikalı iktisatçılar tarafından benimsendi. Hayatın ve toplumun temel gerçekliği, milyonlarca insanın kendi çıkarını güttüğü ve devamlı olarak bir diğerine karşı strateji geliştirdiği bir düzendi onlara göre. Prof. Thomas Chalec  "Daima karşımızdakinin niyetini anlamaya çalışıyoruz. Niyetimizi de ya tüm samimiyetimizle ya da karşımızdakini aldatarak ifade ederek çalışıyoruz. İnandırıcı sözler vermeye çalışıyoruz, bazen de inandırıcı tehditler savuruyoruz; Sovyetler Birliğini tehdit etmek, söz dinlemeyen bir çocuğu, ya da komşumuzu tehdit etmek gibi. Bence, bu yaptığımızın adı strateji geliştirmektir. Bu, şuna benziyor; yapacağı şeyin ne olduğunu düşündüğümü, düşündüğünü düşündüğüm konusunda ne düşünüyor? Yani bir aşamada bir denge kurmamız şart; ama her ikimizin de kabul edeceği aşikar olan şey nedir?"
Bu, Amerikalı iktisatçılara göre politikacı ve bürokratların savundukları ve "kamu yararı" diye andıkları şey tamamen bir hayal ürünüydü. Çünkü onlara göre bunu başarmak, toplumun tüm kesimlerinin paylaştığı, özveriye dayanan ortak hedeflerin varlığına bağlıydı. Ama milyonlarca şüpheci, kendi çıkarlarını güden bireyin yönettiği bir dünyada bu tür kavramlara yer yoktu. İşte "kamu tercihi" kuramı böyle bir ortamda gelişti. Basit anlamıyla siyaset ekonomisi ya da ekonominin siyaset bilimine uygulanması olarak tanımlanabilecek bu kuramın öncülerinden biri James Buchanan'dı. Buchanan ve onun gibi düşünen iktisatçılar, "kamu yararı" için çalıştıklarını iddia eden politikacılara savaş açmışlardı: "Kamusal çıkar ya da ‘kamu yararı' diye tanımlanabilecek, bunu birebir karşılayan bir kavram yok elbette; farklı grupların farklı çıkarlarını nasıl ölçebilirsiniz ki? Bir politikacının düşündüğü anlamda ‘kamusal çıkar' diye bir kavramın varolması şart değil. Bu kavram, sonuçta onun ülkesi için iyi olduğuna inandığı değerleri temsil ediyor. Bu inandığı değerleri bu şekilde açıklarsa tamam; ama benim o dönem yıkmaya çabaladığım şey, görünenin ardındaki, sanki varmış gibi kamu çıkarından bahseden ikiyüzlü zihniyetti."
1975 yılında İngiltere'de Muhafazakar Parti liderliğine Margaret Thatcher seçildi. Buchanan'ın ve çevresindeki toplanan radikal grubun fikirleri, Thatcher'ı inanılmaz etkilemişti. James Buchanan, bir dizi asminer vermek üzere Londra'ya davet edildi. Buchanan, bu asminerlerde İngiltere'deki devlet kurumlarının ve bürokratik yapının neden başarısız olduğuna ve yetersiz kaldığına ilişkin savlarını tüm açıklığıyla ortaya koydu. Buchanan'a göre bu çöküşü, ‘oyun kuramı'yla anlamak ve anlatmak mümkündü. ‘Oyun kuramı'nın teknikleri, "Kamu Yararı" kavramının yozlaşmış ve ikiyüzlü olduğunu anlatmalarında bilimsel temeli oluşturuyordu. Kamusal kurumlar çöküyordu; çünkü herkesin, üzerinde uzlaştığı bir ‘kamu yararı' bulunmuyordu. Bürokratlar ve politikacılar sadece şahsi çıkarları için hesaplar yapıyor, iktidarlarını güçlendiriyor ve kendi küçük imparatorluklarını yaratıyorlardı. Başkalarına yardım ettiklerini iddia ediyorlardı; ama aslında durum bunun tam tersiydi. Ekonomik kaosa ve toplumsal çöküşe de bu ikiyüzlü yaklaşım neden olmuştu. Adam Smith Enstitüsünden …: "Tam bir kaos ortamıydı. Bunu başka bir kelimeyle anlatmanın imkanı yok. Sonra birden ortaya atılan ‘kamu tercihi' kuramı, bu durumun sebeplerine ilişkin bize fikir verdi. Olan şuydu; süreci kontrol altına almayı başarmış grupların çıkarları öyle güçlüydü ki, toplumun çökmesi pahasına her tür faaliyeti kendileri lehine kullanır olmuşlardı. Kamu çalışanları ve politikacılar, kamu çıkarını güttüklerini söylediklerinde sarf ettikleri kamu hizmeti şeklindeki sözler; şahsi çıkarlara hizmet eden eylemler oluyor, kişisel avantajlarını artırıyordu."
İngiltere'de 2. Dünya Savaşından bu yana iktidarı elinde tutan siyasi ve bürokratik elit de bir anda hem sol, hem de sağ çevrelerin eleştiri oklarına hedef olmuştu. Bir zamanlar yeni bir dünya yaratacak kahramanlar olarak anıldıkları yerde; şimdi özgürlük değil, baskı ortamı kurmaya çalışmakla suçlanıyorlardı. Bu suçlamaları yöneltenlerden biri Thatcher'di: "Hayaller içinde yaşayan insanlar tarafından yönetildik; özgürlüklerinizi dahi hükümetin çıkardığı kararnamelere bağlayan bir hayaldi bu."
Thatcher, 1979 yılında İngiltere'de ekonomik çöküşe son verme ve devletin ekonomi üzerindeki gücünü kırma vadiyle başbakanlığa seçildi. Siyasi felsefesini serbest pazar, özelleştirme ve girişimcilik üzerine kurdu. ‘Kamu tercihi' anlayışının getirdiği yeni kuramlar da bu dönemde toplumsal yaşamda yer bulmaya başladı. En güçlü temsil edildiği yerlerden biri de medya sektörüydü. Thatcher'a danışmanlık yapan gruptaki yazarlardan biri, kamu tercihi kuramını savunan bir televizyon dizisi yazmaya başladı. Komik olmakla beraber bu dizi, bir siyasi hareketin adeta ideolojik propagandasıydı:
–   "…., kamu hizmetlerinde istihdamı azaltmamız şart; ne kadar insan çalışıyor bu birimde? İki bin, üç bin…

  • 1. Yaklaşık 23 bin, sayın bakanım.

                  –   23 bin… İdari işler dairesinde mi? Yani diyorsun ki, 23 bin kişi, diğer idari işleri idare ediyor. Bu işlerin ne kadar zaman aldığı, harcanan emeği bir araştıralım; bakalım kaçından kurtulabiliyoruz?

  • 1. Öyle bir araştırmayı geçen sene yapmıştık, sayın bakanım.
  • 2. Ne!

5000 yeni elemana ihtiyacımız olduğu ortaya çıktı." (Gülüşmeler)
"Ekonomide kamu tercihi anlayışı, ‘hükümetin tamamen vatandaşların yararına çalıştığı' şeklindeki yanlış kanıyı değiştirmeye çalışıyordu. ‘Emret Bakanım'a yansıtılan bu anlayış, hükümetin karar vermek zorunda olduğu hemen her şeyin, iki özel çıkarın; yani politikacıların şahsi çıkarlarıyla, kamu çalışanlarının kendi kariyerlerini ve kendi yaşamlarını ilerletme adına yaptıklarının çatışmasıdır. Zaten, bize bu durumun gerçeklerini anlatan ‘kamu tercihi' anlayışının, bu dizinin hemen her bölümünün temelinde yer almasının sebebi de bu!"
‘Kamu tercihi' anlayışının ideolojik propagandasının, nasıl insanların oturma odalarına dek geldiğini, ‘Emret Bakanım!' dizisinin yaratıcısı Sir Anthony Jay, bu sözlerle anlatıyordu.
İngiltere'de hemen hemen aynı tarihlerde hayatın bir başka alanında da, psikiyatride de o güne dek hiç dokunulmamış konular önem kazanmaya başlıyor; birey olmanın ne anlama geldiği, daha geniş biçimde araştırılıyordu. Bunu yapan radikal görüşlü psikiyatristlerden biri Hardy Lang'di. İskoç psikiyatrist Lang, bireyleri zihinlerinde oluşan, ama farkına varamadıklarına inandığı kısıtlamalar ve baskılardan kurtarmak istiyordu: "Sevgi mümkün mü; peki ya özgürlük, ya da hakikat? İnsanın, bir başkasının yanında kendisi olabilmesi mümkün mü peki? İnsan olabilmek mümkün mü, nihayetinde; bir şahıs olabilmek, hatta şahıslar var mı gerçekte?"
"Psikiyatri" diyordu, Lang; "Çökmekte olan toplumda siyasi istikrarı ve kontrolü sağlamak amacıyla kullanılan sahte bir bilimdir. Deli ve aklıbaşında olmanın tanımları gerçeklikten uzaktır. Delilik, özgürlüğünü isteyenleri kilit altında tutmaya verilen bir etikettir sadece. Lang'in asminerleri özellikle Amerika'da yüzlerce genç psikiyatristin ilgisini çekiyordu. İçlerinden biri Lang'in söylediklerinin doğru olup-olmadığını sınamak istedi;
Amerika'daki psikiyatristler delilikle, akıl sağlığı arasındaki ayrımı yapabiliyorlar mıydı acaba?

"Pat" deneyi

David Rosenhan, kendisi de dahil , daha önce hiçbir ruhsal sorun yaşamamış 8 kişi belirledi; her biri daha önceden anlaştıkları bir tarihte, Amerika'nın değişik yerlerindeki akıl hastanelerine başvuracak, o gün görevli psikiyatriste, kafalarının içinde devamlı ‘pat' diye bir ses duyduklarını söyleyeceklerdi; ve söyleyecekleri tek yalan bu olacaktı. Bunun dışında tamamen normal davranacaklardı.

  • 1. Peki, sonra ne oldu?
  • 2. "Hepimize ‘deli' teşhisi kondu ve hastaneye yatırıldık."
  • 3. Hepiniz mi?
  • 4. "Aynen öyle !"
  • 5. Ve bir kişi bile deli değildi?

"Hayır, bu insanların delirdikleri teşhisini koyacak kimse yoktu. Arkadaşlarıma, aileme, ‘birkaç gün kalıp çıkacağım' demiştim; kimse iki ay tutulacağımızı düşünmemişti elbette."
Yedisine ‘şizofren', birine de ‘bipolar' bozukluk teşhisi konan bu kişilere ağır ilaçlar verildi. Kısa süre içinde anladılar ki; doğruyu da söyleseler hastaneden çıkmalarının tek yolu, deli olduklarını kabul edip, iyileşmeye çalışıyormuş gibi yapmalarından geçiyordu. Rosenhan, sonunda akıl hastanesinden çıkıp, yaptığı deneyi açıkladığında ortalık karıştı; dolandırıcılıkla suçlandı. Hastanelerden biri Rosenhan'dan, ‘başka sahte hastalar yollamasını; bu kez hangisinin akıllı, hangisinin deli olduğunu tespit edeceğini' söyledi. Rosenhan'ın, "Tamam!" demesi üzerinden bir ay geçtikten sonra; aynı hastane gururla, "41 hastanın sahte olduğunu belirlediğini" duyurdu. Bunun üzerine Rosenhan, hastaneye hiç bir sahte hasta yollamadığını ilan etti.
"Pat Deneyi" Amerika'da psikoloji camiasında bazı çevreleri sarstı; onlara göre artık modern toplumda insanların en gizli duygularını anlamak ve kontrol altına almanın yeni bir yolu bulunmalıydı.
Gelecek bölümde, işte bu insanı kontrol altında tutmak için bulunan yolu anlatmaya çalışacağız; insanın karar verme yetisini dışarıda bırakan, rakamlara dayanan bir sistemi. Ve 80'li yılların başında İngiltere'de performans hedeflerine ve istatistiklere dayalı ‘kamu hizmeti' anlayışının yükselişini…(bbc,19.9.2007)

