0 0
Read Time:63 Minute, 0 Second
PKK MUHASEBESİ (4)
Kısa Tarihçe, Sahiplenilmesi Gereken ile Reddedilmesi Gerekenlerin Ayrıştırılması, Çıkarılması Gereken Dersler ve Sonuçlar…

III.

PKK ve Öcalan sistemi, kurumlaşma süreci, kullandığı yöntemler, sistemin genel özellikleri, yarattığı yapı, ilişkiler, kültür ve psikoloji, bu sistemin yarattığı tahribatlar, sonuçları

 

c) Öcalan ve Bilinemezcilik

Kendini devrimin yarattığı değerler üzerinde yücelten ve tanrı katına, hatta daha ötelere taşıyan Öcalan, bu gerçekliğini gizlemek ve beyinlere egemen kılmak, kendini tabulaştırıp dokunulmaz kılmak, her türlü sorgulamanın ve tartışmanın önüne geçmek için bilinemezcilik felsefesini neredeyse değişmez bir yöntem olarak kullanır.

İdealizmi, mistizmi, dinsel motifleri, mitolojiyi eklektik bir tarzda bakış açısına yediren Öcalan, kendi ideolojik ve psikolojik hegemonyasını süreç içinde oturtur. Kendisinin anlaşılmadığı, anlaşılmasının ise olanaklı olmadığı düşüncesini sürekli aşılayan Öcalan, bu bilinemezlik yaklaşımı ile bir yandan kendini tabulaştırır, bir yandan sorgusuz, tartışmasız bir tapınma öznesi haline getirir. O nedenle beyinleri afyonlayan, yürekleri büyüleyen, tartışmasız “mutlak doğru” olarak sağlayan bilinemezcilik yaklaşımı hakkında birkaç söz söylememiz, bir kaynaktan bir aktarmayla bu alt bölümü tamamlamamız gerekiyor. Öcalan kişiliği ile tanımlanan “önderlik gerçeği”, kendisi dışında hiç kimsenin kavrayamayacağı bir derinliktir. Öcalan, bir çok değerlendirmesinde "benim bir tek anımı çözebilenler büyük kazanır, ancak anlayanın çıkacağını sanmıyorum" demektedir. A. Öcalan imzalı, Aram yayınlarında yayınlanan “Gerçeğin Dili ve Eylemi” adlı kitabın “Önsöz”ünden yapacağımız birkaç alıntı yukarda sözünü ettiğimiz “bilinemezcilik” mantığını çok net bir biçimde gözler önüne serer. Birlikte okuyoruz, ilk alıntı şöyle:

“Hiçbir felsefi tanımlama veya teorik yargı, tek başına Abdullah Öcalan’ı tümüyle kendi kapsamına alacak bir genişliğe sahip değildir.”

Yapacağımız ikinci alıntı daha ilginç, ama bir o kadar da bilim dışı. “Bütün felsefi veriler ve özellikle PKK’nin yakın tarihsel gelişimi, Abdullah Öcalan gerçeğine, evrensel parçanın daha sınırlı bir bütünü olarak bakıldığında, Onun nispeten daha anlaşılır olabileceğini göstermektedir. Onun gerçeğinin anlaşılması, evrensel gerçeğin mantıklı bir parçasının tüm çelişkileri, tüm kaotik yapısı ve bunun yanı sıra yine olağanüstü toplumsal uyum ile yine düzenliliği; karşıtların evrensel anlamda apaçık ve çok gizli birlikteliğini otaya koymaktadır. Bunun anlaşılması için ise, deyim yerindeyse insanın bugünkü sistem dahilinde oluşmak zorunda bırakılmış bir anlama gücü yetmemektedir. O’na bakışın, onun kendi öznelliğini, kişisel özgünlüğünü çok iyi değerlendirmesi ve bunun için de onu genel-geçer özelliklerinin tümünün dışında, ama yine de ‘normlara uygun’ ve ‘bu’ dünyanın yeniden dünyanın içinden çıkan bir gerçeklik olarak kaydetmesi gerekiyor.” Öcalan gerçekliğini anlaşılmaz, anlaşılmasının olanaksız olarak gösterilmesi için bilimin ve mantığın sınırları ancak bu kadar zorlanabilir! Bu verili dünyada Öcalan’ı anlamaya hiç kimsenin aklı ve anlama gücü yetmemektedir!

Yapacağımız üçüncü ve sonuncu alıntı da şöyle: “İşin doğrusu, Onun sık sık dinsel bir tutumla veya dinsel kavramlar çerçevesi içinde açıklanmaya çalışılmasının ana nedenlerinden biri de budur. Onun tanrısal bir güç olarak (Evet, yanlış okumadınız, “tanrısal bir güç olarak…”) değerlendirilmesinin en başlıca sebebi de, onun anlaşılmasının zorluğundan kaynaklanmaktadır…” Elbette tanrıları kavramaya insanların, ölümlü kulların aklı fikri yeter mi ?!

d) Öcalan ve Örgütsel Yapı, Örgütsel Tanımsızlık, Belirsizlik ya da PKK Nedir?

 

Felsefede idealizmi, mistizmi ve bilinemezciliği; ideolojide bir çok ideolojiden öğeler alarak eklektik bir karışımı uygulayan Öcalan, örgütsel yapı ve ilişkilerde tam anlamıyla bir tanımsızlaştırmayı, muğlaklaştırmayı, bütün sınırları silmeyi esas alır.

Tüzüğüne, programına ve ideolojik çizgisine baktığımız zaman PKK, Kürdistan İşçi sınıfının en ileri, en fedakar öğelerinin oluşturduğu öncü örgütü, örgütlü öncü müfrezesidir, işçi sınıfının genel kurmayıdır. İşçi sınıfının ve halkının en yüksek örgütü, irade ve eylem birliğidir. PKK, Leninist parti modeline göre örgütlenmiş, Marksist-Leninist ideolojiyi rehber edinmiş bir partidir. PKK, V. Kongreye kadar parti tüzüğü, örgütlenme ilkeleri ve kuralları bakımından diğer devrimci-sosyalist partilerden farklı değildir.

PKK nedir, sorusuna karşılık yukarıda ifade edilen değerlendirmelerin yeterli bir yanıt oluşturmadığını, gerçeğin çok önemli bir bölümünü tanımlasa da, başka irdelenmesi gereken önemli boyutlarının olduğunu belirtmek durumundayız. PKK’nin işçi sınıfı partisi olduğu tanımıyla birlikte bir tanımsızlaştırmanın da geliştirildiğini belirtmeliyiz. İdeolojik ve politik düzeyde özellikle ’90’lardan sonra bakış açısında İslami motiflerin, en son ’98-’99 yıllarında da mitolojik öğelerin çok kullanıldığını biliyoruz. Parti tanımsızlaştırıldıkça bilimsellikten uzaklaştırıldı, bu, aynı zamanda Öcalan’ın kendisini tanrılaştırdığı sürece denk geliyor.

PKK, tarih belleği silinmiş, parçalanmış bir halkı uluslaştırdı. Halkımızın küllenmiş özlemlerini çok iyi formüle etti, bunu örgütlemeye çalıştı ve radikal mücadele yöntemleriyle gündeme getirdi. Parti ile devrimci bir halk hareketi doğdu. Bir yandan devrimci hareket gelişip büyürken, diğer bir yandan da buna paralel olarak devrimci çizgi ile iç içe Öcalan “sistemi” gelişti. Burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta da, PKK’nin yalnızca Öcalan “sistemi” olmadığı, onunla özdeş olmadığı, bütün bir gerçeğin çelişkili ikiliği içerdiğidir. Bu önemli, PKK’deki devrimci damarın çok iyi görülmesi açısından gereklidir. Öte yandan bir de bu damarı gölgeleyen, etkisini sınırlandıran, devrimci çizginin örgüt ve yaşam gücüne dönüşmesini engelleyen, tam tersine devrimin büyük gücünü kendisi için temel dayanak noktası haline getiren, giderek ondan da kopan tek kişi yönetim sistemi ve Öcalan’ın kişilik gerçekliği söz konusudur. Bu çelişkili ikili durum, bütün mücadeleye damgasını vurmuştur. PKK ve önderlik ettiği devrim gerçeğine bu çelişkili ikilem bağlamında bakıldığında gerçeklik daha iyi ve doğru anlaşılır.

PKK, ideolojisi, programı ve tüzüğü ile ulusal kurtuluş hareketini yaratan öncü bir güçtür. Ancak süreç içinde ideolojide bir tanımsızlaşma, muğlaklaşma, sınırlarda belirsizleşme yaşandı. Sosyalist bir parti olduğu resmi söylemde tanımlansa da, farklı sınıfların ideolojik söylemlerinin de içinde yer aldığı eklektik bir bakış açısının oluştuğu, herkesin, her sınıfın, her eğilimin kendini içinde gördüğü bir ideolojik karmaşa ve kaosun süreç içinde geliştiği de bir olgudur.

Süreç içinde yurtsever her sınıf ve eğilimin kendisini PKK’li olarak tanımlaması, bir ulusal kurtuluş hareketi açısından yadırganacak bir şey değildir. Ancak, işçi sınıfı partisi ya da sosyalist bir hareket için bu durum normal sayılamaz. Çünkü işçi sınıfı partisinin tanımı çok nettir. Bilimsel sosyalizmin sınırlarının silinmesi, bakış açısında muğlaklığa, ideolojide karmaşaya, egemen sınıf ideolojilerinin parti içinde etkinleşmesine yol açar. Her sınıf ve eğilim, kendisi için alan açmaya çalışır. Oysa PKK, sosyalist çizgiyi savunduğu için sömürge olan bir halkın ihtiyaçlarına yanıt veriyor ve bu mücadeleyi örgütlüyordu. Fakat en üst düzeyde Öcalan “sistemi” hem ezilenleri kapsıyor, hem dinci eğilimleri, hem de düzenle uzlaşma içindeki ara tabakaları ve diğer eğilimleri… Bütün bunları kendi sisteminde bir dengeye oturtuyor. Öcalan’ın kişiliğinde oluşan denge, bütün eğilimler için şemsiye işlevini görüyor. Sonuçta bütün bunlar bir parti açısından tanımsızlaşma, kimliğinin muğlaklaşması sonucunu getiriyor. Bir yandan işçi sınıfının öncüsü ve savaş kurmayı olarak partinin öncülüğünde devrim gelişirken, bir yandan da cephe görünümünü kazanan partinin sınıfsal kimliği muğlaklaştırılıyor. Oysa sınırları netleşmiş bir parti ve onun öncülüğünde yine sınırları net bir cephe örgütlenmesi sözünü ettiğimiz bütün belirsizlikleri ve karmaşayı önler, böyle bir şeyin ortaya çıkmasına da olanak sunmazdı. Ama gerçekleşen ikili bir durumdur ve bu, bütün bir devrim sürecine damgasını vuruyor.

