Read Time:18 Minute, 31 Second
AMERİKAN İDEOLOJİSİ
SAMİR AMİN
Dindarane bir söylemle maskelenmiş ve demokrasiye dair yavan bir retorikle alalanmış ekonomik liberalizmin daniskası.
I.
Birleşik Devletler, bugün, iktidarı bir çeşit darbe ile ele geçirmiş bir savaş suçluları cuntası tarafından yönetilmektedir.
Bu darbeye (şaibeli) seçimler takaddüm etmişti: ancak Hitler’in de seçimle başa gelen bir politikacı olduğunu asla unutmamalıyız. Bu benzerlikte, 11 Eylül, cuntanın, Gestapo gibi polis kuvvetlerini güçlendirmesine olanak vermesiyle “Reichstag [*] ’ın yakılması” vazifesini görmüştür. Bunların da kendi “Mein Kampf”ları -Ulusal Güvenlik Stratejisi-, kendi kitle dernekleri -vatansever örgütler- ve kendi vaizleri var. Bu gerçekleri söyleme cesaretimizin olması ve bunları şimdilerde oldukça manasız hale gelen “bizim Amerikan dostlarımız” türünden ifadeler ardına gizlemeye son vermemiz hayatidir.
Politik kültür, tarihin uzun erimli bir ürünüdür. Haddi zatında, besbelli her ülkenin politik kültürü kendine özgüdür. Amerikan politik kültürü, kıta Avrupa’sı tarihinden oluşandan açıkça farklıdır: bu kültür, aşırı Protestan unsurlar tarafından New England’ın kurulması, kıtanın yerli halkının soykırıma uğratılması, Afrikalıların köleleştirilmesi ve 19. yüzyıl boyunca birbirini takip eden dalgalarının bir sonucu olan etniklik nedeniyle bölünmüş toplulukların ortaya çıkması ile vücut bulmuştur.
II.
Modernlik, laiklik ve demokrasi, dini inanışlardaki bir evrimin, hatta bir devrimin sonuçları değildirler; aksine, bu yeni güçlerin gereklerini karşılamak üzere intibak etmek zorunda kalan iman olmuştur. Bu intibak, Protestanlık’a özel değildi, farklı bir yoldan olsa da Katolik dünyası üzerindeki etkisi aynı olmuştur. Tüm dogmalardan bağımsız, yeni bir dini anlayış doğdu. Bu açıdan, Weber’in tezinin kendilerine verdiği önemle gururları okşanan Avrupa’nın Protestan toplulukları arasında geniş kabul görmesine rağmen, kapitalist gelişimin ön koşullarını hazırlayan Reform değildi. Reform, Hıristiyanlık’ın ilk yorumları da dahil Avrupa’nın ideolojik geçmişi ve “feodal” sisteminden imkan dahilindeki en kökten kırılmayı temsil etmiyordu, aksine, Reform, basitçe, bu tür bir kırılmanın en yanıltıcı ve en ilkel biçimiydi.
Egemen sınıfların çalışmaları Reform’un bir veçhesiydi ve bu sınıflar tarafından denetlenen (Anglikan ve Lutheryan) ulusal kiliselerin yaratılmasına neden olmuştu. Haddi zatında, bu kiliseler, monarşi, büyük toprak sahipleri ve yeni yeni oluşmakta olan burjuvazi arasında, yoksul ve köylü tehdidini köşeye sıkıştırmak için kullanılan bir uzlaşıyı temsil ediyordu. Ulusal kiliseler kurarak, Katolik evrensellik fikrini etkin bir biçimde marjinalize etmek, özellikle, monarşinin, eski rejim ve yükselen burjuvazi güçleri arasındaki uzlaştırıcılık rolünü ve bu sınıfların ulusçuluk anlayışlarını güçlendirmeye, böylelikle, sonraları enternasyonalist sosyalizmin desteklediği evrenselciliğin yeni biçimlerinin ortaya çıkmasını geciktirmeye yarayan monarşinin gücüne güç katmaya hizmet etti. Bununla birlikte, Reformun diğer veçheleri, kapitalizmin ortaya çıkışı tarafından tetiklenen sosyal dönüşümlerin ana kurbanları olan aşağı sınıflar tarafından gerçekleştirildi. Bu hareketler, Orta Çağ’ın milenyarist [†] hareketlerinden türeyen geleneksel mücadele biçimlerine başvurmaktaydı; sonuç olarak, rehberlik etmek şöyle dursun, çağlarının ihtiyaçlarının gerisinde solup gittiler. Baskı altına alınan sınıfların, taleplerini içinde yaşadıkları yeni koşullarla ilişkili olarak ifade etmenin yollarını bulmaları için -Devrim’in laik, popüler ve demokratik hareketlilik biçimleri ile- Fransız devrimini ve sosyalizmin öne çıkmasını beklemeleri gerekiyordu. Erken modern Protestan topluluklar, tam tersine, köktenci yanılsamalar aracılığı ile ihya oldular ve bu, sonuç olarak, halihazırda tüm Amerika’da çoğalmakta olan benzer türdeki vahiye dayalı bakış açısına yöneltilen sayısız yanıtı cesaretlendirdi.