Üçüncü Bölüm
Soğuk Savaşla beraber komünizmi tehdit olarak gören İngiltere ve Amerika arasında işbirliği gelişiyordu. Onlara göre bu tehdide karşı özgürlükler muhakkak korunmalıydı; fakat dönemin şüphe ve güvensizlikleri tuhaf ve sınırlı bir özgürlük anlayışının şekillenmesini getirecekti. 70'li yıllara gelindiğinde ‘birey' ve ‘özgürlük' kavramları daha fazla sorgulanmaya başlandı. İskoç ruhbilimci Hardy Lang gibi radikal isimler psikiyatri biliminin, çökmekte olan bir toplumda siyasi istikrarı korumak amacıyla kullanılan sahte bir bilim olduğunu savunuyordu. Lang'in savları okyanusu aşarak Amerika'da da büyük ilgi toplamıştı. Ama Amerikalı genç bir psikiyatristin, Lang'in savlarını sınamak amacıyla yaptığı deney, Amerika'da delilik ve akıl sağlığı kavramlarının nasıl tespit edildiği konusunda soru işaretleri getirdi. Deney kapsamında, kafalarının içinde ‘pat!' diye bir ses duyduklarını söyleyerek hastaneye başvuran; ama hiçbir ruhsal bozukluğu olmayan 8 kişiye şizofren teşhisi konmuş ve bu kişiler, hasta olduklarını kabul edene dek hastanelerden çıkamamışlardı.
‘Pat' deneyi Amerika'da psikoloji camiasında bazı çevreleri sarstı; onlara göre artık modern toplumda insanların en gizli duygularını anlama ve kontrol altına almanın yeni bir yolu bulunmalıydı. Bulacakları yöntem, insanın karar verme mekanizmasını devre dışı bırakacak, yerine rakamların egemen olduğu bir sistem getirecekti. Amerikan John Hopkins Üniversitesinden Paul Matthew: "Psikiyatri bilimi şöyle diyordu, ‘Biz bu durumun sebebini bilemiyoruz; ama şuna benziyor, depresyon böyle bir şeydir, hiper aktivite budur, bu tam da travma sonrası stres bozukluğuna benziyor. Yani hususi olarak bu rahatsızlığa has bir davranış mıdır; ya da bundan muzdarip herkes aynı mı davranır; ya da bunlar hep aynı tür sorunlar mıdır, pek fark etmiyordu. Sadece rahatsızlıkların neye benzedikleri tanımlanıyordu."
Artık önemli olan ruhsal bozuklukların takip edilip, kayıt altına alınabilmesiydi. Buradan hareketle ruhsal bozukluk teşhisini tamı tamına bilgisayar ortamında koyan bir sistem geliştirildi. Her bir ruhsal bozukluğa karşılık gelen özellikler listelendi ve insanlaraı bu özellikleri taşıyıp taşımadıklarını soran sorular tasarlandı. Yanıtlar gayet basitti; ‘evet' ya da ‘hayır' demek yetiyordu; ardından kimin aklı başında, kimin deli olduğuna bilgisayarlar karar veriyordu.
70'li yılların sonuna doğru Amerika'da rasgele seçilen yüzbinlerce insana bu sorular yöneltildi. Bilgisayarlardan gelen sonuçlar çarpıcıydı. Amerikan halkının yarısından fazlası, bir tür psikolojik bozukluktan muzdaripti. Bu uygulamanın ardından tüm ülke çapında sağlık yoklaması başlatıldı. Çoğu insan için, sorulardan oluşan bu formlar bir bakıma ‘özgürlük' demekti; çünkü iç dünyalarına gömülü sıkıntıları, sonunda birileri tarafından kabul görüyordu: "Ulusal muayene günü düzenlendiğini duydum; bana bir dizi soru yönelttiler; işte, ‘Şu belirtiler var mı, yok mu' şeklinde. 50 belirti saydılarsa, 49'u vardı bende; dediler ki, ‘Siz, herkesin yaşadığı bir sorun yaşıyorsunuz.' Düzenledikleri toplantılara katılınca itfaiye erleri, inşaat çalışanları; her kesimden insanlarla karşılaştım, bütün bu sorunları kendi kafamdan uydurmadığımı görmek beni rahatlatmıştı."
Ruhsal sorunları tanımlayan ‘sınırda kişilik bozukluğu', ‘oksisist-kombisist' kişilik bozukluğu gibi yeni yeni kategoriler ortaya çıktı. Artık milyonlarca insan kendisini teşhis etmeye, davranışları ya da duygularında yoldan çıkmış ya da anormal olan noktaları belirlemeye çalışıyordu. Yeniden Paul Matthew: "İş, artık insanlara bir-iki soru sorup teşhis listesindeki kutuları işaretlemeye; sonra da, ‘Tamam işte, sizde bu hastalık var' ya da, ‘Bende bu bozukluk var; iyisi mi doktoruma gideyim de ihtiyacım olana anlatayım' demeye dek dayanmıştı. İnanılmaz bir deneyim, büyük bir değişimdi. Yani önceden bu kadar çok sayıda insanın kendisinde ruhsal sorunlar olduğunu kabul ettiğine tanık olmanız mümkün değildi; ama şimdi gelip bana, normal bir insanın nasıl olduğuna dair ne düşündüklerini anlatıyor ve ‘ben bu modele uymuyorum, beni tedavi edin ki, uyabileyim' diyorlardı."
Bu yeni sistemde insanlara artık nasıl davranmaları gerektiğini söyleyecek bir kesime gerek kalmamıştı; bunun yerine, artık herkes kendi davranışlarını takip etmesine olanak veren bu teşhis formlarını kullanıyordu. Bu konuya ilerde döneceğiz; ama gelin o yıllarda İngiltere'ye uzanalım:
"Onlar dünün partisi; biz ise, yarının!"
1979 yılında İngiltere başbakanlığına seçilen muhafazakar lider Margaret Thatcher, bireysel özgürlüklere dayalı bir toplum kurma sözü verdi. İnsanlar, bundan böyle devlet bürokrasisine mahkum olmayacaklardı; ama Thatcher, özgür bireylere dayalı bir toplumda karmaşa yaşanabileceğini düşünüyor, bu nedenle de toplumu kontrol altında tutmanın bir yolunu bulması gerektiğini biliyordu. Bunun için, aynı Amerika'daki psikiyatristler gibi, rakamlara dayalı bir yönetim sistemine başvuracaktı.
80'li yılların başında Thatcher'a göre devlet kurumlarında köhneleşmiş yönetim anlayışının yıkılması şarttı. Bunu yapmak için ‘kamu yararı'nı gözeten sistemi terk edecek; bunun yerine çeşitli teşviklerle, kendi çıkarlarını gütmek üzere cesaretlendirilen bürokratları ve devletin üst kademelerindeki memurları kullanacaktı. Bütün bunlar, ‘kamu tercihi' kuramını geliştiren James Buchanan'ın fikirleriyle uyumluydu. Buchanan ve ‘kamu tercihi' kuramını destekleyenler siyasal karar mekanizmasının süreç içinde daima ‘kamu yararı'nı ön planda tuttuğu ve buna dönük tercihlerde bulunduğu yönündeki düşünceyi sorgulamaktaydı. Buchanan'a göre, kendi deyimiyle toplumun ‘bağnazlar' dediği birtakım bürokratlardan; yani ‘kamu yararı' üzerine vaazlar veren, ama toplum için asıl tehlikeli olan kesimden temizlenmesi şarttı: "Politikacıların bağnaz olmalarındansa, bencil ve açgözlü davranmaları bizim yararımıza. En büyük tehlike bir bağnazın, her şeyin en doğrusunu kendisinin bildiğini düşünmesi. Bağnaz birini parayla ya da mevkiyle idare edebilmeniz mümkün değil; o yüzden çevrenizde bu türden insanlar olmamalı. Başarıya ulaşmamız, politikacıların ve bürokratların iyiliğine kaldıysa; o zaman başımız belada demektir."
Kuşkusuz, insanları herhangi bir konuda adım atmaya teşvik etme konusunda kötümser bir anlayıştı bu; ama çok yakında İngiltere'de devlet kurumlarının yönetimi için geliştirilecek yeni bir sistemin temeli olacaktı: "Bu öneriler, ulusal sağlık hizmetinin 40 yıllık tarihinde yaşanan en büyük reformu temsil ediyor, yepyeni fırsatlar sunuyor; ayrıca bu hizmetin sürdürülmesine katkı sağlayan herkese yeni görevler yüklüyor."
Thatcher, 1988 yılında İngiltere'de ulusal sağlık hizmetlerinin işleyişinde yeni bir sisteme geçildiğini ilan etti. Temel hedef, sağlık sisteminde belli çevrelerin ve kurumların iktidarını kırmak ve bunun yerine daha verimli bir yönetim sistemi getirmekti. Thatcher, bunu yapmak için soğuk savaşın en hararetli yıllarında Amerikan askeri düşünce kuruluşu Rand'de görev yapmış, nükleer strateji uzmanlarından birine başvurdu; Alan Enthoven 50'li yıllarda Enthoven'ın işi, bir nükleer savaşın nasıl kazanılabileceğini planlamaktı. Rusları, pazarlık masasına oturmanın, kendi çıkarlarına olduğunu kanıtlamak için hangi şehre, kaç megaton bomba atılması ve kaç insanın öldürülmesi gerektiğini gösteren tablolar hazırladı. Alan Enthoven, bu yolla ‘sistem analizi' diye adlandırdığı bir teknik geliştirdi; üstelik bu tekniğin, her tür kurum ve kuruluşta işleyebileceğine inanıyordu. Teknik, sistemin hesaplamalarında karışıklığa yol açan tüm duygusal ve öznel değerleri devre dışı bırakıyor; yerine matematiksel olarak tanımlanmış hedefler ve teşvikler, mantıklı ve nesnel yöntemler getiriyordu. Enthoven, bu sistemi ilk olarak 60'lı yıllarda, orduda olduğu dönemde denedi. Dönemin Savunma Bakanı Robert McNamara, Enthoven'dan PENTAGON'un işleyişini değiştirmesinde yardımcı olmasını istemişti. Enthoven'in ilk işi, Amerikan savunma sisteminde önder gücün ‘vatanseverlik' olması gerektiği fikrini yıkıp, yerine rakamlara dayanan rasyonel bir sistem getirmek oldu: "Sanırım her iki kesimde de; yani hem Amerikan ordusuna, hem de İngiltere'deki doktorlara baktığımızda örgütlü bir elit sınıf , otorite ve hiyerarşi görüyordunuz. Bu sistemin öyle bir düzenlenmesi gerekiyordu ki; içinde yer alan insanları, işlerini daha iyi yapmaya yöneltecek teşvikler içersin. Yani, soru şuydu: ‘Şahsi çıkarları harekete geçirmek için, bu sistemin içine nasıl teşvikler yerleştirmemiz lazım? Verimliliği ödüllendirmek için en uygun teşvik ne olmalı? Ve bunu ölçebilmemiz mümkün müdür?' İşte, örgütlü tıp çevrelerinin iktidarı karşısındaki en büyük zorluk buydu."
Alan Enthoven, İngiltere'de sağlık sistemi için ‘iç piyasa' diye adlandırdığı bir yöntem geliştirdi; aslında bu, serbest piyasanın matematik düzeyinde taklidinden ibaretti. Ölçülebilir sonuçlar ve performans hedefleri elde etmek için rakamlar kullanılıyor, bir dizi teşvikten oluşan bu sistemin güdümünde, çalışanlar için rekabet ortamı yaratılıyordu. Bütün bunlar aslında serbest piyasanın, kamu çalışanları üzerinde kurduğu baskıyı taklit ediyordu. Yaratıcıları için bu, yeni bir özgürlük anlayışının mühendisliği demekti. Milyonlarca kamu çalışanını seçkinlerden oluşan bir kesimin iktidarından kurtarıyordu, yerine rakamlara dayalı yeni ve nesnel bir yöntem; bireylerin, istedikleri takdirde ulaşmakta özgür oldukları hedefleri belirliyordu."
Adam Smith Enstitüsünden….: "Ufacık bir tanımla herkesin yeteneklerini ortaya koymasına imkan ermişti bu sistem. Eskiden, kendilerine ne söylenirse onu yapan birer aygıttan farksızdılar; ama artık yaratıcı zihinler olarak görülüyorlardı. Yapılan işi gözden geçirip yoklamalarına, ‘Neden bunu denemiyoruz' demelerine izin veriliyordu. Bu özgürlük hissi, hedeflerinin bunlar olduğunu düşünmelerinden ileri geliyordu; yani onlara tepeden bir emir gelmemişti. Zaten motive olmalarının sebebi de buydu; kendi hedeflerini koyabildiklerini düşünüyorlardı."
Ama İngiltere'de sağlık hizmetlerinde kullanılan bu sistem, ilerde çökmeye mahkumdu; çünkü bu, dar bir özgürlük tanımıydı, ‘ortak yarar ya da kamu yararı için işleyen tüm fikirlerin çöpe atılması' anlamına geliyordu. Bunun yerine rakamların yönettiği ve tanımladığı bir sistemin içinde kendileri lehine hesaplar yapan bireyler yaratılıyordu. Hedefler ve teşviklere dayalı bu sistemin amacı da devlet bürokrasisinde yer alanları bu basitleştirilmiş insan modellerine uydurmaktı. Sadece kendileri için en iyi olanı hesaplayan daha geniş, politik ölçekte düşünemeyen bireyler yaratmak: "Bu anlayışa göre bireyler birbirinden ayrı ve toplumdan kopuklar; yani sadece bilgiyi işliyorlar, duyguların yeri yok. Örneğin, politika gibi, kendilerinden daha büyük bir şeyin parçası olmak için, kendilerinden bir şey katmıyorlar. Bahsettiğimiz bu kuram bu tür duygulara, düşüncelere izin vermiyor. Sonuç olarak sadece bilgiyi işleyen bir insan modeli var karşımızda; devamlı çalışan ve işte belki ailesini filan önemseyen basit insanlar bunlar. Bu fikri savunanlara sorarsanız, insanların kendi şahsi çıkarları haricinde öyle ‘kamu yararı' gibi büyük çıkarları olduğunu düşünmek saflık."
"Kontrol noktasının tam ortasındayız. Kapılar açıldı, polis hiçbir şey yapmıyor. İnsanlar birbiri ardına kapılardan öte yana geçiyor, geri dönüyorlar; böyle bir mutluluğa ömrüm boyunca tanık olmadım."