Sınıf kimliğinin muğlaklaşması, tanımsızlaşma, ideoloji ile sınırlı kalmayarak parti politikalarının belirlenmesine yansıyor, stratejik kararlar ve programatik hedefleri de etkiliyor. 1990’ların başında Öcalan, sosyalist çizgi ve devrimin kendisini artık tek başına yaşatmayacağı kesin kanısına vardıktan sonra, emperyalist ve sömürgeci düzen içinde kendine yer edinme arayışı içine girdi. Aslında bu arayış, daha önce başladı. Gazeteci Mehmet Ali Birand’la yapılan röportajda düzen içinde kendisine bir yer arama eğilimi kendisini çok net olarak ortaya koyar. Reel sosyalizmin çöküşü, 1992’de Güneyde alınan darbe bu arayışı kesin bir çizgi haline getirir. ’93 ateşkesi böyle bir arayışın sonucu olarak gelişmiştir. Bu anlamda, ’92 Güney Savaşı, Öcalan’ın rotayı düzen içine kırmasında bir dönüm noktasıdır. Bugün çok net görülüyor ki, ’93 ateşkesi ile birlikte başlayan süreç, Öcalan’ın PKK devrim çizgisine bir alternatif yaratma eğilimidir. Kısacası giderek PKK’nin özünden uzaklaşıldı. Öcalan’ın dile getirdiği ideolojik söyleme baktığımızda PKK gerçekliği ile birlikte aynı zamanda sınıf dışı bir çok eğilimin olduğunu görürüz.

 

Muğlaklaştırma , tanımsızlaştırma en çok kendisini örgütsel yapı ve işleyişte gösterir. Öcalan, örgütsel yapı ve işleyişi, örgütsel kuralları, onların gerçekleşme biçimini ve örgüt düzenini kişisel tercihlerine göre şekillendirdi. Burada tam bir şekilsizleştirme, kimlik yitimi var. Bunun en somut olduğu olgu, üyelik kurumudur.

Üyelik, bir partinin örgütsel gerçekliğini tanımlamada anahtar bir kavramdır ve onun belkemiğidir. PKK’nin tüzüğüne göre bir üyelik tanımı vardır. Bu da Leninist partilerin üyelik tanımından farklı değildir. Bu tanıma göre, parti programı ve tüzüğünü kabul eden, parti örgütlerinden birinde fiilen çalışan kişi parti üyesidir. Bu tanıma göre parti örgütlerinin de netleşmesi gereklidir. KUKM içinde mücadele eden bir çok örgüt var. Bunlardan hangisi parti örgütü, hangisi değildir? Saptanmalıdır. Hangi örgütün parti örgütü sayılıp sayılmadığı net değildir. Görüldüğü gibi burada da tam bir örgütsel kaos yaratılmıştır. İçinde her şeyin olduğu, ama hiçbir şeye de benzemediği bir örgütsel gerçeklik söz konusudur. İlginçtir, bu belirsizlik ve tanımsızlık durumuyla da övünülmüştür. "Biz klasik partiler gibi kendimizi belli ölçülere bağlamadık" denilmiştir.

Tüzüğe göre, PKK’lilik tanımının gerekleri olmasına rağmen pratikte buna uyulmamıştır. Mücadelemizle ilişkili olan, şu veya bu düzeyde katkı sunan, KUKM’yi düşünsel olarak destekleyen, asmpati duyan herkes kendini PKK’li olarak tanımlamıştır. Parti içinde kimler üyedir belli değildir. Resmen üyelik sıfatını kazanan ve tanımlanan hemen hemen hiçbir kimse yoktur.

I. Kongrede (Kuruluş Kongresinde) "Bu toplantıya katılanlar ile MK üyeleri partinin resmi üyeleridir. Bunun dışındaki örgütler ve bu örgütler içinde yer alanlar aday statüsündedirler” biçiminde bir karar alınmıştı. Zaten o dönemde tüm parti organları ve örgütleri hazırlık organları ve örgütleriydi, adı da öyleydi. Örneğin Bölge Hazırlık Komitesi, Yerel Hazırlık Komitesi gibi. Daha sonraki süreçlerde ise kim üyedir, kim değildir? Hangi örgüt parti örgütüdür, hangisi değildir? Bunlarda bir belirsizlik, tanımsızlık vardır. Dolayısıyla partinin modern bir işçi sınıfı örgütü kimliğini kazanması da mümkün olmuyordu.

Oysa üyelik tanımı parti tüzüğünde kategorilere de ayrılarak yapılıyor. Üyeliğin gerekleri, aday üyelik ile aday üyelik süreci, yurtsever, taraftar ve asmpatizan tanımları bütün ayrıntıları ile anlatılmaktadır. Şöyle: "Parti üyesi olmak isteyen kişi, iki parti üyesinin önerisi ve başvurulan parti komitesinin kararı ve bir üst örgütün onayı ile aday üye olur. Aday üyelik süresi altı aydır. Aday üyelik süresini başarıyla tamamlayan kişinin üyeliği, bağlı olduğu komitenin üçte iki çoğunluk kararı, bir üst komitenin önerisi ve MK onayı ile ikinci altı ayda kesinleşir."

Parti tüzüğünde belirtilen üyelik için gerekli olan koşullar gerçekleştiğinde o kişi bütün üyelik haklarına sahip olur. Ancak pratikte bunun uygulanmadığını biliyoruz. Tüzükte üyelik ile ilgili belirtilen hiç bir prosedür işletilmedi. Hiç bir kural, hiç bir ölçü uygulanmadı. Burada neden uygulanmadı, sorusu yanıtlanmalıdır. Bu durum bilinçli olarak mı, yoksa bilinçsizce mi yaratıldı? Neden böyle bir şekilsizliğe gidildi? Bizim toplumsal gerçeğimiz uygun olmadığı için mi böyle bir tanımsızlık yaratıldı?

Pratikte bir çok arkadaş "Ben parti üyesiyim, en üst düzeyde rolüm budur" diyecek durumda değil. Yönetici bir arkadaş bunu söyleyebilir. Ancak yönetilen bir arkadaş "tüzükte benim haklarım şunlardır. Ben bu haklarımı kullanmak istiyorum" dediği zaman ona şu soru sorulacaktır. "Üye olduğunu nereden biliyorsun, kim sana üye olduğunu söyledi"? Fiilen belki kendini parti üyesi görebilirsin, bir parti üyesinin işlevini de yerine getirebilirsin, ama hukuken böyle bir hakkın yok. Çünkü resmi olarak üye değilsin. Hem örgütlüsün, hem değil, ama egemen yan örgütsüzlüktür, dolayısıyla bu durumu “örgütlü örgütsüzlük” olarak tanımlamak yerinde olacaktır.

PKK’de bir çok örgüt kurulmuştur. Örneğin Avrupa’da bir çok örgüt var. Gerillada bir çok birlik kurulmuş. Bu örgütler içinde yönetenler ile yönetilenler var. Partinin %80- 90’ı gerillada örgütlenmiştir. Bir başka deyişle gerilla, % 80-90 parti demektir. Ordu içinde kimler parti üyesidir, belli değildir. Hangi örgütler parti örgütleridir, belirlenmemiştir. Sadece ERNK çatısı altında bir çok örgüt kurulmuştur. Bütün bunlar neye göre çalışmaktadırlar. Tüzüğe göre mi örgütlenip çalışıyorlar? Tüzüğe göre mi kendilerini tanımlıyorlar? Yine ideolojik-politik çizgiye göre mi tanımlanıyorlar? Pratikte böyle olmadığını, tüzüğe göre örgütlendikleri belirtilse de Öcalan “sistemine” göre işlediklerini, tek merkeze, yani Öcalan’a göre hareket ettiklerini biliyoruz. Başka bir deyişle bütün örgütler ve kişiler bir kişinin odağında olduğu Öcalan yönetim “sistemine” göre şekilleniyor ve yönetiliyorlar.

İdeoloji, tüzük, kurallar, ilkeler, ölçüler Öcalan sistemine hizmet ettiği ölçüde bir anlam ifade edebilir !. Ancak her zaman da kurallar “sisteme” hizmet etmez. İşte o zaman da kurallar işlemez hale getirilir. Tek kişi yönetim “sisteminin” kendini işletebilmesi için ölçüler muğlak ve tanımsız bırakılıyor ve kurumlaştırılmıyor. Oysa Öcalan en çok da kurumlaşmadan söz ediyordu. Bütün çözümlemelerde "kurallara uyulmalıdır" demektedir. Adeta beyinleri iğnelercesine, defalarca kurallardan, ilkelerden, ölçülerden söz eder. Amaca bağlanmanın gereğini vurgular. Ancak Öcalan’ın kendisi ve kurduğu “sistem” kurumlaşmanın önünde engel olmuştur ve bu “sistemi” ile anladığımız anlamda kurumlaşmanın olması da mümkün değildi.

Açık ki, kurumlaşma üyelikten başlar. Kurumlaşma, parti örgütlerinin, kurumlarının ve komitelerin sınırlarının net ve kesin bir biçimde çizilmesinden geçer. Bu da tüzük hükümlerinin pratiğe geçirilmesi anlamına gelir. Fakat pratikte tüzük hükümlerinin uygulanmadığı çok açık. Bazı işleyiş ilkeleri yerine getirilse de bunlara da anlam verilmediği açık. Örneğin toplantılar yapılıyor. Burada bazen kurallara ve tüzüğe göre örgüt işliyor. Ancak bu, “sisteme” hizmet ettiği ölçüde anlamlı kabul edilir. “Sistemi” kurumlaştırdığı, onun kültürünün içselleştirilmesinde yararlı olduğu ölçüde gerekli görülür. “Sistem”le çeliştiği noktada bir ihtiyaç olmaktan çıkar. "Bu sitem nedir" sorusunun sorulduğu andan itibaren ise örgütsel ilkelerin yerine "önderliğe sadakat" vurgusu geçer. Ölçülerin belirsiz bırakılması elbette amaçlıdır, tek kişinin keyfi ve sorumsuz, despotik yönetim tarzının oturması ve engelsiz, sorunsuz, itirazsız işleyebilmesi için “örgütlü örgütsüz” yapının varlığı kaçınılmazdır. O nedenle örgütlü bir örgütsüzlük durumu Öcalan tarafından bilinçli bir biçimde geliştirilmiş, bu, kendi tek kişi yönetim tarzının örgütsel temeli olarak algılanmış ve uygulanmıştır.