17. yüzyıl İngiltere’sinden göçe zorlanan Protestan topluluklar, Katolik ve Ortodoks dogmalarından farklı özgün bir Hıristiyanlık geliştirdiler. Bu nedenle, Hıristiyanlık anlayışları İngiliz yönetici sınıfının çoğunluğunu oluşturan Anglikanlar dahil, çoğu Avrupalı Protestan tarafından bile paylaşılmamaktaydı. Genel bir ifade ile Reform’un asıl vasfının, Katolik ve Ortodoks kilisenin Hıristiyanlık’ı Yahudilikten bir kırılma olarak tanımlarken marjinalize ettikleri Eski Ahit’e geri dönmeyi istemesi olduğunu söyleyebiliriz. Protestanlık, Hristiyanlık’a, Yahudilik’in ardılı olarak yerini iade etti.
Protestanizmin New England’a yönelen bu özgün hali, bugüne kadar Amerikan ideolojisini şekillendire geldi. . Öncelikle, bu anlayış, meşruiyetini Kitab-ı Mukaddes’e dayandırarak, yeni kıtanın fethini kolaylaştırdı (Kitab-ı Mukaddes’e yaslanan İsrail’in vaat edilmiş toprakları canice fethi, Kuzey Amerikan söyleminin sürekli tekrarlanan bir temasıdır). Sonra, Birleşik Devletler, kendisinin Allah vergisi vazifesini (“Sarih Yazgısını” [‡] ) tüm dünyayı kuşatmaya kadar götürdü. Böylelikle, Kuzey Amerikalılar kendilerini “seçilmiş kavim” olarak kabul eder oldular, bir Nazi terimi olan Herrenvolk ile pratikte anlamdaş. Bugün yüz yüze olduğumuz tehdit işte budur. Bu, Amerikan emperyalizminin (imparatorluğunun değil), çoğu, hiçbir zaman ilahi bir vazife ile memur edildiklerini iddia etmeyen seleflerinden neden daha merhametsiz olacağını açıklar.
III.
Ben, yalnızca, geçmişin tekerrür edeceğine inananlar arasında değilim. Tarih insanları dönüştürür. Avrupa’da olan budur. Yazık ki, bununla birlikte, Amerikan tarihi, köklerinden kaynaklı dehşeti ortadan kaldırmak yerine bu dehşetin devamı ve etkilerinin sürmesi için çalıştı. Bu hem Amerikan “Devrimi” hem de art arda gerçekleşen göç dalgalarına rağmen ülkedeki yerleşim için doğrudur.
“Amerikan Devrimi” faziletlerinin, halihazırda, öne çıkarılması çabalarına rağmen, herhangi bir sosyal boyuttan oldukça yoksun, sadece sınırlı bir bağımsızlık savaşı olmuştur. Amerikan yerleşimcileri, İngiliz monarşisine karşı yürüttükleri ayaklanmanın hiçbir aşamasında ekonomik ve sosyal ilişkileri dönüştürmeye çabalamamışlardır- sadece an vatanın yönetici sınıfıyla kârı paylaşmaya devam etmeyi reddettiler. Erki, bir şeyleri değiştirmek şöyle dursun var olanı sürdürmek için, kendiler için istemekteydiler-elbette daha fazla düzeylerde ve daha fazla azimle. İlk amaçları-diğer sonuçları ile beraber-, Amerika yerlilerinin soykırımına neden olacak Batı’ya yerleşmeye çalışmak olmuştur. Benzer biçimde, devrimciler hiçbir zaman köleliğe karşı gelmediler. Aslında, Devrim’in büyük liderlerinin çoğu köle sahibiydiler ve konu hakkındaki ön yargıları değiştirilemezdi.