"Özgürlük, bir kez olsun özgürlük!"
1989 yılının Kasım ayında Berlin duvarının yıkılmasıyla soğuk savaş nihayet sona ermiş, yeni bir özgürlük çağının başladığı ilan edilmişti. İngiltere başbakanı Margareth Thatcher: "Yaşananları dün gece ve bu sabah televizyondan izledim. İnsanların yüzünden sevinç okunuyor, özgürlüğün onlara ne anlam ifade ettiğini görüyorsunuz; o zaman anlıyorsunuz ki, insanların özgürlük arzusunu bastıramazsınız."
Ama bu özgürlüğün biçimini, bu savaşın galibi görünen BATI belirleyecekti. (bbc,25.9.2007)

Dördüncü Bölüm
90'lı yıllarda merkez sağ ve solda yer alan bazı politikacılar, soğuk savaşın ürünü yeni bir özgürlük anlayışını daha geniş kitlelere yaymak üzere işe koyuldular. Bu sınırlı ve tuhaf özgürlük anlayışı serbest piyasa mekanizmasını toplumun diğer alanlarına uyarlıyordu. Buna göre toplumun her alanında bir dizi teşvikten oluşan bir sistemin güdümünde çalışanlar için rekabet ortamı yaratılıyordu. O zaman için bu, eninde sonunda olması gereken bir düzen olarak görüldü; çünkü insan nihayetinde rasyonel, hesaplama yapabilen bir canlıydı. Davranışları, hatta duyguları dahi rakamlar sayesinde hesaplanıp çözümlenebiliyordu; adeta bir robottan farksızdı. Ne var ki, sonuçta ortaya çıkan bambaşka bir özgürlük anlayışı olacaktı. Rakamların egemen olduğu bir sistem güç kazanırken, bu durum yeni kontrol mekanizmaları ve daha büyük eşitsizlikler doğuracaktı. Paranın gücüne dayalı sosyal akışkanlığı olmayan bir sınıf yapısının dönüşüydü bu. Dizimizin bu bölümünde işte bu değişimi anlatmaya çalışacağız.
1991 yılında Muhafazakar Parti ve İngiltere'nin yeni lideri John Major, vizyon arayışındaydı. İngiltere'yi daha adil ve eşit bir toplum haline getirme sözü veriyordu. İşe kamu hizmetlerinden başlayacaktı. John Major'un planlarının ardında yeni ve radikal bir politik kuram yatıyordu. Stratejik düşüncenin hakim olduğu soğuk savaş günleri sonrasında şekillenmişti; "Kamu hizmeti" diyordu, bu kuramı savunanlar, "Aslında bir yanılsamadan ibaretti; kamuda çalışanların tek itici gücü şahsi çıkarlarıydı. Övünerek ‘kamu yararı'ndan bahsetmeleri ikiyüzlülükten başka bir şey değildi; aslında kendi imparatorluklarının temellerini atıyorlardı."
John Major, şahsi çıkarların egemen olduğu serbest piyasa kurallarını taklit eden, alternatif bir yönetim şekli üzerinde çalışmaya başladı. Ona göre, bu sayede kamu çalışanlarının bireysel çıkarları topluma verimli olacak şekilde kullanılabilirdi. Bu sistemi tasarlayanlara bakılırsa, böyle bir yönetim şekli ‘özgürlük' demekti; örneğin kamu çalışanları kendiliğinden beklenen performans hedeflerini baştan bildikleri takdirde, bu hedeflere istedikleri şekilde ulaşabilirlerdi. Köhneleşmiş bürokratik kurallar çöpe atılabilir, kamu çalışanları kahraman birer girişimci haline gelebilirlerdi. Bu mantığı savunanlardan biri, dönemin iktisatçılarından James Buchanan'di. Fikirleri hem İngiltere, hem de Amerika'da muhafazakar anlayışın yeniden şekillenmesinde temelden rol oynamıştı. Politikacıların, aynı kamu çalışanları gibi ikiyüzlü olduklarını savunuyordu. "Kamuya hizmet ettikleri düşüncesi yalan!" diyordu Buchanan; "Asıl amaçları, şahsi çıkarlarını kollamak. Asıl aldatmaca, politikacılarının gerçekten de bizim için iyi olmaya çalıştıklarını düşünmemiz; kendileri değil ama, bizim için. Politikacıların kamu yararına çalıştığına inanmak, iyimser bir hayalden başka bir şey değildir."

  • 1. Peki, siz neye inanıyorsunuz?

"Biz, politikacıların çoğu zaman kendi çıkarlarının peşinde olduğuna inanıyoruz."

  • 1. Peki ya idealizme ne oldu?

"İdealizm derken, ne kastediyorsunuz?"

  • 1. Kendiniz için değil, halkın yararına politika yapma arayışı yani.

"Bence bu anlamsız; neresinden tutacağımı bilemiyorum bu düşüncenin."
James Buchanan'a göre politikacılar kendi çıkarlarının peşinden gidiyorlardı; çünkü bütün bir toplumun isteklerine tercüman olmaları imkansızdı. Bu düşüncenin temelinde sağ ideoloji gibi; aynı zamanda ‘oyun kuramı' diye anılan bir kuram yatıyordu.
Geçen haftaki programlarda soğuk savaş döneminde nükleer strateji uzmanlarınca kullanılan ‘oyun kuramı'ndan bahsettik. Bu kurama göre bireyler için yaşam, bir oyundan farksızdı; herkes kendi çıkarlarının peşinden gidiyor, sonuçta kendiliğinden bir düzen ortaya çıkıyordu. İktisatçılara göre bu anlayışın doğru olması halinde insanların toplu isteklerinin olması da matematiksel olarak mümkün olmaktan çıkıyordu. Yani milyonlarca insanın bireysel arzularını tek bir hedef altında toplamanız gibi bir ihtimal yoktu. Ve iktisatçıların ‘imkansızlık kuramı' dedikleri bu anlayışa göre, sayısız isteğin dile geldiği bu dünya düzeninde insanlara yanıt verebilmenin tek yolu serbest pazardı, politika değil. Prof. Philip  Mirowski  "Dünyayı ‘oyun kuramı' üzerinden açıklayan bu anlayışa göre herkes kendi şahsi çıkarlarını güdüyor. Şimdi bunu bir önkoşul olarak kabul ettiğinizde bu, son derece basite indirgenmiş tabloda tüm bireyler memnuniyetlerini en üst düzeye çıkarmak isteyeceklerdir. İşte bu ‘imkansızlık kuramı' da bunu anlatıyor; diyor ki, insanlar serbest pazarda bu şekilde davranıyorlar; yani memnuniyetlerini en üst düzeye çıkarmak istiyorlar. Ama politik durumlarda; örneğin, oy kullandıklarında böyle bir yaklaşımları söz konusu değil."

  • 1. Fakat bu, politikayı dar bir çerçeveye sığdırmak olmuyor mu?

"Evet, çok dar bir politika anlayışı bu, ama öyle de olmak zorunda; çünkü bırakın politikayı, başta insanları dar bir çerçeveden gören bir anlayış. İnsan olmayı nispeten mekanik bazı prensiplere indirgiyor. Yani bu anlayıştakilere göre insanların temel işlevi bilgiyi işlemekten ibarettir, ama en iyi bilgi işlem merkezi piyasalardır; seçimler ya da demokrasi ise, en zayıf olanı."
90'lı yılların başına gelindiğinde bu tartışma sadece ekonomiye değil, piyasaları yöneten çevrelerin zihinlerine de hakim olmuştu. 1992 yılında dünyanın en büyük bankası City Corp'un yönetim kurulu başkanı Walter Wriston, ilerde çok satan kitaplar listesine girecek bir kitap yazdı; adı, ‘Ulusal Egemenliğin Sonu' idi. Wriston, bu kitapta yeni piyasa demokrasisinin zaferini öngörüyordu. Politikacıların, toplumun büyük bölümünün yönetimindeki sorumluluğunu piyasalar devralacaktı. "Piyasalar" diyordu Walter Wriston, kitabında: "Tek gerçek seçim sandığıdır; politikacılar ve kanunlar ilişmediği takdirde modern tarihte ilk kez olmak üzere, halkların gerçek isteklerini yansıtacaktır." İşte iktisatçılar da, o dönemde bunu gerçek kılmanın yollarını bulmak üzereydi.
1992'de Bill Clinton, başkanlık için yarışıyordu. Baba George Bush döneminde Amerika, ekonomik krize sürüklenmişti ve Clinton da ülkeyi kurtarmak için başkanlığın verdiği tüm siyasi yetkiyi kullanmayı vaat ediyordu: "Şimdi Amerika'yı değiştirme zamanı. George Bush, eğer Amerika için gerekeni yapmayacaksan, çekil kenara; çünkü ben yapacağım. ‘Onlar' diye bir şey yok; sadece biz varız."
Clinton, Amerika'nın sağlık sistemini yeniden düzenlemek, refahı artırmak ve istihdama yatırım yapmak için devletin gücünü kullanma sözü verdi; Ve hepsinden de önemlisi Ronald Reagan'ın başkanlığından bu yana toplumda giderek büyüyen eşitsizlikleri azaltmayı. Ve 1992 yılının sonunda Clinton zaferle, ABD başkanlığına seçildi. Fakat, Ocak ayında yemin etmesinden sadece birkaç gün önce mali piyasaların önde gelen iki ismi Washington'da Bill Clinton'u ziyarete geldi. Ziyaretçilerden biri Amerikan Merkez Bankası başkanı Alan Greenspan, diğeri Clinton'un yeni ekonomi danışmanı, yatırım devi Goldman Sax şirketinin yönetim kurulu başkanı Robert Rubin'di. Başkan Clinton'a, siyasi planlarının imkansız olduğunu söylemeye gelmişlerdi. Baba Bush hükümetinden devasa bir bütçe açığı devralıyordu. Sözlerini tutmak için daha fazla borçlandığı takdirde faiz oranları yükselecek, insanlar borçlanma ve harcamayı bırakacak; sonuçta bir ekonomik felaketle yüzyüze kalınacaktı. Hem Rubin hem de Greenspan, Clinton'a toplumu daha ileriye götürecek alternatif bir yol olduğunu anlattılar; ipleri piyasaların eline bırakmalıydı. Piyasaları siyasetin kontrolünde olması gereken tehlikeli bir güç olarak görmektense, ona daha fazla yetki verip hiçbir kısıtlama olmaksızın serpilmesine izin vermeliydi.
Rubin ve Greenspan, piyasaların artık insanların istekleriyle iç içe geçtiğini ve onların tüm ihtiyaçlarını, politikanın yapamadığı bir şeyi başararak; yani demokratik bir yolla karşılayabileceğini savundular. Clinton, bankerlerin savları karşısında durumu kabullendi; göreve gelir gelmez ilk iş, planladığı reformları kısmaya başladı. Birinci döneminde, 30'lu yıllardan bu yana varolan ve toplumun refahını amaçlayan yapıyı, büyük ölçüde devre dışı bıraktı. Sağlık hizmetlerinde reforma gitme hedeflerinden tamamen uzaklaştı ve hükümetin, iş piyasasındaki düzenlemelerini azalttı; piyasaların istediği tam da buydu. Alan Greenspan'in söz verdiği gibi ekonomi büyümeye başladı ve 1996 yılında Clinton, insanlara liberal politikanın; yani dünyayı değiştirmek için merkezi hükümetin gücünü sağlayabilen anlayışın sonunu ilan eden bir konuşma yaptı: "Merkezi hükümetin tüm sorunlarımıza yanıt olmadığının farkındayız. Amerikan halkına Washington'da daha küçük, daha az bürokrasiye dayalı bir hükümet sağlamaya çalıştık ve Amerikan halkına, kendi sınırları içinde varolan bir hükümet sağlamamız şart; bundan böyle merkezi hükümet çağı kapanmıştır."
Piyasa demokrasisi, bu anlayışı savunanlar için altın çağa dönüş demekti; yani kapitalist ekonomide devlet müdahalesinin olmaması gerektiğini savunan ve Türkçe'ye, ‘Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler' diye çevrilen 18. ya da 19. yüzyılın laissez faire ekonomisine. Ama bu sadece bir masaldan ibaretti. O dönemin siyasi filozofları ünlü iktisatçı Adam Smith'in, ‘ahlaki duygular' diye andığı, piyasanın çıkarlarıyla sosyal ve siyasal yaşam arasında bir ayrım yapmışlardı. 20. yüzyılın sonundaysa, daha önce hiç denenmemiş bir şeyler yaşanıyordu; demokrasi fikrinin yerini, insanları basite indirgeyen bir ekonomik model almaya başlamıştı. Bu süreçte özgürlüğün tanımı yeniden yapılıyor ve bu tanım bireylerin, istediklerini elde etme kabiliyetlerinden öte bir anlamı olmayan bir niteliğe bürünüyordu: "18. ve 19. yüzyıllara baktığınızda çoğu siyasetçi ve iktisatçının, belli bir sosyal sözleşmenin varlığını kabul ettiklerini görürsünüz; yani insanlar birbirleriyle sadece piyasa ortamında karşılaşan bireyler değil, birer vatandaştılar aynı zamanda. Yani birbirimize karşı yükümlülüklerimiz vardır. Sadece kendi çıkarlarının peşinde gitmenin ötesinde, bir topluluğun parçasıydık. Kim olduğumuz, ahlaki değerlerimiz bu topluluğun içindeki ilişkilere dayanıyordu. Bu yüzden piyasanın politikaya yeğ tutulması anlayış; yani insanların tam olarak istedikleri ne ise, onu verme anlamına gelen anlayış nispeten yeni bir fikir."
Toplumun nasıl yönetilmesi gerektiği konusundaki tüm bu yeni fikirlerin ardında rasyonel, hesap yapabilen bir makine; çıkarlara dayalı davranışları rakamlar yoluyla tahmin edilebilen bir birey modeli yatıyordu. Bu birey modeli soğuk savaş döneminde ‘oyun kuramı'nı insan ilişkilerine uyarlayan strateji uzmanlarının ürünüydü. 90'lı yıllarda insanı makine olarak gören bu modelle beraber, toplumun nasıl değiştirilebileceği konusunda da yeni bir anlayış gelişmeye başladı. Bu anlayışın politikayla ilgisi yoktu; daha çok insan denen makinelerin tek tek nasıl işlediklerini düzenlemeye dayanıyordu. Bu anlayışın mühendisleri psikiyatristler ve ilaç şirketleri olacak ve bireylere, ruhsal derinliklerine gömülü kaygılarından nasıl kurtulabileceklerini göstereceklerdi. O yıllarda İngiltere'de yayımlanan show programından bir bölüm:
–  "Bu ilaç tüm derdinize deva olabilir. İsmi prozak ve bizim bildiğimiz anlamda depresyona son verebiliyor.