“Örgütlü örgütsüzlüğün” kurumlaştırılması, örgütlenme ve yaşam kültürüne, hatta bir psikolojiye dönüştürülmesinin temel nedeni, Öcalan “sistemi” ve onun kendini sürdürme kaygısıdır. Çünkü bu “sistemi” ancak belirsizliklerle oturtabilir ve yaşatabilirdi. Başka türlü oturtması ve sürdürmesi mümkün değildi. Devrimci ideolojinin gereklerine uygun örgütlenmiş bir partide, parti üyelik bilincine ulaşmış kadroların varolduğu bir ortamda tüzük ilkelerine neden uyulmadığı, kişilerin neden parti üstü konumda görüldükleri ve oldukları sorgulanır. Bu sorgulamanın önü alınıyor.

Günlük yaşamda sık sık parti ve örgüt bilincinden söz edilir. Aslında bu üyelik bilincidir. Yani sorumluluk bilinci. Yani görevlerinin bilincine ulaşma, pratikte görev ve haklarının nasıl uygulandığının denetleyicisi olma bilinci! Örgüt bilinci budur.

Örgütü kurumlaştırmak ise örgütün ilkelerine ve örgütün temel ölçülerine göre işleyişi, ilişkileri, ölçüleri oturtmaktır ve bunları istisnasız herkes için bağlayıcı hale getirmek ve işletmektir. Eğer bir partide en temel kurallar oturtulmazsa denetleme, pratik takipçilik de gerçekleşmez. Örneğin toplantılar yapılmıyor. Nasıl bir denetleme yapılacak? Yine politikalar, kurallara göre belirlenmiyor. Bu durumda elbette kimin ne yaptığı belli olmayacağı gibi, ifade ve katılım olanakları da ortadan kalkacaktır.

Bugün bütün herkesin bildiği bir gerçeklik var; o da PKK’de üyelik kurumunun olmadığı, oluşturulmadığıdır. Çok şaşırtıcı gelecek belki, ama, resmi üyesi olmayan bir parti ile karşı karşıyayız. Yine resmi örgütleri olmayan veya hangisinin parti örgütü olduğu belli olmayan, ama aynı zamanda örgütleri de olan bir parti gerçeği söz konusu. Hem üyeleri var, hem de yok. Fiilen o parti örgütleri sayılan yapılar içinde yer alanlar (yönetici ve komitelerde yer alanlar) fiilen parti üyesidir. Fakat resmen de parti üyesi değildir. Parti örgütleri var. Yine bunlar resmen parti örgütü değil. Cephe örgütleri, kadın partisi ve diğer kitle örgütleri var. Bunlarla parti örgütleri arasında bir ayrım yok. İşleyişe ve yaratılan kültüre göre herkes hem PKK’li, hem PKK’li değil. Bir çok örgüt var. Bunların hangisinin parti örgütü, hangisinin cephe örgütü, hangisinin kitle örgütü, ordu birliği olduğu anlaşılmıyor ve bunlar arasındaki sınırlar tamamen silinmiştir. Bu tanımsızlaştırma süreci irdelendiğinde öncelikle üyelikteki kaybedişin işin özü olduğu görülecektir.

Sonuç olarak PKK nedir sorusunun yanıtını, devrimci çizgi ile Öcalan yönetim “sistemi” ve kültürünün karmaşık, ikili, paradoksal bir bütün oluşturduğu, içinde hem her şeyin olduğu, hem de var olan gerçekliğin hiçbir şeye benzemediği çelişkili bir olgu biçiminde vermek gerekir. İkili bir durumla karşı karşıyayız. Bir çok eğilimin dengelendiği, örgütsel tanımsızlığın olduğu bir yapı. PKK, modern bir örgüt ile karşılaştırıldığında hem modern bir örgüte benzeyen bir model oluşturur, hem de bir cemaat niteliği taşır. Bu ikili karakterde döneme, zamana ve yere göre baskın olan yan değişmiştir. Başlangıçta sosyalist örgütlenme ağır basarken, zamanla cemaat ve tarikat özellikleri öne çıkmıştır. V. Kongreye sunulan politik raporda bir yandan idealizme kayan belirlemeler yapılırken, diğer yandan da sosyalist ideolojiye kuvvetli vurgular yapılmıştır. PKK’nin bu şekilde ideolojik, politik ve örgütsel olarak tanımsızlaştırılması, çizgilerinin belirsizleştirilmesi sonucunda ortaya çıkan kültür, bireyi kullaştırmıştır. Siyasal olarak ise bir çok eğilimin dengeye kavuştuğu bir yapı halini almıştır. Bütün bu eğilimlerin sahiplerinin hepsi de “Yaratan” karşısında güçsüz ve yalnızdır.

 

e) Öcalan Sisteminde Kullanılan Yöntemler, Mekanizmalar ya da “Çözümlemeler”

 

Öcalan sistemini oturtmada, partiye ve kitlelere egemen kılmada ve içselleştirmede çözümleme yöntemi çok temel bir rol oynar. Öcalan sistemi, aslında yönetim tarzıyla, kadroya yaklaşımıyla, eğitim politikasıyla, eylem anlayışı ile bir bütündür. Çözümleme yöntemi, bu bütünün içinde sistemin belkemiğini oluşturur. “Sistem” anlaşılmak isteniyorsa, 1987’den itibaren yapılan bütün çözümlemeleri incelemek gerekir!

Çözümlemeler, kadro politikasında, karar alma süreçlerinde ve eğitimde bu sistemin kültürünü, psikolojisini oluşturmada çok önemli bir işlev görmüştür. Çözümleme, Öcalan’ın platformudur. Düşünceyi o platformda oluşturmuş, kişilikleri o platformda ele almıştır. Kişilikleri çözümlemelerle hiçleştirip kendini ise yüceltmiştir. Çözümlemeler aynı zamanda bir mahkeme kürsüsü, karar süreci, planlama karargahı işlevini görmüştür. Her şey orada başlayıp orada bitmiştir.

Çözümlemelerde Öcalan’ın belirttikleri doğrultusunda ideolojik-politik, ruhsal duruş sağlandığından örgüt de bir bütün olarak kullanıldı. Bütün kararlar çözümlemelerle alındığından örgüt merkezine, karargahlarına gerek görülmedi. Yine bu nedenle yargı mekanizmalarının oturtulmasına, düşüncenin geliştirilmesine, kurumlaşmaya ihtiyaç duyulmadı. "Çözümlemeler bütün politik, örgütsel sorunlara yanıt oluyor" dendi. Kısacası Öcalan sisteminde çözümlemeler, ideolojik-politik önderliktir. Eğitim merkezidir, yargıçtır. Bu kadar işlevli ve geniş kapsamlıdır!

Çözümlemelere yön veren ana temayı kısaca şöyle özetlemek mümkün: Öcalan, kendi kişilik eğilimlerine, istemlerine, yaşam tarzına göre ve tek kişi iktidarını kurumlaştırma hedefini esas alarak bir şekillenmeye gitti, partimizi ve halkımızı da buna göre şekillendirmeye çalıştı. Öcalan’a göre parti, şehitler, maddi ve manevi değerlerin tümü ona aittir. O bütün değerlerin “bileşkesidir”! "Büyük başarısını" da düşmana karşı savaşla değil, yanlış doğmuş, yanlış büyümüş, işe yaramaz, başarısız olan kadrolara ve onların oluşturduğu partiye karşı savaşarak gerçekleştirdi. Kendi ifadesiyle verdiği savaşın yüzde doksanı partiye karşıdır.

Çözümlemelere bakıldığında, bunların iki temel ayağı olduğu görülür. Birincisinde, Öcalan’ın muhatap olarak aldığı kişiler, gruplar veya o anda platformda hazır bulunan bütün arkadaşların şahsında kadro, savaşçı ve halk aşağılanır, küçümsenir, yerden yere vurulur, hakarete tabi tutulur. Ne kadar işe yaramaz ve beceriksiz oldukları vurgulanır. Başka bir deyişle, çözümlemelerin bir ayağı hiçleştirmedir. Bunun kendi içinde mekanizmaları yaratılmıştır.

Çözümleme ile yargılama sürecine alınanların ne kadar yetmez ve gereksiz oldukları değerlendirildi. Hataların düzeltilmesi doğrultusunda eğitim yapılmayıp sürekli olumsuzlukları hatırlatıldı. Olumluluklarıyla buluşamayan kadrolar, hatalarıyla her gün yüzleşen ezik kişilikler haline getirildi. Çözümlemelerin temel işlevi budur. Çözümlemelerde kişileri kendi güçlü yanlarıyla buluşturma düşüncesinin kırıntısı dahi yoktur. Dolayısıyla potansiyel olarak var olan yaratıcı yeteneklerin önü açılmadı. Başarısızlık iyice ruhlara ve yüreklere yedirildikten sonra, Öcalan, "başarabilirsiniz, başaracağınıza inanıyorum" demek durumunda kaldı. Başarısız olacağına kişi inandırıldıktan sonra elbette başarı sözlerinin pek bir pratik değeri olmayacaktır. Çünkü söylenecek olan çoktan söylenmiş ve ruhların derinliklerine işlemiştir…

Belirtmeliyiz ki çözümlemeler, Öcalan’ın ruh haline göre inişli-çıkışlı bir biçim sergilemiştir. İçinde çelişkileri barındıran tehdit, korkutma, şaibe altında bırakmayı esas alan yaklaşımlar da az değildir. Örneğin önce "sen ajan mısın, sen buradaki yapının kafasını, yüreğini çelmek için mi geldin? Seni ne yapalım? Zavallı. Gönderelim mi babanın evine? Ne istiyorsun, başımızın belası mısın" gibi bir dizi ağır sözler söyledikten sonra, "bizi anlarsan büyük başarırsın, bizi uygulayan kazanır" demeyi de ihmal etmemiştir.