Amerikan yerlilerinin soykırıma uğratılması yeni seçilmiş kavmin ilahi vazifesinin mantığında saklıydı. [Yerli] katliamları yalnızca arkaik ve uzak bir geçmişin ahlaki değerlerine mal edilemez. 1960’lara kadar soykırım işi oldukça açık ve gururla ifşa edilmekteydi. Hollywood filmleri “şeytan” yerlinin karşısına “iyi” [kovboy] sığır çobanını çıkartmaktaydı; geçmişin bu hicvi sonraki nesillerin eğitiminde merkezi oldu.
Aynı durum kölelik için de geçerlidir. Bağımsızlıktan sonra, köleliğin kaldırılması için neredeyse bir yüzyıl geçmeliydi. Bilakis, Fransız Devrimi’nin taleplerine rağmen, köleliğin kaldırılması olgusuna gelindiğinde, olgunun ahlakla bir ilgisi kalmıyordu- kaldırılma gerçekleşti, çünkü kölelik artık kapitalist yayılma gayesine hizmet etmiyordu. Bu yüzden, Afrika kökenli Amerikalılar, asgari de olsa vatandaşlık haklarının kabul görmesi için bir yüzyıl beklemek zorunda kaldılar. Ancak bundan sonra yönetici sınıfın kökü derinlerde ırkçılığının önüne geçilebildi. 1960’lara kadar, aile pikniklerine bir vesile teşkil eden linç etmeler olarak kaldı. Aslında, linç, bugün binlerce insanı ölüme gönderen bir “adalet” sistemi biçiminde daha soyut ve daha dolaylı olarak sürmektedir- mahkum edilenlerin en az yarısının masum olduğu bilinen bir gerçek ve [ölüme gönderilenlerin] çoğu Afrika Amerikalıları.
Art arda gelen göç dalgaları da Amerikan ideolojisinin güçlenmesine yardım etti. Göçmenler, yurtlarını terke neden olan sefalet ve zulümden kesinlikle sorumlu değildirler. Topraklarını birer mağdur olarak terk etmişlerdir. Bununla birlikte, göç, kendini ülkelerindeki koşulları değiştirmeye yürekli kolektif mücadeleden feragat etmek manasına da geliyordu; [ülkelerinde] çektiklerini, geldikler ülkenin bireyci ve “her koyun kendi bacağından asılır” ideolojisi ile değiştirdiler. Bu ideolojik kayma, sınıf bilincinin ortaya çıkışının yeni bir göçmen dalgasının gelip bunun politik ifadesini boşa çıkarmaya yardım etmesinden önce gelişmek için pek az zamanı varken, ertelenmesine de hizmet etti. Göç elbette Amerikan toplumunda “etnik salahiyetler” tanınmasına da katkıda bulunmuştur. “Bireysel başarı” nosyonu, aksi halde bireysel izolasyon tahammül edilemez olduğundan, güçlü ve birbirine faydalı (örneğin İrlandalı ve İtalyan) etnik toplulukların gelişimini dışlamaz. Yine de burada, etnik kimliklerin güçlendirilmesi Amerikan sisteminin yalnız kendini yeniden düzenlemek için kullandığı bir süreçtir, çünkü bu, kaçınılmaz olarak sınıf bilincini ve aktif yurttaşlığı zayıflatır.
Bu nedenle, Paris halkı “cennete hücuma” hazırlanırken (1871’de komüncülerin ifade ettikleri gibi), Amerikan şehirleri, yoksul göçmenlerin (İrlandalı, İtalyan, vb.) yeni nesillerinden oluşan ve yönetici sınıf tarafından gayri ahlaki bir biçimde manipüle edilen arasındaki bir dizi ölümcül savaşa sahne oluyordu.
Birleşik Devletler’de, geçmişte olduğu gibi, bugün de bir işçi partisi yoktur. Güçlü işçi sendikaları, kelimenin her anlamıyla apolitiktir. Bunların, kaygılarını paylaşabilecek ve ifade edebilecek bir partiyle hiçbir bağları yoktur; ayrıca, kendilerine ait sosyalist bir bakış açısı da meydana getiremediler. Bunun yerine, diğerleri gibi, egemen olduğu için sorgulanamaz kalan liberal ideolojiye bağlandılar. Mücadeleleri, liberalizmi hiçbir biçimde sorgulamaya dahil etmeyen sınırlı ve spesifik bir gündeme binaen oluyordu. Bu manada “post-modernist” idiler ve öyle kaldılar. Yine de, cemiyetçi inanışlar, işçi sınıfı için sosyalist ideolojiye bir ikame teşkil edemez. Bu, Birleşik Devletler’deki en kökten cemiyet olan Afrika kökenli Amerikalılar için de böyledir; çünkü cemiyetçi ideolojilerin yürüttükleri mücadele, tanım itibarı ile kurumsallaşmış ırkçılığa karşı yürütülen mücadele ile sınırlıdır.