  • 1. İki yıldır prozak kullanıyorum.
  • 2. Nasıl bir fark yarattı peki?
  • 3. Harika hissediyorum…
  • 4. Baksanıza nasıl gülüyor, gözleri ışıldıyor.
  • 5. Kendimi normal hissediyorum.
  • 6. Normal mi hissediyorsun?
  • 7. Evet…
  • 8. Daha bir iyi gibi mi hissediyorsun?
  • 9. Evet…"

90'lı yılların başlarında Amerika ve İngiltere'de ruhsal bozukluk salgını yaşandığı yolunda bir anlayış hakimdi. Bu dönemde geliştirilen bir teknik, basit soru-cevaplara dayalı testlerden oluşuyordu. Bu testler belli başlı belirtileri anlamayı hedefliyor; ancak bireylerin tek tek, neden kaygılandıklarını anlamaya yönelik sorular içermiyordu. Psikiyatrist Paul Matthew: "İnsanlar devamlı gelip, onları tedavi etmemi  istiyorlardı. Bu düşüncenin temelinde insanların, aynı hayvanlar gibi belli bir kalıba uyduklarıydı ve benden onları bu kalıba uydurmamı istiyorlardı. Gerçekçi olmayan; ama gayet durağan, insanı makineleştiren bir kalıptı bu."
–  "Beyefendi, sizce de, eşinizde işe yaradı mı bu ilaç; biraz kuşkulu duruyorsunuz?

  • 1. Belli ki, yaradı; çünkü şüphe duymadan duramıyorum. Bence, benim evlendiğim kadın değil artık.
  • 2. Neden?
  • 3. Sanırım değişti.
  • 4. Hangi açıdan değişti?
  • 5. Bilmiyorum, bilmiyorum; ama kesinlikle onda farklı olan bir şeyler var.
  • 6. Tamam, senin evlendiğin kadın değil; ama daha iyi bir kadın mı peki?
  • 7. Hayır, sadece farklı."

Hayal kırıklığı, yalnızlık, yaş gibi normal insan duygu ve davranışları ‘ruhsal sorun' sınıfına sokulmuştu. Bu süreçte, aslında yeni bir yönetim sistemi gelişmekteydi. İlaçlar, insanların bu karmaşık ve güç duygularını yok ediyor ve daha mutlu bireyler olmalarını sağlıyordu; ama aynı zamanda da onları daha basit canlılar olmaya indirgiyor, davranışlarını tahmin edilebilir ve kontrol altında tutulur kılıyordu. Rakamlar, bizleri kendimiz hakkında ne düşündüğümüz ve hissettiğimize ilişkin dar bir mantığa mahkum etmişti. Hemen hemen aynı dönemlerde politikacılar da rakamları kullanarak toplumu yönetme sevdasına kapılacak ve bu durum hayli tuhaf sonuçlar doğuracaktı. İlerlemeye dayalı öngörülerine destek olmak, onları ilerletmek bir yana; bu eğilimleri, toplumu ve içindeki katmanları daha katı ve değişime daha kapalı hale getirecekti. (bbc, 26.9.2007)