Hiç kuşkusuz partililer devrime verili toplumdan gelmektedir. Toplumdan götürdükleri olumsuzluklarla birlikte olumlu özellikleri de vardır. Sürekli olumsuzlukların dile getirilmesi sonucu olumlulukların da önü tamamen kapatılır. Kadroların cesareti kırılır, özgüveni sarsılır. Oysa her arkadaş devrime en güzel duygularının gücüyle gelmiştir. Devrimci yurtsever inançları vardır. Kafasında eşit ve özgür bir dünya hedefi var ve bu hedefleri onun için yaşam gerekçesi olmaya devam eder. Fakat içine girdiği sistemin ruhunda yarattığı çelişkiyi, "amaçlarımı gerçekleştirmemin yolu demek ki buradan geçiyor" biçiminde bir ikna ile çözer. "Doğru olan budur" der. Kısacası mücadele zemininde kalma, Öcalan sistemine uymaktan geçiyor. “Sistemin” herhangi bir parçası, dişlisi haline gelmekten geçiyor. Kafalarda bin bir soru işaretleri ve itirazları oluşsa da kişi sonunda kendini ikna etmek durumunda kalıyor.

Bireyin kendini ikna etmesinin en temel nedeni devrimci, yurtsever duygularıdır. Devrim yapma isteğidir. Objektif olarak başka alternatifi yoktur. O “sistem” içinde “sistem”le uyumlu olmayı, sistemin bir eklentisi, kadrosu veya müridi haline gelmeyi kendisi için vazgeçilmez görmektedir. Bu genel bir yaklaşım ve psikolojidir.

Öyle bir kültür oluşturulmuştur ki, Öcalan’ın her sözünü kendisinin savunmasına gerek yoktur. Herkes herkesin düşüncelerinin kilidini elinde tutar hale getirilmiştir. Öcalan’ın kurduğu sistemin öylesine savunucuları, yayıcıları, yani müritleri çıkıyor ki, Öcalan’ın ek bir şey yapmasına gerek bırakmıyor. Herkes “sistemin” koruyucusu, savunucusu durumundadır. “Ben önderliğin yanlışlarının bile militanı olurum” sözü ulaşılan müritleşme düzeyini gösterir. Yaratılan psikolojik ve kültürel ortamda tek bir aykırı ses, küçük bir eleştiri dahi büyük bir kuşku ve baskıyla karşılaşır. Henüz dinlemeden bir kişi tamamen aforoz edilir, tecrit edilir, yargılamaya, uygulamaya alınır.

Bunun nedeni de çözümlemelerle verilen eğitim, aşılanan kültür ve ruhtur, bunun kadro tipolojisidir. Öcalan gücünü esas olarak buradan almaktadır. Bugün büyük ihanetine rağmen bunu kabul ettirebiliyorsa, bunun en önemli nedenlerinden biri anılan bu gerçektir.

Çözümlemelerin birinci ayağını böyle özetledikten sonra, şimdi ikinci ayağına gelmiş bulunuyoruz. Şöyle özetlenebilir: Bütün bir parti yapısı (başta merkez üyeleri olmak üzere) bıktırıcı bir biçimde aşağılayıp horlarken ve başarısızlığa mahkum oldukları kesin bir dille ifade ederken, öte yandan da yine bıktırıcı bir tekrarla Öcalan, kendisini yüceltir ve her şeyi kendisine bağlar, kendisiyle açıklar ve her şeyi kendisine ait görür, tek kişi iktidarının nasıl vazgeçilmez ve seçeneksiz olduğunu döne döne vurgular. Bunu beyinlere ve yüreklere kazımak için her yola, her yönteme baş vurur, her fırsatı kullanır…

Bunun için sürekli olarak yaşam hikayesini anlatır. Yaşamının ilk günlerine, fazla zengin olmamasına rağmen olağanüstü bir içerik kazandırır. Köyde yaşadığı bir kaç tane olay var, tekrarlayıp durur. Bunlardan birini “İlk İsyan” olarak tanımlar ve olağanüstü bir anlam yükler. Oysa her çocuğun yaşamında buna benzer sayısız “isyanlar” var. Babası ile anasının ilişkilerini, bunun kişiliğini nasıl etkilediğini anlatır. Ardından güç arayışı, dine yönelme, asker olma istemi, giderek sosyalizme yönelme ve bu eksendeki gelişmeleri, bugünkü “önderlik özellikleri”ni kanıtlamanın birer kanıtı olarak sunar. Kesire ve Pilot’un kişilik özelliklerini, ortaya koyarken veya kendisini yüceltirken büyük zevk alır. Bunu ne kadar usta taktiksiyen olduğunu kanıtlamada kullanır. Sonra Kürdistan’a yöneliş, yurtdışına çıkış gelir. Kendine ait olan anlatımlar, hemen hemen 1980 ile birlikte sona erer. Kişilik ve yaşam hikayesi burada biter. Diğer anlatımlar ise soyutlama niteliğindedir.

Çözümlemelerin diğer önemli bir yönüne daha dokunmamız gerekiyor. Açık ki toplumsal değerlendirmeler, bilimsel veriler ve somut bilgiler üzerinden geliştirilebilir. Öcalan kitap okumadığını kendisi itiraf eder. Okumamasına rağmen her konuda tahlil yapar. Örneğin Yaşar Kemal’i okumamıştır, ancak Yaşar Kemal hakkında sayfalar dolusu çözümleme yapmıştır. Gılgameş’ı okumamıştır, ama Gılgameş üzerinde uzun uzadıya değerlendirmeler yapmıştır. Yapılan değerlendirmelerin çoğu da yanlıştır. Bu yöntemle de yanlış bir bilgilendirmeye ve yönlendirmeye gider. İşin ilginç yanı, buna da itiraz edilemez. Yeterli ve objektif bilgiye dayanmayan değerlendirmeler kişilikleri yanlış şekillendirdiği gibi, yanlış kararların alınmasına da yol açıyordu.

Daha da vahimi şu: Yeterli objektif bilgi ve veriye sahip olmaksızın parti kadroları ve süreçler hakkında Öcalan’ın yaptığı değerlendirmelerin kadroların ve diğer insanların kaderi üzerinde onulmaz tahribatlar yarattığını vurgulamak istiyoruz. Çünkü Öcalan’ın ağzından çıkan her söz mutlak doğru olarak kabul edilir. Hiç kuşkusuz bu yöntemi felsefik açıdan yanlış, siyasal ve ahlaki açıdan onarılması güç sonuçlar doğuran bir yaklaşım olarak değerlendiriyoruz ve bu, Öcalan’da istisna değil, bir kuraldır!

Bir nokta daha: Öcalan’ın yetkiye yaklaşımı ilginçtir. Yetki kaynağı olarak sadece kendisini görür, güç ve yetkinin gerçek ve tek sahibi olarak kendisini görür, İlahi bir güç gibi… Bütün kadroları yetkiyi kendisinden almakla, ama bunun hakkını vermemekle suçlar. Buradaki ilişki sanki mutlak monark ile tebaası arasındaki ilişki gibidir. Belirtmeliyiz ki, bu yaklaşım ve ilişki biçiminde çok büyük bir çarpıtma var. Sosyalist bir harekette yetki nasıl oluyor da bir kişiden alınmaktadır? Oysa, yetki hiç kimsenin tekelinde değildir. Yetki halkın, partinindir. Bir devrimci yetkisini partinin meşruiyetinden, devrimin meşruiyetinden alır. Yetkiyi, kongre hepimiz adına tanımlar. Kongre partinin bütün iradesini en üst düzeyde ifade eder, tüzüğü oluşturur. Tüzükte herkesin, organların yetkileri, görevleri, sorumlulukları belirlenir. Kadrolar kongrenin özgür iradesinden yetkilerini alırlar. Yetki bireylerden alınmaz. Öcalan da yetkisini bu organdan alır. Ancak kendisi kongrenin üstündedir, tek yaratıcıdır! Parti Öcalan’ın malı-mülküdür, kendisinin tasarrufundadır. Bizler ise emeğimiz, çalışmalarımız ne olursa olsun görev ve yetkilerimizi Öcalan’dan alan “özgür” tebaasıyız !. Emeklerimiz bize ait değildir, onlar partiye aittir, parti de Öcalan’dan başkasına ait değildir. Bu bakış açısı bir kültüre dönüşmüştür. Böyle bir ortamda kadroda sorumluluk duygusu gelişmez. Kadro kendine ait görmediği bir ortam ve yaşam içinde neden o kadar çaba harcasın ki? Kadro, içten içe "neden o kadar günümü, her şeyimi vereyim? Çünkü bize ait değil" demeyecek mi? Bu anlamda da parti kolektif olarak algılanılmamıştır, ya da ulaşılan algılama çok soyut kalmıştır.

Burada da ikili bir durum vardır. Öcalan sistemiyle karşılaşıldığında büyük bir yabancılaşmanın yaşandığı bir olgudur. Öcalan sistemi özümsendiği oranda kişi kendini Öcalan karşısında hiç olarak görür. Ancak devrimci amaçlarımız, özgür ülke ve yaşam hedeflerimiz olduğu için parti bize aittir ve dolayısıyla ona sarılırız. Kendimiz olarak algılarız. Yabancılaşma ile hiçleşme ve parti değerlerine sarılma çelişkisi, açık ki herkesi, kişilikleri parçalamıştır. Görev, sorumluluk duyguları parçalanan kadroların başarısız kalacakları kesin değil mi? Dolayısıyla kadronun yaşadığı başarısızlıklarının temel nedeni Öcalan sistemi ve bunun sonucu kişiliklerde yaşanan yabancılaşma, hiçleşme ve parçalanmadır…

Çözümlemeleri okuyan her arkadaş kendine yönelme zorunluluğunu hissetmiş, bu, kendisinden de istenmiştir. Çözümlemeleri okuyan her arkadaş kendini ezer, yerden yere vurur. Kendisini başarılı noktalarda değil, başarısızlıklarında arar. Kendi kişilik raporlarını yazarken de aynı yaklaşımı ve ruh halini sergiler. Örneğin raporlar yazılırken her türlü olumsuzluk sıralanır. Olumsuz özelliklerini ne kadar sayıp dökerse, raporunun kabul edileceğini düşünür. Neden böyle bir ihtiyaç hissedilir? Neden böyle bir zorlamanın içine girilir? Kendimizde neden olumsuzluk arama arayışına girelim? Neden kendimize bizde olmayan özellikler atfedelim? Bu soruların yanıtı bu “sistem”in yapısında ve mekanizmalarında gizlidir. Kişinin kendini kabul ettirebilmesi, ne kadar işe yaramaz, olumsuz, başarısız olduğunu söylemesine bağlıdır. Alçakgönüllülüğün, parti militanına yakışır tavır almanın ölçüsü bir çok olumsuzluğu sıralamaktan geçer. Fakat tersini yaparsa, "Ben şu konuda başarılıyım" derse o kariyerizm ve kendine sevdalılıkla damgalanır. Burada belirtilen kişinin gerçekten de başarılı pratikler sergilediği durumlardır. Başarısız olduğu halde "başarılıyım" demek elbette ahlaki bir tutum değildir.