“Avrupa” ideolojileri (farklılıkları çerçevesinde) ve Amerikan ideolojileri arasındaki farkların en fazla göz ardı edilen veçhelerinden biri Aydınlanma’nın bunların gelişimi üzerindeki etkisidir. Aydınlanma felsefesinin, modern Avrupa kültür ve ideolojilerinin yaratılmasında temel teşkil eden belirleyici olay olduğunu biliyoruz ve bunun etkisi, Katolik (Fransa) olsun Protestan (İngiltere ve Hollanda) olsun, sadece kapitalist gelişimin erken merkezlerinde değil, fakat Almanya’da hatta Rusya’da dikkate değer bir biçimde bugüne dek kalmıştır. Bunu, Aydınlanma’nın, sadece “aristokratik“ (ve kölelik öncesi) bir azınlığı meşgul eden-Jefferson, Maddison ve diğer bir kaçı tarafından gelecek kuşaklar için oluşturulan bir grup- marjinal bir etkisinin olduğu Birleşik Devletler’le mukayese ediniz. Genel olarak, New Englandlı topluluklar, Aydınlanma’nın eleştirel ruhundan etkilenmemişlerdir ve kültürleri Lumieres [§] ’in tanrısız rasyonalizminden çok Kudüs’ün Cadıları’na yakın kaldı. Bu reddiyenin meyveleri çağın bir ürünü olan Yankee burjuvazisi olarak ortaya çıktı. New England’dan bilimin (fizik gibi ciddi bilimlerin) toplumun kaderini belirlemesi gerektiğini savunan, basit ve yanlış bir itikat ortaya çıktı-Birleşik Devletler’de yalnız yönetici sınıflar tarafından değil, büyük oranda halk arasında da yaygın olarak paylaşılmış bir görüş.
Bilimin aydınlanmaya ikamesi, Amerikan ideolojisinin göze çarpan kimi hususiyetlerini açıklamaktadır. Bu ikame, felsefenin neden bu kadar önemsiz olduğunu açıklar, çünkü felsefe, deneyciliklerin en zavallısına indirgenmişti. Bu, aynı zamanda, insan ve toplum bilimlerinin “saf„ (ciddi) bilimlere indirgenmesi gibi çılgın bir çabayı da açıklar: bu nedenle “saf„ iktisat, politik iktisadın, sosyoloji ve antropoloji ise köken biliminin yerini aldı. Bu son talihsiz abartı, çağdaş Amerikan ideolojisi ve Nazi ideolojisi arasındaki, kuşkusuz tüm Amerikan tarihi boyunca süregiden derin ırkçılığın kolaylaştırdığı yakın temasın bir başka yönünü teşkil etmektedir. Bu garip bilim vizyonundan kaynaklı bir diğer abartı (en iyi örneği “Big Bang„ teorisi olan ) kozmolojik spekülasyona dair zayıflıktır. Aydınlanma, diğer birçok şeyle beraber, bize fizik biliminin bütünüyle, (bilimsel olmaktan çok metafizik bir kavramsal olan ) bir evren bilimi değil, evrenin, birer araştırma nesnesi olarak alınan, kimi sınırlı hallerinin bilimi olduğunu öğretmiştir. Amerikan fikir sistemi, modern bilimsel gelenekten çok iman ve muhakemeyi uzlaştırmaya çalışan modernlik öncesi çabalara daha yakındır. Bu gerici bakış açısı, New England’ın Protestan tarikatçılarının amaçları ve bunların oluşturduğu bu çeşit dini ağırlığı olan bir topluluğa tamamen uygundu.
Bildiğimiz gibi, şimdilerde Avrupa’yı tehdit eden gerileme bu çeşittendir.
IV.