Beşinci bölüm
1997 yılında İngiltere'de Yeni İşçi Partisi iktidara geldi. Hedefleri ve programı alışıldık İşçi Partisinden farklıydı. Parti ve lideri Tony Blair, İngiltere'de sınıf sistemini çok uzun zamandır yöneten önyargılı ve kendini üstün gördüğünü düşündükleri köhneleşmiş elit tabakanın olmadığı bir toplum vaat ediyordu. Bu yol alışıldık politikaların değişmesini zorunlu kılıyordu. Bu da Thatcher dönemindeki görüşlerin bir bakıma devamı demekti. İngiltere Başbakanı Tony Blair: "Amacımız bireyi özgürleştirebilmek için İngiltere'yi sınıf farklarından, köhne yapılardan, önyargılardan kurtarmaktır."
Kampanyaları süresince Yeni İşçi Partililer kendilerine Clinton demokratlarını örnek aldılar; iktidara gelince de Clinton ne yaptıysa onu yaptılar, bankaların ve piyasaların önünü açtılar. Yeni İşçi Partisi toplumun yönetilmesi konusundaysa daha önce Muhafazakar Partili başbakanlardan John Major'un gündeme getirdiği, matematiğe dayalı sistemlere baş vuracaktı. Ama daha önce hiç görülmedik bir ölçekte olacaktı bu. İnsanların, onları basite indirgeyen ekonomik modele uygun davrandıklarına inanıyorlardı. Herkes için ve herkese uygun performans hedefleri ve teşvikler konacaktı; hatta bakanlara bile. İşte 1998 yılında hazineden sorumlu bakan yardımcısının açıklaması: "Her kamu hizmeti anlaşması için yaklaşık 300 ayrı performans, 150 de verimlilik hedefi konuyor ve bu hedeflerin yerine getirilmesinden de bir bakan sorumlu olacak. Bu hedeflere ulaşamadıkları takdirde istifa etmeleri beklenmese de en azından bir açıklama yapmaları gerekecek."
Gordon Brown'un liderliğinde Maliye Bakanlığı, daha önceden kimsenin ölçülmeyeceğini düşündüğü alanlara sayısal değerler verme yolları geliştirdiler. Orta ve Güney Afrika'da açlık, yüzde 48'in altına düşürülmeli; ya da dünyada yaşanan çatışmaların oranı, yüzde 6 oranında azaltılmalı gibi. İngiltere'deki tüm köy ve kasabaların toplumsal yaşama katkıları dahi hesaplanacaktı. Yeni İşçi Partisinin getirdiği bu sistemin ardında aslında bürokratik yönetimin zincirlerini kırma hayali yatıyordu. Kamu alanında çalışan bürokratlar gereklerini bir kez öğrendikten sonra onları istedikleri şekilde yerine getirmekte özgürdüler. Yani hedeflerine ulaşmaları uğruna her yol mubahtı. Bunların başında hastaneler geliyordu; işte o yıllarda bir haber programından bir kesit: "Burada yaşananlar gerçekten şok edici; olay şöyle gelişiyor: Hastane yöneticileri hastalara birer mektup gönderip, ‘Ne zaman tatile çıkacaklarını' soruyorlar. Ardından, bu bilgileri hastaların ameliyat edilecekleri tarihleri belirtmekte kullanıyorlar. Sonuçta hastalar, tatilde oldukları tarihe ameliyat günü verildiğinden tedavi olamıyorlar; ama hastane yönetimi, bekleme listesini azaltmayı başarıyor."
Bazı hastanelerde ise kuyrukta bekleme sürelerine ilişkin hedefleri karşılama konusunda daha zekice planlanmış stratejiler geliştirildi; örneğin, ‘Merhaba hemşire!' diye adlandırılan yeni bir iş yaratıldı. Bu görevi üstlenen kişi, hastalara, ‘Hoş geldin!' demekten öte bir iş yapmıyordu ama, hastanede en azından bir kişi kendilerini gördüğünden, bekleme listesindeki hasta sayısı da azalıyordu. Ya da hükümet, sedyede bekletilen hasta sayısını düşürme yolunda hedefler koyunca da yöneticiler çözümü, sedyelerin tekerleklerini çıkarıp, onları yatak sınıfına almakta buluyordu. Koridorlar ‘koğuş' olarak yeniden tanımlanıyor; yani bir kez daha, bekleme listesindeki hasta sayısı azalıyordu.
Yeni İşçi Partisinin yönetimindeki hükümet bu tür olayları ‘birkaç kötü örnek' olarak görmezden gelme yoluna gitti; ama birbiri ardına yaşanan bu tür olayların sayısı arttıkça, bu hedeflere ulaşma oyununun kamusal hizmetlerin tamamına yayıldığı ortaya çıktı. Kamu alanında hayatı kolaylaştırması beklenirken, bu sistem hayatı her alanda zorlaştırmıştı. Hükümetin bu duruma yanıtıysa, çalışanların hedeflerini yerine getirdiklerini devamlı olarak kontrol eden, eskisinden çok daha karmaşık bir sistem yaratmak oldu. Yeni İşçi Partisinin özgürlük getirmeyi vaat ettiği toplum, daha fazla kontrolün egemen olduğu bir sisteme dayanmaya başlayacaktı. Yeni İşçi Partisinin bu sistemi İngiltere'yi daha açık ve daha özgür bir toplum yapmaktan çok uzaktı; tam tersine, sınıflar arası farklılıkları daha da derinleştiriyordu. Bu farklılıkların en fazla yaşandığı yerlerin başında eğitim geliyordu. Okulların değişik alanlarda başarılarını karşılaştıran tablolar, ailelere hangi okulun iyi, hangisinin kötü olduğunu gösteriyordu. Hükümete bakılırsa bu tür tablolar, başarı oranları düşük okulları rekabete ve hizmetlerini ilerletmeye itecek, bu sayede ülke çapında eğitim standartları yükselecekti; ama beklenenin tam tersi oldu. Zengin aileler en iyi okulların olduğu bölgelere taşındı. Bu durum ev fiyatlarının artmasını, yoksulların bu mahallerin dışına itilmesini getirdi. Ayrıca nerdeyse tüm okullar öğrencilere sadece sınavda ihtiyaç duyacakları konuları öğretiyor; böylece okullarının ismi başarı listelerinde hızla yukarılara tırmanıyordu. 2006 yılında hazırlanan bir dizi rapor, hükümetin eğitim politikalarıyla refah düzeyine bağlı sosyal farklılıklar arasında açık bir bağlantı olduğunu ortaya koydu.
2. Dünya Savaşından buyana İngiltere'de sınıf farklılıkları ilk kez bu kadar keskin ve katmanlı bir hal almıştı. Yeni İşçi Partisi, eşitsizlikleri azaltmak amacıyla politikacıların piyasalar üzerindeki rolünü kırmış, karşılığında toplumun daha açık ve daha akışkan bir yapı kazanmasını ummuştu; ama her iki açıdan da sonuç olumsuzdu. Yeni İşçi Partisinin iktidarında İngiltere, Thatcher döneminden daha fazla eşitsizliklerin görüldüğü bir ülke haline gelmişti. Sadece toplumun en üst tabakasındaki yüzde 1'lik bir kesimin refah düzeyi artıyordu. Amerika'daysa 1990'lı yıllar boyunca uygulanan ‘ekonomide demokrasi' modeli, sadece eşitsizliklerin artışını değil, aynı zamanda büyük ölçekte mali ve siyasi yozlaşmayı getirmişti. Piyasalarda inanılmaz bir patlama yaşanmıştı Amerika'da; ama piyasaların başındakiler, rakamların pek de gerçekleri söylemediğini, çünkü dev muhasebe şirketlerinin yolsuzluğa gömüldüğünü fark ettiler. ABD'de menkul kıymetler ve borsalar komisyonu başkanı Arthur Levy: "Piyasaların temelleri, piyasanın kutsallığını temsil eden rakamlar, piyasanın güvenirliği yıkılmaya başlamıştı; çünkü muhasebe şirketleri hükümetin güvenini boşa çıkarmışlardı. Amerika'da giderek daha fazla sayıda dev muhasebe şirketinin, tartışmaya açık işler yaptıklarına tanık oluyorduk."
Amerika'da muhasebe alanında devleşmiş firmalar, anonim şirketler, holdingler sahtekarlık yapıyor; karlarını inanılmaz boyutlarda yüksek gösteriyorlardı; bunu yapmalarının sebebi, şahsi hesaplarına bol sıfırlı rakamlar eklemekti. Ekonomi profesörü İshak Şaran: " [Hadi ama] diyordu bazıları ; [şu rakamlara başka türlü bakma yolu bulunamaz mı? Bir orta yol bulamaz mıyız; ya da şu yanlış beyanı yıllara yayamaz mıyız?] dedi. Tüm bu vakalar sonuçta yolsuzluk demekti. Bize güveniliyordu; rakamlara dayanan, şaşması ihtimali olmayan mantığa uygun bir sistemimiz vardı; ama nihayetinde uydurma, mantıksız bir sistemin içinde bulduk kendimizi."
Piyasaları düzenlemekle yükümlü yetkililer kongredeki politikacıları, bu yolsuzlukları açığa vurma ve bu tür olaylara karşı harekete geçmeye ikna etmenin yolunu aradılar; ama her seferinde geri çevrildiler. Daha sonra kilit mevkilerdeki politikacıların hem dev şirketler, hem de muhasebe firmalarından milyonlarca dolar rüşvet aldıkları ortaya çıkacaktı. Yolsuzluklara ilişkin kanıtların her geçen gün artmasına rağmen Clinton yönetimi ekonomik büyümeyi ‘devrim' olarak görmeyi sürdürüyordu. Onlara göre piyasa demokrasisi galip gelmişti, toplumun her kesimi, herkes karlı çıkıyordu; ama bu anlayış tamamen yanlıştı. 70'li yıllardan, 90'ların sonuna dek Amerikalıların gelirleri karşılaştırıldığında toplumun en alt katmanındakilerin gelirlerinin düştüğü anlaşılıyordu. Orta sınıftakilerin gelirlerinde hafif bir artış görülüyor; ama en tepedekiler için inanılmaz rakamlar konuşuluyordu.
1990'lı yıllarda politikadaki denemelerin temelinde insanı basite indirgeyen anlayış yatıyordu; ihtiyaçları politikalar değil, en iyi piyasa yoluyla karşılanabilen basit bireyler… Buna göre hiçbir düzenleme yapılmazsa, piyasalardan herkes karlı çıkabilirdi. Bu sav karşısında politikacılar, yetkilerinin büyük bölümünden vazgeçtiler; ama sonucunda eşitsizlikler geri dönmekle kalmadı, sosyal adaletsizlik görülmedik ölçüde arttı. Politikacılar, toplumu değiştirmeleri için gereken iktidara sahip değillerdi ve milyonlarca insan temsilcilerinin olmadığı, daha az kontrol edebildikleri yaşamların ortasında buldu kendisini. Clinton kabinesinden Robert Ray: "İşin en ironik yanı da bu; çünkü insanlar sadece kendi çıkarlarının peşinde, gözü doymak bilmeyen bireyler oldukları fikrine inanmaya ve insanların isteklerini karşılama konusunda piyasaların demokratik sistemlerden daha iyi olduğunu düşünmeye başlayınca, politikayı elitlerin yönetimine de izin verdiler. Politika çevreleri bozulmaya, yozlaşmaya ve sonunda insanların isteklerini daha az karşılayabilmeye başladı. Bu sırada insanlar piyasalardan da iyi ve güvenilir işler elde edemediler; neticede ne politika ne de piyasalar tam olarak karşılayabildi isteklerini."
İnsanı basit bir canlı olarak gören bu anlayış matematiksel denklemlere dayanıyordu; ama şimdi bu denklemlerin yaratıcısı dahi, yaptığı hesaplamalara ilişkin şüphelerini dile getiriyordu. Matematik dehası John Nash, paranoid şizofreni tedavisi gördüğü akıl hastanesinden çıkmış, yeniden Princeton Üniversitesinde ders vermeye başlamıştı. John Nash, artık yarattığı bütünüyle rasyonel ve basit insan modelinin, yeni deyimiyle ‘ iş adamı olarak' insanın gerçek insanlarla çok az ilgisi olduğuna inanıyordu: "Psikolojik sorunlar yaşamış, akıl hastanesine yatırılmıştım; o nedenle belki de rasyonelliğe fazla anlam yüklemiş olabilirim ve insanlar söz konusu olduğunda, rasyonel düşünceye fazla vurgu yapmak istemiyorum. İnsanlar normal olarak ‘iş adamı' veya ‘iş kadını' oldukları zamanlarla kıyaslandığında çok daha karmaşık canlılar; yani insan davranışı tamamiyle her bir insanın şahsi çıkarlarına dayalıdır diyemeyiz. ‘Oyun Kuramı' şahsi çıkarlar söz konusu olduğunda işliyor; ama bazı kavramlar söz konusu olduğunda da sağlam bir temele oturmuyor. Yani rasyonelliğe aşırı bağımlılık gündeme geliyor; işte bu noktada zihnim aydınlandı."
Ve John Nash, yalnız değildi; ekonomide serbest pazarın bütünüyle verimli, etkin bir sistem olduğu anlayışı eleştiri oklarına maruz kalıyordu. 5 yıl içinde ekonomi alanındaki Nobel ödüllerinin çoğu piyasaların istikrar ve düzen getirmediğini gösteren araştırmalara verilmişti; yani kapitalizmin babası olarak görülen Adam Smith'in, ‘görünmez el' dediği şey, gerçekten görünmez de; çünkü gerçekten orda değildi ve politikacıların, piyasaları kontrol altında tutmak için üstlenmeleri gereken güçlü roller vardı. Ve yepyeni bir bilim dalı, ‘davranışsal ekonomi' insanların gerçekten da onları basite indirgeyen modelin öngördüğü gibi davranıp davranmadıklarını incelemeye başlamıştı. Araştırmalar sonucunda toplumda iki kesimin tüm koşullarda mantıklı ve kendi çıkarları doğrultusunda hareket ettiklerini belirlediler; bunlardan biri iktisatçılar, diğeri de psikopatlardı. (bbc, 2.10.2007)