Sonuçta çözümlemelerle ruhlar teslim alınır, iradeler kırılır, kişinin kendine ait hiç bir şeyi bırakılmaz.

Kişilik, devrim değerleri ile “sistem” arasında parçalanmaktadır. Bir yanda parti değerleri, kültürü, çizgisi var. Şehitlerin yaşamları, eylemleri, dünya devrim pratikleri var. Öte yanda ise Öcalan’ın kurduğu sistem… İkisini karşı karşıya koyma yerine ikisini birleştirmeye, ikisinden bir senteze ulaşmaya çalışır. Sonuçta “sistemin” içinde yer alır. Sistemin uyumlu bir parçası haline gelir, hatta sistemin teorileştirilmesinde katkı sunar. Bütün bunlarla birlikte bir yandan da her birey kendi içinde bir denge kurmak durumunda kalıyor. Örneğin yaşadığı parçalanmayı bir dengeye kavuşturarak… Başka türlü yürümek mümkün olmuyor.

Bütün bu ideolojik ve psikolojik hegemonyanın sonucu acıdır. Kısaca şöyle: Bugün parti yapısında ortaya çıkan durum Öcalan “sisteminin” PKK, PKK çizgisi ve değerleri karşısında baskın çıktığı, Öcalan’ın yarattığı kültürün kendi kadrosunu oluşturduğu, bunu halka da yedirdiği, bakış açısında Öcalan’ı tanrısal, yanılmaz görmenin yanında tapınma kültünün baskın geldiği çok açık. Tarihimizin en büyük ihaneti ile karşı karşıya olunmasına rağmen Öcalan sistemi kendini sürdürme olanağı buluyor. Hem de en pervasız bir tarzda… Bunda “sistemin” yıllardır verdiği eğitim, oluşturduğu kültür ve ruh hali önemli bir rol oynuyor ve bu durum teorileştiriliyor. Kayıtsız şartsız itaat etme, onsuz yaşamın olmayacağına inandırma kültürü yaratıldı ve egemen kılındı. "Ben zır deli olsam da bu halk beni peygamber görür" sözünün anlamı nedir? Bu söze içerilen halka yaklaşımını nasıl tanımlamak gerekir?

Çözümlemelerin bir boyutu daha var: Aşağılama ve hakaret! Öcalan kadrolara hakaret niteliğinde sözlerle birlikte çok rahat küfür edip aşağılamıştır. Bazen de "ben karıncayı ezmem, benim ağzımdan tek bir kötü söz çıkmaz" diyebilmiştir. Devrimciler yersiz ve kişiliği zedeleyici söz kullanmazlar, hiçbir küfrü ağızlarına yakıştırmazlar. Küfrün siyasal anlamı olmaz. Bir anlayışın bilimsel kavramlarla karşılığı var, sınıf uzlaşmazcılığı, oportünizm, reformizm gibi …. Normal sosyal ilişkilerde dahi Öcalan’ın kullandığı bir çok söz kullanılmaz. Öcalan bir çok değerlendirmesinde karşısındakileri hiç yerine koyup bir çok nitelemeyi yakıştırabilmiştir. "Sinek, böcek vb." diyebilmiştir. Yoldaş olmanın duygu derinliğini ne kadar yaşamıştır? Yoldaşlarına zerre kadar sevgi beslediğini sanmıyoruz. Oysa "ben sevgi kaynağıyım" derken o an kendinden geçer gibidir. Yaşamda ise yoldaşlarına öfkeli, tepkilidir. Hiç bir arkadaşla eşit bir ilişki kurmaz. “Sistem”ini oturduktan sonra eşit ilişkiler ortadan kalkmıştır.

Çözümleme yöntemi ile eğitilen ve şekillenen kadro nasıl bir kadrodur? Elbette ezik, yenik, kendini başarısızlığa mahkum gören, kendindeki olumlulukları, dinamikleri öldüren bir kadro… Başarısızlığa mahkumdur. Öcalan bunu defalarca tekrarlar, kadro buna inandırılır. Başarısız kadro, yenilmez Öcalan karşısında şunları diyecektir: "Kendini koru, başımızdan eksik olma, sen gittin mi biz de biteriz. Önderliksiz yaşam olmaz!" Böyle olduğuna da inandırılmıştır. Hiç bir devrim örneğinde önderlik böyle değerlendirilmemiştir. Önderler de doğal insanlardır ve toplumsal varlıklardır. Bir gün ölürler. Düşman kurşunuyla ölürler ya da ömürleri sona erer. O zaman Kürdistan’ın geleceği kararır mı? Bir toplum, bir parti biter mi? “Önderliksiz özgürlük olmaz” denilmektedir. Bu değerlendirmenin bilimsellikle bir ilgisi olabilir mi?

Özetin özeti şu: Çözümlemeler, bu “sistemin” en temel ideolojik ve ruhsal hegemonya araçlarıdır, karar süreçleridir, yargısız infazların gerçekleştiği kürsülerdir. Öcalan’da adil davranma kaygısı, adalet duygusu kesinlikle yoktur. Yoldaşlık saygısı, sevgisi de ortadan kalkmıştır. Parti değerlerini koruma kaygısı da duyulmamıştır…

 

f) Öcalan Sistemi, Kadın Sorunu ve Sevgi

 

Öcalan eksenli sistemin kendisini en çok ele verdiği ve açığa çıktığı alanlardan biri, kadın sorunu ve sevgi ilişkileridir. Örgütsel, siyasal ve sosyal yaşamı doğrudan ilgilendiren bu alanlarda Öcalan’ın geliştirdiği sistemi kavramadan onun temel yapısını anlamamız güçleşir, eksik kalır. O nedenle Öcalan’ın kadın sorununu nasıl ele aldığını ve nasıl geliştirdiğini teorik ve pratik “çözümünü” kimi ana çizgileriyle de olsa ortaya koymakta yarar var.

Öcalan, devrim adına yaratılan her şeyi kendine bağladı, kendisiyle açıkladı. Bütün her şeyi kendisine ait gördü. Her şey onun mülkiyet ve iktidar alanıdır. Her partili Öcalan’a ait bu alanda, onun bir parçası olduğu, onun mülkiyetine girdiği, ruhunu, bütün çalışmalarını ve yaşamını ona teslim ettiği ölçüde vardır. "Bağlandım" sözcüğü de yeterli değildir. İradesini ve ruhunu teslim ettiği ölçüde bir anlam ifade eder.

Kadın sorununda da durum böyledir. Öcalan’ın olay ve gelişmelere temel bir yaklaşımı var ve bu, bütün alanlar için geçerlidir. Halkın, sınıfların, toplumsal katmanların ve toplumsal kategorilerin en temel özlem ve taleplerini döneme, yükselen ideolojilere göre formüle etmek! Örneğin Kürt halkının bir ulusal kurtuluş sorunu, ulusal ve toplumsal talepleri var. Bu, dün sosyalizmde, sosyalizm ideolojisinde ifadesini buluyordu. 1990’lı yıllardan sonra sosyalizmden teorik düzeyde vazgeçilmedi, ama bununla birlikte neo-liberalizmden, globalizmden belli öğeler ödünç alındı. Kadın sorununda da aynı yaklaşımı görürüz. "Kadın öncüleşmelidir, güç olmalıdır", "Kadın özgürleşmeden erkek özgürleşemez, kadın özgürleşmeden toplum da özgürleşemez" demektedir. Bunlar doğru ifadelerdir. Ve sadece güncel özlemleri değil, binlerce yıllık küllenmiş özlemleri açığa çıkaran, formüle eden değerlendirmelerdir. Bu sözleri yürüyen, yükselen, gelişen bir devrimle birlikte, pratikte hayat bulan, gerilla, halk eylemliliğinin yarattığı coşku, heyecan ve siyasal ağırlığı arkasına alarak söylüyor. Kuşkusuz bunlar, herkesin ilgisini çekiyor, herkes dinliyor; mücadelede bu sözler çekici bir işlev görüyordu. Bir adım sonrasında ise her şeyi kendine bağlıyordu. Özgürlüğü, kurtuluşu, her şeyi kendisiyle açıklıyor. Ancak onunla özgürleşip onunla özgürleşme düzeyi korunabilir. Mekanizma böyle kurulmuştur. Günlük çözümü yok, çözüm, Öcalan’ın kendisidir.

Özgürleşme eğilimi, istemi kadını harekete geçiriyor. Toplumdan, aileden, erkekten koparak belli bir özgürleşme düzeyi yakalayan birey, hemen Öcalan sisteminin içine çekilip dört bir yandan kuşatılıyor. Biraz özgürleşmiş, ama Öcalan tarafından ise tutsak alınmıştır.

Bu kişilik çelişkili, ikili bir bütünü oluşturmaktadır. Özgürlük talebi devrime götürüyor, fakat birey öyle bir ortama kapılıyor ki, onsuz bir yaşam mümkün olmuyor. İtiraz edemiyor. Öcalan, maddi, siyasi anlamda her şeyi kendi iktidar tekeline aldığı gibi, bu, partilileri ideolojik, ruhsal anlamda da kuşatmaktadır. Her alanda bir hegemonya kurulmuştur. Onun dışında hiç kimsenin söz hakkı da yoktur. Kim tersi yönde konuşursa bir gün sonra provokatördür, haindir, ölümü hak etmiştir. Dıştalanır, sıradan biri haline getirilir. Yaşasa teslim olup sayfalar dolusu özeleştiri vermek zorundadır, ya da hainlikle damgalanır. Böylece yüreklerde korkudan tahtlar kurulur. Bugün teslimiyetin yaşandığı çok açıkken ve bütün dünyanın bildiği bir gerçek iken, mücadeleye yaşamlarını adayanlar seslerini çıkartamıyorlar. Konuyu tartışamıyorlar bile. Korkuyorlar. İhanetçi olarak damgalanmaktan korkuyorlar. Büyük bir trajedi, büyük bir paradoks!