Amerikan toplumunun tarihsel formasyonuna şekil veren bu iki etken-egemen bir dini ideoloji ve bir işçi partisinin bulunmayışı- tamamıyla yeni bir durum meydana getirmek üzere bir araya geldiler: de facto tek parti olan sermaye partisi ile yürüyen bir sistem. Bu partiyi oluşturan iki kesim, liberalizmin aynı köktenci formunu savunmaktalar. İki kesim de, yalnız bu türden budanmış ve aciz bir demokrasiye dahil olan (seçmenin yüzde 40’ı) bir azınlığa hitap etmektedir. İşçi sınıfı, ilke olarak, oy kullanmadığından, partinin her bir kesiminin söylemini, kendilerine göre uyarladığı orta sınıf takipçileri vardır. İki kesim de bir kısım kapitalist çıkar sahibi (lobiler) ve yardım cemiyetlerinden seçmenler edinmişlerdir.
Bugün, Amerikan demokrasisi, benim “düşük yoğunluklu demokrasi” dediğim şeyin ileri bir modelini teşkil etmektedir. [Bu demokrasinin] işleyişi, seçime dayalı demokrasi pratiği üzerine kurulu politik yaşamın idaresi ve sermaye birikimi yasalarınca yürütülen iktisadi yaşam arasındaki tam ayırıma dayanmaktadır. Dahası, bu ayrım, kökten bir itirazın herhangi bir biçimine tabi değildir, genel konsensüs olarak ifade edilebilecek durumun bir parçasıdır. Böyle olmakla birlikte, politik demokrasinin tüm yaratıcı potansiyelini etkin bir biçimde tahrip eden de bu ayrımdır. Ayrım, “piyasaya” itaat ve piyasanın dikteleri ile acizleşen temsil kurumlarını (parlamento, vb.) iğdiş etmiştir. Bu nedenle, Demokratlar ya da Cumhuriyetçilere oy vermek için yapılan seçim nihai olarak nafiledir. Çünkü Amerikan halkının geleceğini belirleyen seçime ilişkin kararlarının sonuçları değil, finansal piyasaların ve diğer piyasaların kaprisleridir.
Sonuç olarak, Amerikan devleti hususiyetle ekonomiye (sosyal sorunları tamamen göz ardı ederken itaat ettiği sermayeye) hizmet için vardır. Bir tek temel nedenle devlet bu yolla işleyebilmekte: zira Amerikan toplumunu şekillendiren tarihsel süreç, işçi sınıfının politik bilincinin gelişmesini önlemiştir. Bunu, sosyal çıkar gruplarının zorunlu karşılaşma alanı olan (yeniden olabilecek) Avrupa devleti ile mukayese ediniz. Avrupa devleti, bu nedenle, gerçek manada demokratik uygulamalar doğuran sosyal uzlaşılardan yana olmuştur. Sınıf mücadeleleri ve diğer politik mücadeleler, devleti bu yolla işlemeye zorlamadığında, sermaye birikiminin özgün mantığı ile yüz yüze geldiklerinde bu mücadeleler özerk kalamadıklarında, demokrasi tamamen manasız bir deneyim halini alır- Birleşik Devletlerde olduğu gibi…
Egemen bir dini pratik -ve bunun köktenci bir söylem aracılığı ile sömürüsü- ile ezilen sınıfların politik bilinçten yoksun oluşunun oluşturduğu bileşim, Birleşik Devletler politik sistemine, demokratik uygulamaların potansiyel etkisini ortadan kaldırabilecek ve bunları merhamet ritüellerine (bir eğlence olarak politika, politik kampanyaların amigolarınca yapılan açılış eğlenceleri, vb.) indirgeyebilecek, daha evvel görülmemiş düzeyde bir manevra kabiliyeti vermektedir.
Bununla birlikte, kendimizi kandırmamalıyız. Çünkü kumanda mevkisini işgal eden ve bunun mantığını iktidarın gerçek sahiplerine, sermaye ve hükümetteki hizmetkarlarına, empoze eden, söz konusu köktenci ideoloji değildir. Tüm kararları yalnızca sermaye almaktadır ve ancak böyle olduğunda Amerikan ideolojisini bunun neticesine hizmet için harekete geçirir. Kullandıkları araçlar, amaçlarına -dezenformasyonun eşi görülmemiş ve sistematik kullanımı-, eleştirenleri izole etmek ve onları şantajın sürekli ve tiksindirici bir şekline maruz bırakmak suretiyle, hizmet edebilmektedir. Böylelikle, bu oluşum kamunun ahmaklığından faydalanarak “kamu efkarını” kolaylıkla etkileyebilmektedir.