Altıncı Bölüm
Dizimizin önceki bölümlerinde dar ve tuhaf bir özgürlük anlayışından bahsetmeye çalıştık. Merkez sağ ve soldan bazı siyasetçilerin nasıl olup da insanların basit, bencil; nerdeyse robottan farksız canlılar olduklarına inanmaya başladıklarında. Politikacılar artık bu özgür bireylere istediklerini vermek dışında bir görevleri olduğunu düşünmez görünüyorlardı. Aynı zamanda bizler de kendimizi basite indirgenmiş canlılar olarak görmeye alıştık; davranışlarımız, hatta duygularımız bilimsel sistemler sayesinde nesnel olarak çözümlenebilir ve çözümlemeler bize normal olan hissin ne olduğunu anlatabilirdi. Hem biz, hem de liderlerimiz özgürlüğün gerçek tanımının bu olduğuna inandık, başka bir tanımının da olmadığına; ama vardı, bildiğimiz özgürlük tanımı karşısında bir alternatifti. Bu iki özgürlük tanımını anlamak ve nasıl birbirlerine ters düştüklerini kavramak için 1950'li yıllarda İngiltere'nin Oxford kentine uzanalım. 20. yüzyılın en önemli liberal düşünürlerinden biriydi Isaiah Berlin. Rus devrimine tanıklık etmiş ve daha sonra ailesiyle İngiltere'ye kaçmıştı. 50'li yıllar Isaiah Berlin'in Oxford'da, siyaset filozofu olarak ün kazandığı dönem oldu. Sıklıkla BBC' deki programlara konuk oluyordu. Isaiah Berlin, temel olarak bireylerin özgürlüklerini tartışıyor ve bu özgürlüklerin nasıl korunabileceğini sorguluyordu: "İnsanlar hata yapma özgürlükleri olmasını istiyorlar ve tartışmaların içinde olmayı; kendilerine ilkokul örencisi gibi davranılmasından hoşnut değiller. Kendilerine, kendi iyilikleri için yapmaları gereken şeyler olduğunun söylenmesine ya da tamamen hayırsever bir yola doğru yönlendirilmeye karşı çıkıyorlar. Bunu yapan tamamen tarafsız, masum kuruluşlar bile olsa hükümetleriymiş, ya da çalıştıkları fabrikalarmış hiç fark etmiyor onlar için; diyorlar ki, insanlar çocuk gibidir, onları önce sürü haline koymamız, ardından kurumlar oluşturmamız ve kurallarına uymalarını sağlamamız gerekiyor. Sonra da ilerde onlar için ne kadar iyi yaptığımızı anlamalarını umalım. Zaman içinde insanların rasyonel olacağına inanıyorlar; bu, Britanya İmparatorluğunun Afrika'daki siyahlara yönelik yaklaşımından ya da okul müdürlerinin öğrencilere davranışından farksız. Bu tür tutumlar her zaman kötü sonuçlanır." Fakat, Isaiah Berlin için dünyada bireysel özgürlüklerin karşısındaki en büyük tehdit Sovyetler Birliğiydi.
1956 yılında Macar halkı ayaklandı ve Sovyet yanlısı hükümeti devirdi; buna karşılık isyancıları bastırmak üzere ülkeyi işgal eden Sovyet güçleri binlerce insanı katletti. Isaiah Berlin, bu olayın çağın en temel çelişkisini tanımladığı düşüncesindeydi. Isaiah Berlin, bireyleri zulümden kurtarmak üzere tasarlanan ve inşa edilen Sovyet rejiminin, nasıl olup da dünyanın en baskıcı ve gaddar güçlerinden biri haline geldiğini sorguluyordu. Bunu yaparken daha iyi ve daha güvenli olduğuna inandığı bir özgürlük tanımı geliştirecekti.
Isaiah Berlin 1958 yılında Oxford'da iki özgürlük kavramı adında bir asminer verdi. İki farklı özgürlük tanımı olduğunu söylüyordu. Berlin; bunlardan biri pozitif özgürlük, diğeri de negatif özgürlüktür ve bu iki kavramı açıklamak için tarihten örnekler sunuyordu. "İki fikir de" diyordu Berlin, "Bundan ikiyüz yıl önce Fransız devrimi sırasında, bireylerin zorba yönetimler ve despotların baskısından kurtulma arzusuyla şekillendi."
"Pozitif özgürlük kavramı" diyordu, Berlin: "Bu devrimlere öncülük edenlerin inancından doğdu; yani tamamen özgür olmak için insanların değişmesi gerekmektedir, diyorlardı. Daha iyi, daha rasyonel olmaları şarttı ve ideal insanın nasıl olması gerektiğini sadece liderler biliyordu."
Berlin'e göre bu anlayış, takip eden tüm devrimlerde korkunç bir mantığın şekillenmesine yol açtı; çünkü bu anlayıştakilere göre gerçek özgürlüğün ne demek olduğunu fark edemeyen kitlelerin buna mecbur edilmeleri gerekiyordu. Fransız Devriminin en ateşli günlerinde jakoben lider Robespierre, bunu şu sözlerle açıkladı: "Devrimci bir hükümet için terör" diyordu, Robespierre; "Geçmişte zalimlerin başvurduğu terörden farklıdır; çünkü bu gün yeni ve erdemli bir toplumun önünü kapayan, ahlaki açıdan yozlaşmış olanların yıkımı anlamına gelmektedir. Ve terör, bugün zorbalık karşısında, özgürlüğün zorbalığıdır."
Bir başka jakoben Saint Just, bunu daha basit sözlerle ortaya koydu: "İnsanları özgür olmaya zorlamalıyız."
Isaiah Berlin'e göre Fransız devriminden, Sovyetler Birliğindeki göstermelik duruşmalara, ya da toplu katliamlara dek, bu anlayış; daima korkulara ve özgürlüğün tam tersinin oluşmasına neden oldu. Berlin, "Pozitif özgürlük her zaman başarısız olmaya mahkumdur; çünkü insanın tüm sorunlarına ‘tek bir yanıt' olduğu şeklinde yanlış bir kanıyla hareket eder" diyordu: "Bir kez, insanın tüm sorunlarına nihai bir yanıtın olduğuna inandığınızda bu yolda hiçbir fedakarlık gözünüze büyük görülmeyecektir; yani bu anlayışa göre bu uğurda insanları  öldürmeniz dahi gerekse, sonuçta tüm insanlık için mutluluk vaat ettiğinden, o zaman kesinlikle yaptığınıza değecektir."
Isaiah Berlin, yozlaşmış olduğunu düşündüğü bu ideal karşısında yeni bir özgürlük tanımı geliştirdi; negatif özgürlük! Berlin'e göre negatif özgürlük, "Tüm bireylerin, istediklerini yapmak üzere özgür olmaları" demekti. Bireylerin özgürlüklerinin birbirlerininkiyle çakışmamasını güvenceye almak için yasalar ve hükümetler olmalıydı, Berlin'e göre; ama iktidar, daima kontrol altında tutulmalıydı. Geçtiğimiz programlarda yer verdiğimiz ‘soğuk savaş' dönemindeki iktisatçıların savunduğu fikirlerle bu görüş benzeşiyordu. Onların toplum ideali de, kendi çıkarlarının peşinde giden milyonlarca bireyden oluşuyor ve yaptıkları matematiksel hesaplar böyle bir toplumun, kendiliğinden istikrar ve düzen sağlayacağını gösteriyordu. Pozitif özgürlük kavramı karşısına, negatif özgürlük kavramını çıkartan Isaiah Berlin, bunu uygulayan bir toplumun, soğuk savaş döneminde basın için en güvenli seçenek olduğunu savundu; Ve iktidar, daima zorla da olsa kontrol altında tutulmalıydı.
Soğuk Savaş dönemi entelektüelleri politikacıların gücünün sınırlanması için bir sistem yaratılması gerektiğini savunuyorlardı. İngiliz gazeteci Malcolm M…: "Tarihe bakın! Her zorba lider, halka en iyi olanı sunmak için iktidar istediğini söyleyip durdu; şimdi sizce de insanları iktidardan uzak tutmak gerekli bir tutum değil mi? Ben hükümetten nefret ediyorum, iktidardan nefret ediyorum. Bence, insanın şu ana kadar ki, varlığı boyunca başarabileceği herhangi bir şey varsa; o da iktidara direnmesi, iktidarı sınırlaması, iktidarın en az güçlü olduğu toplumlar kurmaya çalışmasıdır."
Isaiah Berlin, bu negatif özgürlük fikrinin yerleşmesini ve başarılı olmasını sağlamanın güçlüğünün farkındaydı; diyordu ki, "Negatif özgürlük fikrini savunanlar, bu fikri asla kayıtsız şartsız kabullenmemelidirler; çünkü tek bir doğru yanıt olduğu inancı, daima özgürlüklere ters bir ortam yaratır ve baskı doğurur. Ama dünyadaki siyasal ortama bakıldığında tam da Isaiah Berlin'in korktuğu yaşanmak üzereydi. Sovyetler faciasının arefesinde 3. Dünya ülkelerinde pozitif özgürlük kavramının yeni ve daha sert bir türü patlamak üzereydi. Bireyleri şiddet yoluyla değiştirmeyi öngören devrimci bir yaklaşım olacaktı bu; tüm dünyaya yayılacak ve iktidar dengelerini sarsmaya başlayacaktı. Buna karşılık Batı'da negatif özgürlük fikrinin savunucularıysa bu rüzgarı tersine çevirmeleri gerektiğine karar vereceklerdi.
50'li yılların sonlarına doğru dünyanın bir çok yerinde kurtuluş savaşları verilmeye başlandı. Sömürgeci devletlerin yönetimi altındaki halklar, özgürlüklerini kazanmak için savaşıyorlardı. Bu savaşlardan ilki, Ulusal Kurtuluş Cephesinin öncüsü olduğu Cezayir Devrimiydi. Bu mücadeleden yeni ve güçlü bir lider doğacak, siyah bir entelektüel olan Frantz Fanon devrinin ideolojisinde önemli rol oynayacaktı. Fanon, Batı'nın insanların zihinlerini işleyerek onları birer pasif zombiye çevirdiğini ve bu yolla kontrol altında tuttuğuna inanıyordu; "Bireylerin bu durumdan kendilerini kurtarmalarının tek yolu" diyordu Fanon: "Şiddetle mümkün olabilir."
Frantz Fanon'a göre şiddet, orduya karşı verilen bir savaş değildi; asıl kurtaran, silahlı mücadele deneyiminin kendisiydi. Fanon'un fikirleri ardında, Batıya özgü varoluşçu özgürlük düşüncesini savunan bir filozof, Jean Paul Sartre'dı. 1950'li yıllarda Paris'te eğitim gören Fanon, Sartre'la arkadaş olmuştu. Bireylerin dar ve iç karartıcı bir özgürlük anlayışına sıkışıp kaldıklarını ve toplumun baskısı altında ezildiklerini savunan Sartre'ın fikirlerinin etkisi altındaydı Fanon. "Gerçek özgürlüğe ulaşmak için" diyordu Sartre, "İnsanların önce bu yanılsamayı aşmanın yolunu bulmaları gerekiyor."
İşte Frantz Fanon, Sartre'ın düşüncelerini alacak ve devrimci bir kurama uyarlayacaktı. Fikirleri 60'lı ve 70'li yıllarda 3. Dünya ülkelerindeki devrimlerin nerdeyse tamamında öncü güç oldu. Che Guevara'dan Yaser Arafat'a dek bir çok lider, Frans Fanon'un görüşlerini kendine örnek aldı. Fanon'un fikirleri Jean Paul Sartre'in kendisine dahi ilham kaynağı oldu. Sartre, bu fikirlerini sadece 3. Dünya ülkelerinde değil; ama Batı'da da uygulanabileceğini düşünüyordu. Jean Paul Sartre, Batı'da yaşayan bireylerin burjuva toplumunun kontrolünden kurtulmalarının tek yolunun, bu alanda devrimci şiddete başvurmaktan geçtiğine ikna olmuştu: "Şunu anlamalısınız; bugün tüm devrimciler modern toplumu yıkmanın tek yolunun şiddet olduğunu; çünkü zaten bu toplumun kendisini baskı ve şiddet yoluyla savunduğuna inanıyor. Devrimci bir davayı savunuyorum; çünkü kişisel olarak temel hedefim burjuva toplumunu yıkmaktır."
Bu tür fikirler 70'li yılların başında Avrupa'da bir dizi şiddet saldırısını getirdi. Bu saldırıları düzenleyenler şiddetin burjuva toplumunun aldatıcı görüntüsünü yıkmak için bir yol olduğuna inanıyorlardı. Bu fikirlerin en aşırı uçtaki örneklerinden biri 1975'te Kamboçya'da Komünist bir gerilla gücü olan Kızıl Kmerlerin mücadelesinde vücut bulacaktı. Liderleri Pol Pot, Paris'te eğitim görmüş ve devrim kuralları üzerinde çatışmıştı. Kamboçya toplumunun yapması gerekenin, burjuva toplumunu yıkmak ve iktidara gelişleriyle her şeye sıfır yılından başlamakla mümkün olduğuna inanıyordu. Başkent Pinon Pen'i ele geçirmelerinden birkaç saat sonra Kızıl Kmerler, sayılı üç milyonu bulan tüm orta sınıfı katletmeye başlayacaktı; çünkü Pol Pot'a göre, orta sınıftakiler, toplumun geri kalanının özgür bireyler olmalarının önünde bireylerdi.
Nihayetinde ABD ve onun komünizme karşı küresel mücadeleyle karşı karşıya kalmaları kaçınılmazdı; ama bu çatışmalar, sonuçta Amerika'da yeni bir özgürlük fikrinin ve dünyada gerektiğinde güç kullanarak özgürlüğü yayma görevinin Amerika'da olduğu inancının gelişmesine neden olacaktı. (bbc, 3.10.2007) 
Yedinci bölüm