Kısacası genel soyut kavramlar düzeyinde, en çekici, en tutkulu kavramlarla özlemlerimiz ifade ediliyor. Kişi ona gidiyor, gözü kamaşıyor. Adeta onu ışık, hatta güneş gibi görüyor. Sonradan Öcalan’ın tekeline, iktidar alanına giriyor. Böylece şekillenen kişilik “özgür kulluk”tan başka bir şey ifade etmiyor.

Öcalan, kadın sorununu kendisini güçlendirmenin aracı olarak değerlendirmiş, ortaya çıkan kadın hareketi de bu “sistemin” tamamlayıcı, dengeleyici çok önemli unsuru olmuştur. Bu da kendiliğinden oluşmamış, süreç içinde yaşanan gelişmelerle birlikte, uluslararası gelişmelerin sonuçları da değerlendirilerek şekillenmiştir. Öcalan sisteminin bütün özelliklerinin çok daha çarpıcı, belirgin, uç bir biçimde kadın hareketinde gerçekleştiğini söylemek abartı olmaz. Kadının özgürlüğü adı altında kadın üzerindeki iktidarın en kaba biçimi gerçekleşmiş, kadın en yalın biçiminde iktidar nesnesi haline getirilmiştir. Bu nedenle paradoksal, ikili bütünlük ile özgürlük yanılsaması çok çarpıcı biçimde bu alanda kendini gösterir.

Öcalan öyle bir mekanizma kuruyor ki, kadın tamamen kendi alanıdır. Oraya kimse dokunamaz. Kadının kendisine dahi ait değil, Öcalan’a aittir. Öyle bir mekanizma geliştirmiştir ki, kadın hem onun mülkiyetindedir, otoritesi altındadır, hem de erkeği teslim almada, o sistemi kurumlaştırmada önemli bir politik nesnedir. Yine kadını topluma karşı, ulusal çapta bir güç unsuru olarak değerlendirir. Parti içinde ise, dengeleme unsurudur.

Öcalan’ın kadın sorununa getirdiği teorik değerlendirmeler çözümsüzdür. Çözüm, volontarizmdir, kaba iradeciliktir. O da toplumun nesnel yasalarının reddidir. İnkarı ve katlidir. Bu da yaşam tarafından her defasında yalanlanır.

Özgürlük teorik olarak konulmuştur. Ama somut bir projeye, somut bir ilişkiye, yaşam tarzına dönüştürülememiştir. Somut olan tek bir şey var. O da Öcalan’ın kendisidir. Ona bağlanılmalıdır. Özellikle de Zilan arkadaşın eyleminden sonra kadın arkadaşlar Öcalan’a gözü kapalı bir biçimde bağlanmıştır. Kendi içlerinde müthiş bir çatışmayı, parçalanmayı yaşamışlar, yaşam gerçekliği ile Öcalan arasında sıkışıp kalmışlardır. Sayısız acılar, sayısız zorluklar da çekmişlerdir.

Saflarda herkes; "Önderlik tarafından yaratıldık" demektedir. Özellikle kadın arkadaşlar, "O olmazsa biz yaşayamayız" demektedirler. Nasıl yarattı? Bu sorunun yanıtı yoktur. Yaratılan nedir? Bir parti, bir halk nasıl yaratıldı? Bunun yanıtı yoktur.

Açık ki, bütün değerler kolektif emeğin, kolektif iradenin, kolektif bir mücadelenin sonucudur. Gerçek budur, bunun dışındaki iddialar bilim dışı safsatalardan başka bir şey değildir.

Sonuçta Öcalan sistemi, ortaya çıkan, erkek egemen anlayışın, erkek egemenlik sisteminin, en kaba, en çarpık, en ucube bir biçimde, ama kendini en büyük devrimci kavramlar altında gizleyerek, hatta onun araçlarıyla bezeyerek tekrar üretilmesidir. Öcalan sistemi, gelmiş geçmiş bütün egemenlik biçimlerinin hem en ince, hem de en kaba yöntemlerinin iç içe kullanılması ve tekrarıdır. Bütün egemenlik sistemlerinden bir şeyler kapmıştır. Kadının köleliği çok kaba biçimde yeniden üretilmiştir. Kadın büyülenmiş, özgürlük istemleri kullanılarak gözü boyanmıştır.

Kürdistan’da gelişen ulusal ve toplumsal devrim, kadın özgürleşmesinde büyük alt-üst oluşların yaşanmasına neden oldu. Kadın geleneksel toplumdan ve aileden kopuyor. Onun gerici değer yargılarıyla büyük bir savaşıma girişiyor. Kendi içinde sayısız yanılsama noktası taşısa da belli bir özgürlük bilinci kazanıyor. Kendine güveni oluşuyor. Kendisi olma, kendisini toplumsal ve ulusal kurtuluş mücadelesi içinde üretme çabalarını yoğunlaştırıyor. Ne yazık bütün bu gelişmeler Öcalan tarafından alınıp donduruluyor ve kendi sisteminin kendisine bağlanıyor.

Evet, bir bakıma bir “kadın devrimi” yaşanmıştır. Bugün, Kürt kadını ister partide, ister cephede, isterse mücadelenin kenarında kıyısında olsun, ruhsal, politik, ideolojik açıdan önemli bir değişim dönüşüm yaşamıştır. Kendi cinsel kimliğine sahip çıkma bilinci az çok gelişmiştir. Bu anlamda gelişmeleri küçümasmemek gerekir. Fakat devrimin bütün değerlerinde olduğu gibi kadın kurtuluş mücadelesi alanında yaratılan gelişmeler de sonunda Öcalan sistemine bağlanmıştır. Bu da ikili bir durumdur. Kadın bir yandan özgürleşmiş, diğer yandan da bir kulluk kapanına girmiştir. “Tanrı”nın ideolojik-politik kuşatması altında kalmıştır.

Sonuç olarak, Öcalan’ın bu konuda yarattığı kişilik, örgüt işleyişi, ilişkileri yönünden sistemini tümüyle reddetmek gerekiyor. Ama sosyalizm ve devrim yürüyüşümüzdeki çabalarımızı ve değerlerimizi sahipleniyoruz. Bunları da hem ideolojik-teorik düzeyde, hem de programatik-örgütsel ilişkiler düzeyinde tartışarak, daha da derinleştireceğimiz kesindir. Devrimin araçlarını yaratarak, kural ve ölçülerini çok daha kesin ve net bir biçimde belirleyerek; ama değişen, gelişen toplumsal yaşama da sürekli uyarlayarak yeniden üreteceğiz. Değerlerimizi almak, temel ilkelerimizi, yaklaşımlarımızı “sistemin” kirinden-pasından ayıklamak, onun illüzyonundan, göz boyamalarından arındırmak, gerçek kimliğine ulaştırmak büyük önem taşıyor. Kendimizi ve değerlerimizi özgürleştirmek ve bu temelde genel sosyalizm anlayışımızın bir gereği olarak kadın sorununu doğru ortaya koymak, doğru çözümünü üretmek zorundayız. Bu, devrimimizin en önemli sorunlarından biridir. Öcalan bu alanla çok oynadı, hala da oynamaya devam ediyor. Bu yüzden Öcalan illüzyonunu tuz buz etmek kaçınılmaz bir zorunluluk oluyor.

 

Öcalan’ın kadın sorununa yaklaşımında sevgi anlayışı ve politikası çok önemli bir yer tutmaktadır. Öcalan’ın sevgiyi ele alış biçimi, insana, değerlere, devrimci çizgiye yaklaşımının aynası gibidir. Bu aynaya bakanlar nasıl bir toplum istenildiğini de görebileceklerdir.

Öcalan, egemenlik sistemini oturtmada ve kurumlaştırmada sevgi ve kadın-erkek ilişkilerini önemli bir politika unsuru olarak kullanmıştır. Başka bir deyişle sevgiye yaklaşımı esas olarak politiktir, iktidar kaygıları belirleyici bir rol oynamıştır. Öcalan, sevgi ve kadın-erkek ilişkilerini mutlak denetim altında tutmayı, kendi iktidar sisteminin varlığı ve geleceği açısından kaçınılmaz görmüştür. Çünkü kadın ve erkeği mutlak anlamda kendine bağlamanın, egemenlik ve denetim altında tutmanın yolunun, her şeyden önce, onların ruhsal-duygusal dünyalarının mutlak denetiminden geçeceğini düşünmüştür. Öcalan, sistemini mutlak tek kişi iktidarı ve her şeyi kendine ait görme anlayışı ve hedefi üzerine kurduğu için, sevgi ve ruh alanına da el atmış ve bu konuda bir anlayış, bir politika ve kültür oluşturmuştur.

Bu konuda geliştirdiği ve hakim kıldığı mekanizma kısaca şöyledir: Bir yandan sevgiyi özgürlükle doğrudan ilişki içinde ele almış, bu anlamda saflara katılan kadın ve erkeğin bu konudaki arayışlarına ve eğilimlerine yanıt verir gibi yapmış, ama öte yandan, bununla birlikte sevgiyi ulaşılmaz bir soyutlama düzeyine çıkarmıştır. “Zaferi olmayanın aşkı olmaz”, “vatan özgürleşmeden sevgi olmaz” gibi belirlemelerle sevgi ve sevgi ilişkilerinin olmazlığını teorileştirmiş, böylece insanın ve toplumun ruhsal ve toplumsal hareket yasalarını katletmiştir.

Öte yandan kendisini sevgiyi hak eden tek birey olarak tek sevgi ve bağlanma merkezi haline getirerek, diğer bütün sevgi arayış ve yönelimlerini teorik ve pratik olarak mahkum etmiştir. Bu anlayış ve pratik sonucu, ruh ve sevgi dünyası Öcalan’a odaklanan kadrolar ve kitleler, aynı zamanda, ideolojik, politik ve ruhsal olarak Öcalan’ın mutlak hegemonyasına ve denetimine girmiş oluyorlar. Süreç içinde tam bir kültür ve ruhsal şekillenişe dönüşen bu durumun bir sonucu olarak, sevgi ve sevgi ilişkileri bilinçte, bilinç altında, yaşamda, örgütsel ve siyasal ilişkilerde ayıplanma, yargılanma ve mahkumiyet konusu olmuştur. Böylece Ortaçağ yaklaşımları ve uygulamaları adeta yeniden üretilmiştir. Duyguların mahkum edildiği ve bastırıldığı bir pratik yaşanmış, bu konuda büyük bir korku egemen kılınmıştır.