Amerikan yönetici sınıfı bu durum için müteşekkirdir, zira yabancı gözlemciler için apaçık olan, fakat her nasılsa Amerika halkının kendisi için fark edilemeyen bir riya ile kaplı, bir çeşit kusursuz siniklik [cynicism] geliştirdi. Rejim, ihtiyaç duyduğu her durumda, en aşırı biçimleri de dahil, şiddete başvurmaktan oldukça memnun. Amerikalı tüm radikal aktivistler bunu oldukça iyi bilmekteler; kendilerine sunulan yegane seçenekler satılmak ya da bir gün öldürülmek.
Tüm diğer ideolojiler gibi Amerikan ideolojisinin de aşınma ile başı beladadır. Yönetici sınıfın halk üzerideki baskısı –makul bir sosyal geçimin gözlendiği, güçlü ekonomik büyüme ile imlenen- sükûnet devrelerinde tabiatıyla azalmaktadır. Bu nedenle, söz konusu oluşum, zaman zaman klasik metotları kullanarak ideolojiyi güçlendirmek zorundadır: Kendisinin yok edilmesi için harekete geçirilen tüm muhtemel araçları haklı çıkaracak (Amerikan toplumu tanım itibarı ile iyi kabul edildiğinden, her zaman yabancı olan), bir düşman (bir şer imparatorluğu, şer ekseni) belirlenmiştir. Bu düşman geçmişte komünizm oldu; McCarthyizm (bugünkü “Amerikan yandaşları”nın unuttuğu bir fenomen) Soğuk Savaş’ın başlamasını ve Avrupa’nın teslimiyetini mümkün kılmıştı. Bugün, düşman, gerçekte yönetici sınıfın gerçek projesine, gezegenin askeri kontrolüne, hizmet eden ve yalnızca bir bahane olduğu açık olan “terörizm”dir.
Amerika’nın yeni hegemonik stratejisinin açık amacı, Washington’un buyrultularına dirençle karşı koyabilecek güce sahip bir başka gücün ortaya çıkmasını önlemektir. Bu nedenle, çok fazla “büyüyen” ülkelerin bölünmesi gerekmektedir, zira Birleşik Devletler üslerini, kendilerinin “müdafaası” için kabullenmeye hazır ve gönüllü olan azami sayıda uydunun yaratılması gerekmektedir. Son üç başkanın (baba Bush, Clinton ve oğul Bush) hemfikir oldukları üzere, ”büyük” olma hakkına sahip tek ülke vardır, o da Birleşik Devletler’dir. Bu bağlamda, Birleşik Devletler hegemonyası, nihai olarak, ekonomik sisteminin herhangi bir spesifik avantajından ziyade devasa askeri gücüne bağlıdır. Bu güç sağ olsun, [sayesinde], aksi durumda hizaya gelmeye gönüllü olmayanlara “iri yumruğu” ile yeni emperyalist düzeni dayatan Birleşik Devletler, küresel mafyanın rakipsiz lideri olabilmiştir.
Yakın geçmişteki muvaffakiyetleri ile cesaretlenen aşırı sağ, şimdilerde, Washington’da iktidar dizginlerine sıkıca yapışmıştır. Mevzu bahis seçim oldukça açıktır: ya ardındaki destekle, özel bir para kazanma takıntısından fazla bir şey olan, süper güçlü bir “liberalizm” ile Birleşik Devletler hegemonyası kabul edilir yahut ikisi de reddedilir. İlk durumda, Washington’a yok yere, dünyayı “yeniden tasarlaması” için bir fırsat vermiş olacağız. Ancak ikinci seçeneği benimseyerek, gerçekten çoğulcu, demokratik ve barışsever bir dünyayı yeniden kurmak için katkı olabilecek bir şey yapabiliriz.
Avrupalılar, 1935 ya da 1937’de tepki vermiş olsalardı, Nazi çılgınlığını bu denli zarara neden olmadan durdurabilirlerdi. 1939’a kadar erteleyerek, Avrupalılar, bu çılgınlığa on milyonlarca kurban verilmesine neden oldu. Şimdi, sorumluluğumuz, Washington’un neo-Nazi tutumunu sınırlamak ve ortadan kaldırabilmek için harekete geçmektir.
——————————————————————————–
[*] Eski Alman Millet Meclisi, ç.n.
[†] Kıyametten önce bin yıl refah ve selametin süreceğine inanan, ç.n.
[‡] “Manifest Destiny”
[§] Aydınlanma Felsefesi, ç.n.
Çev: Aydın ÖRDEK