Amerikan hükümetleri, 2. Dünya Savaşından bu yana komünizmin yayılmasını önlemeye çalıştılar. Üçüncü Dünya ülkelerindeki devrim rüzgarları bu mücadelede tehlikeli ve yeni bir aşamanın habercisiydi. 60'lı ve 70'li bu yıllarda bu rüzgarların önünü kesmek isteyen Amerikan hükümetleri, devrimci güçleri bastırmayı öneren diktatör ve zorba yönetimlere arka çıktılar; bu çevrelerin yaptığı, kendi insanlarını baskı altında tutmak ya da öldürmek oldu. Bu politikanın asıl mimarı başkan Nixon döneminde Dışişleri Bakanlığı görevini üstlenen Henry Kissinger'di. Amerika'nın gücünü Şili'de general Pinoche, Filistin'de Ferdinand Marcos gibi liderleri desteklemek için kullandı. Kissinger, bu diktatörlerin iktidarda kalmak uğruna işkenceye ve toplu katliamlara başvurduklarını gayet iyi biliyordu; ama Kissinger, siyaseti ideolojik fikirlerden çok pratik düşüncelere dayandırıyor, reel politik mantıkla hareket ediyordu. Yani Sovyetlerin zorba yönetimi kontrol altında tutulmak isteniyorsa, bedeli ödenmeliydi. Fakat 70'li yıllarda Washington'da bunun yanlış olduğuna inanan bir grup radikal görüşlü politikacı ortaya çıktı. Onlara göre Amerika'nın işkenceyi ve cinayeti desteklemesi ideallerinin yozlaşması anlamına geliyordu. "Yeni Muhafazakarlar" diye adlandırılan bu gruptakileri birleştiren, dış politikada yeni ve ahlaki bir türde görüşü savunmalarıydı; "Amerika, gücünü etkin biçimde dünyaya demokrasiyi yaymak için kullanmalıdır" diyorlardı. Bu gruptakilerden biri, Michael …: "Dünyada özgür bölgelerin genişlemesini amaçlıyorduk; bu bir yandan komünizmle bir yandan da zorba yönetimlerle mücadele etmek demekti. O zaman bunu savunuyorduk; şimdi de aynı şeyi savunuyoruz. Zorba yönetimlere son vermek istiyoruz, özgür ülkeler istiyoruz; gücünü halkın aldıkları kararları onaylamasından alan özgür ülkelerden oluşan bir dünyada Amerika'nın daha güvenli bir yer olacağına inanıyoruz. Bizler demokrat devrimcileriz, ulaşabildiğimiz her yere özgürlük fikrini yaymak istiyorduk. Sadece komünist diktatörlerden değil, tüm diktatörlerden nefret ediyorduk."
Ama 1979 yılında İran Devrimi, Amerika'nın diktatörleri destekleme politikasının pek de işe yaramadığını dramatik biçimde gözler önüne serecekti. İran halkı ayaklandı ve Şah'ı devirdi. Şah, o dönem Amerikalıların desteğinde dünyanın en büyük ordularından birine sahipti. Ama yeni İslam ideolojisinin simgesi Ayetullah Humeyni karşısında, bu ordu bile çaresiz kalacaktı. Humeyni, pek çoklarınca karanlık bir lider olarak görüldü; ama pek haklı sayılmazlardı. Çünkü İran Devrimi de Batının siyasi özgürlük anlayışından hareket ediyordu. Bu anlayışı ve kendi fikirlerini birleştirense, İranlı genç bir öğretmen Ali Şeriati'ydi. Çoğu devrimci gibi Şeraiti de 60'lı yılların başında Paris'te eğitim gördü. O dönemde Jean Paul Sartre'in "gerçek özgürlük" fikrinden ve Frantz Fanon'un bu özgürlüğü elde etmek için silahlı mücadeleyi kullanma savlarından etkilendi. Ali Şeriati'nin, bu iki düşünürün savlarına eklediği, "Şii İslam'ın, silahlı mücadeleye gereken anlam ve amacı verebileceği" fikri oldu. Ayetullah Humeyni'nin radikal bulunan siyasi İslam anlayışının ardındaki ideoloji olacaktı bu. Bu, yepyeni ve radikal bir düşünce şekliydi. Şii İslam, 7. yüzyıldan bu yana siyasetten uzak ve pasif bir güç olmuştu. Liderleri; yani Ayetullahlar, Şiilere siyasi mücadeleden uzak durmalarını öğütlerlerdi. 12. İmam; yani Mehdi gelene dek, sabırla ve tüm zorlukları kabullenerek beklemeliydiler. Ama Şeriati'nin fikirleri, Şii İslam inancının devrimci siyasi bir güce dönüşmesinde etkili oldu. Ayetullah Humeyni'nin, Amerika'nın müttefiklerini ağır yenilgiye uğratmakta kullanacağı fikirler de bunlar olacaktı. Tahran sokaklarında atılan sloganlarda hep, Batı kaynaklı pozitif özgürlük fikirleri ve Frantz Fanon'un savlarının izleri vardı: "Şah'ın ordusuna ölüm, Allah büyüktür."
1980 yılında Ronald Reagan, Amerikan Başkanlığı için yarıştı. Seçim kampanyasındaki mesajı basitti; ülke içi ve dışında ‘özgürlük' vaat ediyordu. Seçildiğinde yeni muhafazakarların büyük bölümü yönetime dahil oldu; Ve, yeni dış politikayı da onların fikirleri şekillendirdi. 1981 yılının Ekim ayında yeni Dışişleri Bakanı Aleksandre Haig, senatoya, Amerikanın önderliğini yaptığı yeni bir ‘ahlaki haçlı seferi'ni ilan etti. Amerika, bundan böyle gerektiğinde güç de kullanarak dünyada özgürlükleri yayacaktı: "Biz Amerikalıların, uğruna savaşmaya istekli olacağımız şeyler var. Biliyorsunuz bu cumhuriyet silahlı mücadeleyle kuruldu. Bu gün tadını çıkardığımız özgürlük serbestlikler hep o zamanki silahlı mücadelenin; başka bir ifadeyle isyanın sonucu. Uğruna savaşılacak şeyler var; bunu kabul etmemiz ve bu inandırıcı ve haklı gerekçe altında politikalarımızı belirlememiz şart."
Başkan Reagan, ‘demokrasi projesi' altında iki bölümden oluşan bir program yürürlüğe koydu; bunlardan ilki dünyada demokrasi fikrini yaymayı amaçlayan kuruluşlar oluşturulmasını öngörüyordu. Bu program dahilinde yakın tarihin en büyük işçi hareketi olarak görülen Polonya'daki ‘dayanışma Hareketi'ne destek verilirken, aynı zamanda Amerika'nın müttefiki olmuş diktatörlerin de devrilmelerine yardımcı olundu. Reagan yönetimi hem Ferdinand Markos, hem de general Pinochet'yi seçim düzenlemeye mecbur etti; bu seçimler iki liderin de sonunu getirecekti. Amerikalılar aynı program kapsamında bu ülkelerde yeni politikacıları eğitmek üzere ‘demokrasi okulları' dedikleri kurumlar oluşturdular. Ama Amerikalıların istediği demokrasi, kasıtlı olarak basitleştirilmişti; demokrasi projesine ilham veren ideologlardan biri, Samuel Huntington'dı. İlerde ‘medeniyetler çatışması' kavramıyla ün kazanacak olan Huntington, ‘basit demokrasi' modeline açıklık getirdi: "Demokrasinin iddiasız bir formuydu bu" diyordu, Huntington: "Bu tür bir demokraside halkın seçme özgürlüğüne sahip olması dışında hiçbir şey değişmez; toprak ve refahın dağıtımı, eşitliğin sağlanması gibi demokrasiyi daha geniş ele alan fikirler denenmemelidir bile. Çünkü bu fikirler ancak zorla mümkün kılınabilir ve Isaiah Berlin'in söylediği gibi; sonuçta zorba yönetimlerin oluşması kaçınılmazdır."
Sonuç olarak ‘demokrasi projesi' planlandığı gibi uygulandı. Filipinler'de örneği, demokrasi egemen oldu; ama gerçek iktidar, yeni bir elit gruba teslim edildi. Yaygın şekilde yaşanan eşitsizlikler ve yolsuzluklara dokunulmadı: iddiasız, mütevazı bir özgürlük anlayışıydı bu.
‘Demokrasi projesi'nin diğer ayağını, özgürlüğe ayak direyen dış rejimleri yıkmak amacıyla gizli operasyonlar dahilinde askeri güç kullanmak oluşturuyordu. Asıl hedef Nikaragua hükümetini yöneten Sandinistalardı. Marksist devrim fikrini savunan Sandinistalar, 1979 yılında iktidarı ele geçirmişlerdi; ama ardından düzenlenen seçimleri kazanarak demokratik olarak işbaşına gelmişlerdi. Reagan yönetimi bu seçimleri, hileli olduğunu söyleyerek reddetti; gerekiyorsa Sandinistaları devirmekten geçen bir operasyon planlandı. Bu operasyonun başında, önde gelen bin ‘neocon'; yani ‘yeni muhafazakar' olan Elliot Abrams vardı: "Nikaragua'da demokrasi arayışı içindeyiz; halkı ve komşularıyla barış içinde bir Nikaragua istiyoruz. Bunun için hükümetin değişmesi gerekmeyebilir; ama hükümetin izlediği politikanın değiştirilmesi şart. Komşularına zarar vermeyi ve vatandaşlarını baskı altında tutmayı bırakmalarını istiyoruz."
-Peki, bunun için hükümeti devirmek gerekiyor mu?
"Tutumlarını değiştirirlerse gerekmiyor elbette, ama mesele de bu ya; tutumlarını değiştirmeyi nasıl sağlayacaksınız? Bu sorunun yanıtı açık; baskı yaparak!"
Amerikalılar devrime karşı kurdukları ve ‘kontralar' adını verdikleri bir orduya mali destek sağlamaya başladılar; fakat o dönemde ABD'de ciddi bir siyasi muhalefet oluşmuştu. ‘Demokrasi projesi'ni yönetenler bu muhalefeti aşabilmek için Amerikan halkını korkutmaya soyundular. Halkı ve kongreyi, Reagan'a desteği kesmemeleri yönünde bilgilendiren; yani ‘beyaz propaganda' yapan özel bir büro kuruldu. Bu büro, Amerika'ya saldırmak üzere Sovyet jetlerinin, Nikaragua'ya indiği yolunda gazetecilere ‘özel dosyalar' ve ‘haberler' hazırladı. Ardından başkan Reagan televizyona çıktı ve Amerika'ya, ne kadar çabuk ‘kimyasal saldırı' düzenlenebileceğini kendisi anlattı; böyle bir saldırının düzenlenmesi an meselesiydi, Reagan'a göre: "Sorular basit;
Bu yarıkürede özgürlüklere destek verecek miyiz, vermeyecek miyiz?
Bu yarıkürede kritik önem taşıyan çıkarlarımızı savunacak mıyız, savunacak mıyız?
Komünizmin bu yarıkürede yayılmasını önleyecek miyiz, önlemeyecek miyiz?
Hala vakit varken, harekete geçecek miyiz?"
Ronald Reagan, Amerikalılara ayrıca Nikaragua'nın, aralarında İran ve Kuzey Kore'nin de olduğu ve küresel terör ağı kurmak için çalışan ‘Şer ekseni'ndeki 6 devletten biri olduğunu söyledi. Gazeteci Robert Parry:  "Amerikan halkının olayları nasıl algıladığını kontrol altında tutarsak onlara istediğimizi kabul ettirebiliriz, diye düşünüyorlardı. Yani insanlar karşı karşıya oldukları durumu büyük bir tehdit gibi algılarlarsa, o zaman sert bir politika izlenmesine destek verebilirlerdi."
Yeni muhafazakarlar kendi özgürlük ideallerinin kusursuz olduğuna inanmaya başlamışlardı. Tabi bu inançları, vatandaşlarına yalan söylemelerini kendilerince haklı kılıyordu; inandıkları yolda her şey mubahtı. Özgürlük savaşçıları gibi tanıtılıyorlardı; ama kontraların işkence ve suikasta başvurdukları ayrıca CIA uçaklarını Amerika'ya kokain sokmak için kullandıkları bilinen bir gerçekti. Dünyaya özgürlük idealini yayma konusundaki sorunlar birer birer belirmeye başlamıştı. Demokrasi projesini yürütenler bunu başarmak adına sadece şiddete ve hileli yöntemlere başvurmakla kalmamış, aynı zamanda başından beri başka ülkelerde yaratmaya çalıştıkları demokrasi idealinin içini kendi ülkelerinde, Amerika'da boşaltmaya başlamışlardı. Bu, tam da Isaiah Berlin'in uyardığı, ‘özgürlük kavramının yozlaşması' anlamına geliyordu. Ama tüm bu meselelerin rafa kaldırılması an meselesiydi; çünkü Batı'nın özgürlük ideali denen şey, soğuk savaşta zafer elde etmek üzereydi.
Çek televizyonu, Komünist Çek Hükümetinin istifa ettiğini az önce ilan etti. 1989 yılında Doğu Avrupa halkları birer birer komünist yönetimlere karşı ayaklanıyorlardı. Devrim dalgası 1991'in Aralık ayında Sovyetler Birliğine vardı. Komünist yönetim çökerken, Boris Yeltsin yeni Rusya Federasyonunun başkanı ilan edildi. Başta ABD olmak üzere birçok Batılı için bu gelişme, Liberal demokrasinin ve ideallerinin zaferi demekti. Bu anlayış siyaset filozofu Francis Fukuyama'nın ortaya attığı bir tartışmayla şeklini alacaktı: "Bildiğiniz dünyanın sonu geldi" diyordu Fukuyama: "Tüm zıt ideolojiler yıkılmıştır; liberal demokrasi, bundan böyle hiçbir güçlükle karşılaşmadan dünyaya yayılabilir."
Sovyetlerin yıkılışını, dünyayı yeniden yapılandırma arzusu şekillendirecek ve buna ulaşmaya çalışanların temel hedefi, negatif özgürlük köküne dayalı bir ütopya yaratabilmek olacaktı. Hayal ettikleri dünyada tüm bireyler özgürce, istedikleri gibi hareket edebileceklerdi. Ne bir elit sınıfın, ne de zorba yönetimlerin baskısı olacaktı; Ve, bu devrim, Rusya'dan başlayacaktı.(bbc,9.10.2007)  
Sekizinci bölüm
1989 yılında Doğu Avrupa halkları komünist yönetimlere karşı birer birer ayaklanıyorlardı; devrim dalgası, 1991'in Aralık ayında Sovyetler Birliğine vardı. Komünist yönetim çökerken Boris Yeltsin, Yeni Rusya Federasyonunun başkanı ilan edildi. Başta ABD olmak üzere pek çok Batılı için bu gelişme, liberal demokrasinin zaferi demekti. Amerikan hükümeti 1992'de ‘özgürlüklere yardım' yasasını çıkardı. Bu yasanın amacı, Rusya'nın yeniden yapılanmasına yardımcı olmaktı. Rusya'ya milyonlarca dolar yardım yapılırken "şok terapi" adı verilen bir yöntemle Rus ekonomisi üzerindeki devlet kontrolü bir gece içinde kaldırıldı; tüm fiyat teşvikleri devre dışı bırakıldı ve tüm devlet sektörü özelleştirildi.