Öcalan, sevgi ile devrimci savaşı, sevgi ile örgütsel yaşam ve partileşmeyi, sevgi ile gelişme ve büyümeyi sürekli karşı karşıya koymuş, kaçırtıcı, dağıtıcı, düşürücü olarak değerlendirmiştir. Bu anlayışın sonucunda bu alanı kendisine ait kılan, mülkiyet alanı haline getiren ve mutlak denetimine almaya çalışan Öcalan, kadın ve erkeği de büyük ölçüde teslim almıştır. Bu pratik yasakçılık, doğa dışı ve anti-sosyal bir olgudur. Bu anlayış ve pratiğin sonucu partililerin ve savaşçıların ruhsal ve kişilik bütünlükleri zedelenmiş, kişilikler parçalanmış, tahrip olmuş, sayısız trajik olay yaşanmış; bu ruhsal ve sosyal düzeyleriyle verili toplumların gerisine düşülmüştür.

Bu nedenlerle, öncelikle Öcalan’ın sevgi ve kadın-erkek ilişkileri konusunda kurumlaştırdığı anlayış, politika ve pratiği mahkum ve reddetmek; onun yerine devrimci sevgi anlayışını ve politikasını esas almak ve geliştirmek esastır.

Öncelikle Öcalan sisteminin sevgi ve sevgi ilişkilerini bilinçte, ruhta ve ilişkilerde yargı konusu yapan ve mahkum eden anlayış, ruhsal duruş ve kültürü aşmak, devrimci sevgi anlayışına ulaşmanın önkoşuludur.

Devrimci sevgi anlayışı, cinslerin özgürlüğü ve eşitliği üzerinde şekillenen çıkarsız, hesapsız ve sınırsız duygu ve yürek buluşmasını ifade eder.

Devrimci sevgi anlayışı, devrimci idealler ve ideolojik-politik çizginin, amaçlanan toplum projesinin duygular dünyası ve cinsler arası sevgi ilişkilerindeki somutlaşması, devrimci yaşam ve devrimci duyguların etkili ve dinamik bir parçasıdır.

Sevgi, iddia edildiği gibi, devrimci mücadele ve devrimci savaşla çelişen bir olgu ve ilişki değil, tersine, doğru ele alındığında ve genel örgütsel ve sosyal yaşamın bir parçası olarak biçimlendirildiğinde, devrimci mücadeleyi olumlu etkileyen bir işlev görür.

Devrimci sevgi anlayışı, aynı zamanda, devrimci ideallerle, devrimci çizgi ile, örgütlü ilişki, yaşam ve mücadele ile çelişen, devrimci mücadele, ilişki ve kişilikleri güçlendirmeyen, özgürlük ve gerçek sevgi tanımıyla bağdaşmayan eğilim, duygu, ilişki ve davranışlarla mücadeleyi kaçınılmaz görür.

Her alanda olduğu gibi, devrimci sosyalist toplum projemizi, sevgi ve kadın-erkek ilişkileri alanında da bugünden geliştirmek, bunun ilkeli ve tutarlı mücadelesini vermek esastır. Bu nedenle bu konuda her türlü tutucu, gerici, bastırıcı ve devrimci olmayan anlayış ve hareketle mücadele etmek, bu bağlamda Öcalan sistemi ve onun her türlü etkisine, kalıntısına ve izlerine karşı mücadele etmek, bütünlüklü ve tutarlı bir yaşam anlayışının yerleştirilmesi ve oturtulması açısından zorunludur.

 

g) Öcalan Sisteminin Genel bir Özeti

 

Öcalan sistemini toparlamada ve tanımlamada Öcalan’dan yararlanmamız gerekir. Öcalan, kendinden ve kurduğu sistemden, onun kadrosundan o kadar emin ki, kendi gerçeğini bütün çıplaklığı ile itiraf etmekten geri durmaz. Erkeği Öldürmek adlı kitapta böyle davranır. Anılan kitaptaki röportajı 1996 yılında yapan Mahir Sayın, sorduğu sorularla Öcalan sisteminin zaaflarını ortaya koyar. Öcalan da çarpıcı yanıtlar verir. Kendi kişiliğini ve kurduğu sistemi çok net olarak özetlediği için bu röportajdan bir bölümü olduğu gibi buraya almak istiyoruz. Önce Mahir Sayın’ın sorusu:

“Anlatımlarınızdan dikkat çeken bir yan var. Başından beri her şeyin ekseninde siz varsınız. Bu çok tuhaf değil. Ancak şöyle ifadeleriniz de var: ‘Bir gün olmazsam aç kalırlar.’ Örgüt yapısı kendiliğinden bir işleyiş kazanmış durumda değil mi?

Siz demokrasinin gelişmesine bu kadar önem verirken ‘hareketin önderi de olsa bir kişiye bu kadar bağlı olunması çeşitli açılardan sakıncalı değil mi? Bu durumda kalındığı müddetçe kolektif irade nasıl oluşacak? Mao, Stalin, Kim İl Sung etrafında yaratılan kişi kültünün sizin adınız etrafında oluşması nasıl engellenecek? Yoksa ona gerek yok mu? En kötüsü size bir şey olursa ne olacak?”

Mahir Sayın aslında Öcalan’ın kurduğu sistemin özünü deşifre edici sorular sorar. Öcalan, bu sorular karşısında kendi sisteminin özünü itiraf etmek durumunda kalır ve içinde buna karşı önlemler geliştirdiğini de söyler, ancak bu noktada gerçekleri tahrif eder, gerçekle ilişkisi olmayan şeyler söyler. Verdiği yanıtlar ilginç ve düşündürücüdür:

“Tabii bu trajediye bir çare bulmak için büyük aranıyor. Benim trajedim şu aynı zamanda, hem böyle bir kültü yaratacağım, hem de bunu inkar edeceğim. Bu yine, bende müthiştir. Hem her şeyi kendime bağlayacağım, hem kendimi inkar edeceğim. Hem kesinlikle bu söylediğiniz kültü yaratacağım, hem de altına dinamit koyacağım. Diyeceksiniz tam deli işi, ama başka türlü olmuyor. Vicdana gelmeniz lazım. Bunlar birer olgu, gerekli de. Ama zamanı geldiğinde yıkılmalıdır. Veya gerekli olduğu kadar yer vereceksin. Bu anlamda tehlikeyi önlediğime inanıyorum. Dikkat edin, bunlar hem çok bağlı, hem hiç bağlı değil. Nettir bu. İspatını da yapabilirim. İnanılmaz ölçüde hepsi bağlı. ‘Öl’ deasm ölürler, ama şu da çok açığa çıkmıştır ki; en temel, en değerli, mutlak bağlı kalınması gereken hususlarda hiçbirisi bağlı değil. İşte Cuma arkadaş burada: Kalksın söylesin. Eğer öyle değilse, ne dersen de… Bağlı olmayı beceremiyorlar. Bu benim bizzat yarattığım bir durum. Hem mutlaka onları bir yere kadar bağlayacağım. Hem de beni dinamitlemelerini mümkün kılacağım. Tehlikeli değil mi? Bu insanları başka türlü demokratlaştırmak mümkün değil. Mesela, nasıl değerlendiriliyor bu: PKK içinde ‘bağlı olmak iyi bir şey filan’ deniliyor. Ve giderek tehlikeli bir hal aldığında inkar etme, karşıya koyma yönünü de geliştiririm. Nedir o? Onun bir çok insani hakları var. Veya kendinin olması gereken şeyler var. O kadar aşırı düzeyde onlardan yoksun bırakıyorum ki, isyan ediyor. ‘Ben neredeyim’ diyor. Orada işte, o benlik, demokrasi gerçeği ortaya çıkıyor. Tam sanat dediğim olay bu işte. İnanılmaz bir ustalık kazanmışım bu konuda. Bağlıyorum, bağlıyorum, bağlıyorum; ‘ya’ diyor, ‘biz hiç miyiz, bizim bir şeyimiz olmayacak mı?’ O noktadan sonra diyorum; ‘olsun’. Ama önce bağlamak gerekiyor. Önce onları güçlendirmek gerekiyor. Ondan sonra zaten, bireysellikleri doğsun. Yani ben bu kadar ustayım. Siz beni tanımadan soru soruyorsunuz.” (Mahir Sayın, Erkeği Öldürmek, sayfa: 341-342)

Öcalan, bu sözleriyle kişi kültüne dayalı sisteminin özünü ve temel mekanizmasını itiraf edip ele veriyor. Belli ki kişileri güçten düşüren, hiçleştiren, kullaştıran bu sistemi teorileştirirken gerçek olmayan değerlendirmelere baş vurmakta bir sakınca görmüyor. “Hem kesinlikle bu söylediğiniz kültü yaratacağım, hem de altına dinamit koyacağım”.sözündeki “dinamit koyma” değerlendirmesi kesinlikle doğru değildir. Bu yöntemin bireyi geliştirdiği, demokrasiyi geliştirdiği biçimindeki sözlerin hiçbir pratik değeri ve anlamı yok, tersine kişi kültüne dayalı sistemi meşrulaştırmaya dönük çarpıtmalardır. “En temel haklardan yoksun bırakarak bağlama” yöntemi bırakalım bireyi ve demokrasiyi geliştirmesi, insani olmayan “Hayvan terbiyecilerinin” en ilkel yöntemlerinden biridir. Öcalan’ın yaptığı da budur! “Ama başka türlü olmuyor” diyen Öcalan’ın bize yaklaşımını çok kaba bir biçimde ortaya koymuş oluyor.

Görüldüğü gibi uygulanan yöntem çok korkunçtur. Bu sorular pek çoğumuzun kafasında canlanmıştır. Ancak bu sorular ilerletilememiştir. Çünkü pek çok arkadaş Öcalan sisteminin tepkisiyle karşı karşıya gelebileceğini tahmin etmiştir. Sistemin oluşturduğu kültürün dıştalama ihtimali ve kişinin bütün özlemleriyle, emekleriyle karşı karşıya gelebileceği bilindiğinden soruların önü kesilebilmiştir. Açık ki burada kişi kendini ikna edip kandırmaktadır. Bu soruların ilerletilmemesi, yeni sorular eklenmemesi, kaygısızca incelenmemesi sistemin bütünlüklü kavranmasını da engellemiştir. Ayrıca gelişen, büyüyen devrimci mücadele var ve bunlar, “Önderliğin eseridir”, bazı eksiklikler olabilir, önemli olan devrimin başarısıdır, zafere götürülmesidir, zaferi işaret eden hedeflerin konulmasıdır, denilmiştir.

Büyüyen devrim ve kazanılan başarılar kimin başarısıdır? Sorgulanmaya değerdir. Evet Öcalan’ın da belli katkıları vardır. Ancak katkı sunmak zorundadır. Başka türlü de önderlik yapması mümkün değildir. Bir halkın özgürlük mücadelesi önlenemez boyutlar kazanmıştır Dünya, bölge ve Türkiye gerçekliğinde Öcalan, kendini yaşatmak için de olsa devrime hizmet etmek zorundadır.

Öcalan ile ilgili bir iki noktaya dokunmamız gerekir. Düşman karşısında, "her şey yalandı, yanlıştı, benim yaşanacak bir geçmişim yok, beni kendi örgütünü tasfiye eden biri olarak değil, tavrımı da zora düşmüş bir adamın tavrı olarak değil; gerçekleri kavramış, vatanına, devletine hizmet etmeye hazır, devlet ve vatan aşkıyla yüreği çarpan bir kişi olarak değerlendirin" biçiminde bir duruş sergilerken; parti ve halk karşısında ise "ben sizin bildiğiniz Apo’yum" demiş ve halkımızı kandırmayı sürdürmüştür. Bu, Öcalan’da bir siyaset yapma tarzıdır. Çelişkili, parçalı, eklektik, bir çok eğilimi ve gücü kendinde dengeleyen, dengeciliği bir siyaset tarzı haline getiren Öcalan’ın esas aldığı ilkeler, amaç yoktur. İmralı, bu gerçeğin açığa çıkmasıdır.

Fakat dün çok farklı görünebiliyordu. Dün devrim, halk karşısında çok farklı bir konumdaydı. 15 Şubattan önce Avrupa’da da yine o ikili, parçalı, kendi içinde bir çok tutarsızlığı taşıyan kişiliği görüyoruz. Ancak egemen yan olarak gözüken devrimi, savaşı derinleştirmeyi isteyen, devrime inançsızlığı mahkum eden, VI. Kongreyi bir zafer ve devletleşme kongresi olarak tanımlayan kişiliktir. Hatta bu çıkışı, "Ankara’dan çıkarak partileştik, Ortadoğu’ya çıkarak ordulaştık, dünyaya açılmakla da devletleşeceğiz" sözüyle de sloganlaştırmıştır. Düşman karşısında ise, "hayır ben devletleşmeyi yerel yönetimler olarak algıladım. HADEP bir milyondan fazla oy aldı, devletleşmek budur. Devletleşmekten ortak devleti anladım. Cumhuriyeti birlikte kurduk, milli kurtuluş savaşını birlikte verdik. Bu tarihsel olarak böyledir. Kürt devletinin kurulması hayaldir. İlmen de böyle, bir devletin kurulamayacağı sabittir" demiştir.

Bu iki duruş arasında ne kadar süre geçmiştir? Bu tutarsızlığın hem siyasi ahlakta, hem de genel ahlakta asla yeri yoktur. Böyle bir ikilem nasıl açıklanabilir? Hangi Abdullah Öcalan doğru söylüyor? İmralı’daki Öcalan mı, yoksa Avrupa’daki, Bekaa’daki, Suriye’deki Öcalan mı? İki ayrı kişilik, iki ayrı sınıf çizgisi var ve bunlar tutarlı bir bütünlük oluşturamaz. Biri özgürlük, demokrasi, sosyalizm, halkların kardeşliği, enternasyonalizmden söz eden, halktan yana, sosyalizm için kendini adadığını söyleyen bir önderlik, diğeri ise bunları unutmuş, devletin kırk yıllık bir savunucusu olan Öcalan’dır. Hangisi esas alınacak? Daha da önemlisi bu iki Öcalan arasında gerçek anlamda bir fark var mı? Öcalan ile ilgili yaptığımız değerlendirmeleri alt alta koyup değerlendirdiğimizde, 15 Şubat öncesi Öcalan ile İmralı’daki Öcalan arasında özde bir fark yok. Bunun açıklaması çok basittir: Öcalan için devrim, devrim ideolojisi, programı ve değerleri bağlanılması gereken ve temel alınması gereken ilke ve değerler bütünü değil, kullanılması gereken araçlardır. Amaç, bağlanılması gereken ilke kendisinden başkası değildir. Bundan dolayıdır ki İmralı’da bir çırpıda devrim değerlerini, bütün bir partiyi altın tepside düşmana sunmada tereddüt etmedi ve kırk yıllık cumhuriyet ve Kemalizm savunucusu kesildi. Devrim değerleri ve parti kendisi için bir yük haline gelmişti, ölüm nedeni haline gelmişti, bu nedenle bir çırpıda atılmalıydı; öyle ya, “Barış, partilerden, hatta PKK’den daha önemli”ydi!

Peki, Öcalan’ın yaşadığı yenilgiyi nasıl açıklamak gerekir? Hemen vurgulamalıyız ki, burada yenilen sosyalist bir önder değildir. Yaşanılan, bir dava, ilke adamının zor karşısındaki yenilgisi değildir. Yani Öcalan’ın teslimiyet ve tasfiyeci duruşu, dar anlamda bir sosyalistin, bir devrimcinin kendi iç zaaflarına tutsak düşmesi olarak açıklanamaz. Elbette basit zaaflar, güçlü yaşam dürtüsü birer olgudur, ama Öcalan’ın kendini algılayış ve kendini toplum ve dünya karşısındaki konumlandırış anlayışı ve bunun yarattığı ruh hali çok önemli, esas olarak bunun üzerinde durmak, basit zaafları da bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Burada ortaya çıkan; çizgi, ilkeleri ve değerleri kendisi için kullanan, kendisini amaç, bağlanılması, tapınılması gereken merkez haline getiren, her şeyi kendisiyle açıklayan ve kendisine bağlayan, bütün parti ve halkı mutlak denetimine ve iktidarına alan ve bunu sürdürmeyi temel siyaset tarzı haline getiren, bütün partiyi ve halkı buna alıştıran bir kişiliğin ve sistemin yenilgisi ve iflasıdır. Yenilginin, teslimiyet, ihanet ve tasfiyeciliğin temel nedeni, işte bu kişilik yapısının kendisidir. O anlamda burada bir “tutarlılık” vardır. Esas olan kendisi olduğu için, kendisini yanılgılı da olsa, yaşatmayı ve sürdürmeyi esas alıyor. Yine de ortada kendini ele alışta da bir yanılgı vardır. Neden? Çünkü, araç olarak kullansa da onu var eden Kürdistan Devrimidir. Kürdistan halkının temel özlemleridir. Bugün bütün bunları terk etmiş ve devlete sarılmıştır. Devleti yüceltip onun karşısında diz çökmektedir.

Öcalan için amaç ve ilke yoktur, parti de onun için kullanılması gereken, kendisi ve yaşamı söz konusu olduğunda bir çırpıda atılması gereken bir araçtır. “Barış, partilerden ve hatta PKK’den daha önemlidir” (7. Kongreye sunulan Politik Rapordan…) diyerek bunu teorileştirmeye çalışmıştır. İmralı süreciyle pratikte dayattığı tasfiyecilikle kanıtladığı bu değil mi?

Kürt halkı özgürlüğe, ışığa, sıcaklığa susamıştı. Kürt halkı gerçek anlamda bir önderliğe ve ulusal birliğe susamıştı. Dün, devrim gerçeği ile Öcalan’ın yarattığı hayal birbirine karışmıştı. Bugün devrim gerçekliği tümden yok edilmeye çalışılıyor. Geriye sadece bir illüzyon, yanılsama kaldı. Hiç bir sihirbaz, sihrini, büyüsünü gerçek yerine koyamaz!

Dün büyülenmiş olabiliriz. Ancak 15 Şubat gözlerimizdeki büyü perdesini kaldırdı. Bugün sihirbazlıkları hala devam ediyor. Dün devrim, savaş ve gerilla yanılsamayı kapatıyordu. Gerillanın başarısı, devrimci mücadelenin gelişmesi, Öcalan tarafından ortaya atılan temelsiz bir çok noktayı örtüyordu. Ancak bugün büyük bir daralma, silahsızlanma, güçsüzleşme, çözülme ve çöküş süreci yaşanmaktadır. Bu anlamda Öcalan ve İmralı Partisi yönetenleri, ne kadar kendilerini farklı gösterseler, ne kadar gerçekliği çarpıtmaya çalışsalar da, gerçekliği daha fazla perdeleyemezler.

Bütün bu sanal dünya aydınlatılır ve teşhir edilirse halkımız, partililer gerçekler dünyasına çekilirse gelişmelerin çok farklı olacağı açıktır. O zaman Öcalan sistemi hak ettiği pratik yanıtı halkımız ve devrimci mücadelemizden alacaktır.

Kısacası 15 Şubat, onu gerçekliği ile yüzleştirdi. “Tanrı” olmadığının da çok iyi farkındadır. Bu illüzyonun sürmesi kendi iradesinin mi, yoksa düşman iradesinin mi sonucudur? Bu sorunun kendisi de önemli ve mutlaka yanıtı araştırılmalıdır.

15 Şubat sonrası Öcalan, siyasal olarak bitmiştir. Öcalan, uluslararası karşı-devrim planı doğrultusunda hareket etmektedir. Dün yarattığı psikoloji, bağlılık ve siyasal gücü bugün bu planın başarısı için kullanıyor. Devrimin, PKK’nin sonunu getirmeye çalışıyor. Ancak her şey onların istediği gibi ve bire bir gitmiyor

Her şeyi kurguladıkları biçimde yürütmek istiyorlar. Öcalan mutlak anlamda teslim olmuş bir kişilik olarak irade sahibi değildir. Rolü de PKK’yi tasfiye etmektir. Af ve yaşamı için güvence istemi dışında her şey karanlık. Bu karanlık, Öcalan ve tasfiyeciler üzerinde Demoklesin Kılıcı gibi durmaktadır.

Bugün Öcalan “efsanesi” bitmiştir. Işık, Güneş yanılsaması hazin, trajik bir sonla noktalanmıştır! Gerçekler tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmıştır, çıkmaya devam edecektir… Dün sosyalizm, bağımsızlık, özgürlük savaşı vardı. Bugün İmralı Partisi için yalnızca Öcalan var. Amaç yalnızca odur!

Halkın veciz deyişiyle özetlemek gerekirse;

“Takke düştü kel göründü!”

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
News Reporter