Reform programının ilk uygulandığı gün, Rusya'da fiyatlar üzerindeki tüm kontroller kaldırıldı; tüm malların fiyatları fırladı. En temel ihtiyaçlarını karşılayamaz hale düşen milyonlarca Rus vatandaşı çözümü, sokaklara dökülüp ellerinde ne var ne yok satmakta buldu. Ardından özelleştirme planı devreye sokuldu; her Rus vatandaşına, özelleştirilen şirketlerden hisse alabilmeleri için senetler dağıtıldı. Ama nakite muhtaç bu insanlar, değerinin ufak bir bölümü karşılığında bu senetleri iş adamlarına sattılar. Ve Rus sanayi azınlıktaki yeni bir elitin eline geçmeye başladı. Bu kişiler ‘oligarglar' diye adlandırılacaktı. Yeltsin, zamanla yeni Rusya'da iktidarı elinde tutan ‘oligarglara' itaat eder hale geldi. Boris Belezovsky gibi oligarglara Rus sanayinin geri kalan kurumlarını, gerçek değerinin yüzde 2'sinden daha aşağı fiyatlara bıraktı. Sonunda 1998 yılında bu deneyim, dramatik biçimde son bulacaktı. 98 yılında BBC yayınlarından bir kesit: "Bu akşam, kontrolden çıkan Rus ekonomisi uluslar arası mali krize yol açıyor. Moskova'da insanlar uzun kuyruklar oluşturmuş durumda ve bankalardan yatırımlarını çekiyor. Rublenin değeri yarı yarıya düştü ve fiyatlar da giderek artıyor."
Bu ekonomik yıkım karşısında ortaya çıkan düzen, öyle serbest pazara inananların hayalini kurduğundan farklı, hatta tam tersiydi. Sert, sıkı kurallara bağlı milliyetçi bir başkan Vladimir Putin iktidara gelmişti. Putin, işe oligargları tutuklatmaktan ya da ülke dışına sürdürmekten başladı. Yeni Rusya'da çoğu demokratik hak da rafa kaldırıldı; ama artık özgürlük değil, düzen isteyen Rus halkının büyük bölümü bu değişikleri memnuniyetle karşılayacaktı. Rus liberallerin yaratmaya çalıştığı negatif özgürlüğün bir türüydü; insanların, kendi çıkarlarının peşinde, rasyonel bireyler olduklarını savunan bir düşünceye dayanıyordu. Isaiah Berlin'in, soğu savaş günlerinde tanımladığı bu kavramın, o zamanlar Batı için anlamı, komünist yönetim tehdidine karşı güvenli bir seçenek sunuyor olmasıydı; ama şimdi bu yeni dünyada Berlin'in negatif özgürlük kavramına yüklediği (deyim yerindeyse) heybetli anlam yıkılıyor ve bu kavram, gerçekte ne ise o şekilde, yani sınırlı bir özgürlük anlayışı olarak algılanmaya başlanıyordu. Ama 21. yüzyılın başında dünyada negatif özgürlük kavramını yayma yolunda bir girişim daha olacaktı.
İngiltere'de Yeni İşçi Partisi iktidara geldiğinde toplumun tüm alanlarında, basite indirgenmiş bir ekonomik modeli uygulamayı denemişti. Başbakan Tony Blair, politikanın bundan daha fazlasını başarabileceğine inanıyordu, Isaiah Berlin'in iki özgürlük kavramını anlattığı makaleyi okumuştu. Blair,19977'de iktidara geldiğinde Isaiah Berlin'e bir mektup yazdı. Mektubunda Berlin'e, negatif özgürlüğün dar anlamını aşmanın mümkün olup-olmadığını soruyordu; "Negatif özgürlük kavramının kısıtlamaları" diyordu, Tony Blair: "Sovyetler Birliğinde yaşananlara rağmen, nesiller boyu insanları pozitif özgürlük için çalışmaya yöneltmiştir. Ama kuşkusuz sosyalizmin çökmesi; solun otorite, hiyerarşi ve hatalara göz yumulmasına karşı mücadele için gereken güvene sahip olamayacağı anlamına gelmiyor."
Isaiah Berlin, o sıralarda ölüm döşeğindeydi ve bu mektuba asla yanıt yazmadı; fakat Blair'in Berlin'e sorduğu soru şuydu: "İki özgürlük kavramını bir şekilde, aynı potada eritmek mümkün müdür?" İşte Tony Blair, kendi sorusunun yanıtını, kendisi verecekti; ama İngiltere'de değil, Kosova'da. Tony Blair, 1998 yılında Amerikalıların, Sırbistan'a yönelik bir NATO         hareketine katılmaya ikna edilmesine yardımcı oldu. Bu bombalama kampanyasıyla amaçlanan Sırp lider Milosevic'i, Sırp askerlerinin Boşnakları hedef alan etnik temizlik operasyonlarını durdurmaya zorlamaktı. Dönemin Amerikan başkanı Clinton'un gözünde bu kısa vadeli bir insani yardım operasyonuydu; ama Blair, bundan daha fazlasını görüyordu. Tüm dünyaya uygulanabilecek yeni ve evrensel bir ilkeydi bu. Blair; modern, birbiriyle iç içe geçmiş küresel toplumda, Batı'nın yeni bir görevi olduğuna inanıyordu. Bu görev, zorba yönetimlerin tehdidi altındaki bireylerin olduğu ülkelere müdahale etmek ve bu insanları özgürleştirmekti. Yeni vizyonunun çerçevesini 1999 yılında, Amerika'nın Chicago kentinde yaptığı bir konuşmada çizecekti: "Ben bunun haklı, adil bir savaş olduğuna inanıyorum. Soykırım eylemleri asla bir ülkenin iç meselesi olarak kalamaz; özgürlük değerlerini, hukukun üstünlüğünü, insani haklarını yaşayabilirsek, bu bizim de yararımıza olur. Bizim değerlerimizin tüm dünyaya yayılması, bizi daha güvenlikli kılacaktır. Sırbistan ya da Irak gibi ülkelerde demokrasi olsa, çatışmalar çıkacağını düşünen var mı aramızda?"
Ama Blair'in ilkelerine milyonlarca insanı özgür kılmak ve dünyayı yeniden yaratma adına devrimci bir girişimmiş gibi bir nitelik kazandıran 2001 yılındaki, 11 Eylül saldırıları olacaktı: "İnanıyorum ki, Kuzey Afrika çöllerinden, Gazze'nin kenar mahallelerine, Afganistan'ın dağlık kesimlerine dek yayılan bir özgürlük mücadelesi bu; oralar da bizim mücadelemizin parçası."
11 Eylül saldırıları, aynı zamanda 80'li yılların, kendilerini "devrimci demokrat" diye niteleyen siyasilerinin büyük bölümünün Washington'da yeniden güç kazanmaya başladığı dönem oldu. Onlar ve Blair, güçlerini birleştirerek Ortadoğu'ya demokrasi yaymaya başlayabilirlerdi. Ve aynı 80'li yıllarda olduğu gibi Amerikan halkının gönlünü kazanmak için korku ve abartma tehditlerine başvuracaklardı: "Irak halkının Saddam Hüseyin'den kurtulmak istediğine kuşku yok. ABD'yi memnuniyetle ve kendilerini özgürleştiren bir güç olarak karşılayacaklar."
2003 yılının Nisan ayında, Amerika önderliğindeki koalisyon güçlerinin Saddam Hüseyin'i devirmesi ardından Amerikan Dışişleri Bakanı Dick Cheney, Başkan Bush'la beraber Irak'ta yeni ve özgür bir toplum yaratma girişimlerini ilan ediyordu. Bunun için Rusya'da olduğu gibi ‘şok terapi'yi uygulamaya kararlıydılar. Geçici yönetimin başkanı Paul Bremer, Irak'a radikal görüşlü iktisatçıların hazırladığı, Rusya'da denenmiş olandan çok daha aşırı uçlarda bir planla geldi. Irak'ta tüm devlet kontrolü ortadan kaldırılacaktı. Irak toplumunu o tarihe dek yönetmiş olan Baas Partisinin tüm üyelerinin kovulmasıyla başlandı işe; bir gece içinde Irak toplumunun belediye sistemi darmadağın edildi. Ama Paul Bremer'in planı yeni kurumlar oluşturulmasını da öngörmüyordu. Bunun yerine kusursuz olduğu söylenen bir piyasa ekonomisi yaratılacaktı Irak'ta. Amerikalılar böyle bir ekonominin, kendiliğinden demokrasi getireceğine inanıyorlardı. Tüm sanayi kolları ve kamu hizmetleri derhal özelleştirilecek; ülke, uluslar arası işletmelere bırakılacaktı. Bu işletmeler, yaptıkları yatırımlar karşılığında karlarının tamamını gümrüksüz olarak alabileceklerdi. Bu planın, sonuçta kendiliğinden bir düzen getirmesiydi beklenen; ama ortaya çıkan tam bir kaos ortamı oldu. Irak, dev yolsuzlukların merkezi haline gelmişti adeta. Yeniden yapılandırma faaliyetleri için Irak'a 350 milyar dolardan fazla para gönderilmişti; ama daha sonra yapılan hesaplar bu paranın yüzde 10'undan fazlasının kayıp olduğunu, ya da Amerikan şirketlerince aşırı fiyatlandırma yoluyla saman altı edildiğini gösterecekti.
Amerikalılar yeni Irak anayasasının, üyeleri Amerikalılarca belirlenecek bir hükümet konseyince yazılacağını ilan ettiler. İşte o zaman Şii cemaatin başındaki Ayetullah Sistani, bir dizi fetva yayımlayarak, bunun gerçek bir demokrasi olmadığını söylemeye başladı. Sistani, Fransız devriminin ilkelerinden alıntılar yapıyor, halkla yöneticileri arasındaki sosyal antlaşmadan bahsediyordu; "Amerikalılar" diyordu, Ayetullah Sistani: "Bizi dar bir demokrasi anlayışına mecbur bırakıyor ve en temel ilkeleri gözardı ediyorlar."  Sistani, kendisini destekleyenlere bu durumu protesto etmeleri ve Amerikalılar, gerçek bir demokrasi kurulmasına izin verene dek tam tersi bir akımın, antidemokratik bir İslam anlayışının tırmanacağı uyarısını yaptı.
Sistani'nin çağrısı görmezden gelindi ve Amerikalıların kovduğu birçok Baas Partilinin önderlik ettiği direniş hareketi başladı. Aynı Rusya'da olduğu gibi dar bir özgürlük anlayışı sunan negatif özgürlük fikri sadece bireyler değil, milliyetçilik ve İslamcılık duygularıyla yoğrulmuş karmaşık toplum yapısıyla baş edememişti. Başarısızlıkla karşı karşıya kalan Amerikalılar, kendi özgürlük ideallerini de zorla kabul ettirmek için şiddete ve işkenceye yönelmeye başlayacaklardı. Aynı zamanda İslamcılar da zorla kendi devrimci İslam devletlerini kurma adına, suikastlara ve cinayetlere baş vuracaklardı. Başka ülkelerde negatif özgürlük fikrini yayma çabası İngiltere'de de özgürlük kavramının biçim değiştirmesini getirecekti:
"Sizin demokratik seçimle yönetime gelmiş hükümetleriniz dünyanın farklı yerlerinde benim insanlarıma yönelik mezalim işliyor. Bu hükümetlere verdiğiniz destek, sizi bu durumdan doğrudan sorumlu kılıyor."
2005 yılının Temmuz ayında İngiltere'nin Afganistan ve Irak politikalarına yanıt verdiklerini iddia eden İslamcı gruplar, Londra'da ulaşım sistemini hedef alan bombalı saldırılar düzenledi. Tony Blair'in bu saldırılara yanıtıysa, yasalarda köklü değişiklikler yapmak oldu: "Karşımızdaki temel açmaz şu; bu yeni dünyada özgürlüklerle, güvenliği nasıl bir arada mümkün kılacağız? İşlenen bir suçun cezasız kalması, kurbanların özgürlüğünün, insan haklarının ihlalidir."
Blair, topluma ters düşen davranışlarda bulunmaktan terörizme dek, hemen her alanda suç işleyen bireylerin bundan böyle daha az kanıtla tutuklanmalarını ya da cezaya çarptırılmalarını öngörüyordu. Blair'in önerileri hukuk çevrelerinin tepkisini çekti. Bunun, hükümetlerin gelişigüzel güç kullanmalarını getireceği görüşünü savunuyorlardı. Artık kimin kanuna uyan, kimin gelecekte suç işlemeye meyilleri olduğuna ve çok az kanıtla hapse atılabileceğine politikacılar karar verecekti.
Bireyin, kısıtlanmadan yaşama özgürlüğünü tanımladığı düşünülen negatif özgürlük kavramı, bir kez daha fikir babası Isaiah Berlin'in, tehlikeli olduğu konusunda uyardığı şekli almış, tam zıttı olan pozitif özgürlüğe dönüşmüştü. Siyasi liderler kimin özgür birey olduğuna karar verecek, bu ideale ayak uyduramayanları da cezalandıracak yetkiye sahipti.
Ama bugün özgürlük kavramını pozitif özgürlük anlayışından ayıran bir şey var; pozitif özgürlük fikri, bu özgürlüğün bir amacı olduğu anlayışından hareket ediyor; sonucunda yeni ve daha iyi bir dünya hayali var, toplumun tehditlerden uzak olma özgürlüğünü savunuyor. Negatif özgürlük kavramınınsa böyle bir vizyonu yok, temelde bizleri kısıtlamalardan ve zarar görmekten uzak tutmak dışında bir hedef taşımıyor. Negatif özgürlüğe dayalı bir dünya adına güç kullanan çevrelerse, aslında bu yolla, başka ülkelerde milyonlarca insanı amaçtan yoksun bırakıyor. Bugün bu türden bir özgürlük fikri, hala pek çok politikacı ve sözü geçen yorumcu tarafından evrensel ve kuşkuya yer bırakmayacak bir anlayış olarak kabul görüyor, tüm dünyaya yayılmasının an meselesi olduğunu varsayıyorlar; ama bu, doğru olmayabilir.
Dizimiz boyunca, bugün bildiğimiz bir tür özgürlük fikrini, soğuk savaşa özgü ve tehlikeli dönemlerde bazı çevrelerin şekillendirmeye başladığını; ancak dar ve kısıtlı bir anlam taşıdığını anlatmaya çalıştık. O zaman için, onlara göre belki bir amacı ve anlamı vardı; ama bugün tehlikeli bir "kapana" dönüştü. (bbc, 10.10.2007)

      

Yayına Hazırlayan: Celal SANCAR

 

Kaynak: http://www.ozguruniversite.org/baskaya_genel_tekrar.php  

 

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
News Reporter