0 0
Read Time:5 Minute, 9 Second

Türkiye’nin siyasi hayatını yönlendiren bütün büyük çelişkilerinin buluştuğu bir kavşağa giriyoruz. Uzun yıllardır ilk üç çelişkinin (Kürt sorunu, burjuvazinin iç savaşı, emperyalizmin sürekli savaşı) çekim alanında girdaplara kapılan Türkiye, ilk kez sınıf mücadelesinin ağırlık taşıyabileceği bir toplu duruma giriyor. İlk üç çelişki Türkiye’yi kördüğüm haline getirmiştir. Kördüğümün açılması sınıf mücadelesine bağlıdır. Bu fırsat yaklaşıyor.


Türkiye’nin siyasi hayatını belirleyen bütün büyük çelişkiler uzun zamandır ilk kez bir dinamit fıçısında buluşuyor. 2008 yılı ciddi sarsıntıların ve patlamaların yaşanacağı bir dönem olmaya aday. Üstelik kısa aralıklarla gidişat farklı yönlere de dönebilir, gelgitler yaşanabilir. Bir toplumun dokusunu bu kadar çok çelişki birden sarsarsa, sonucun ne olacağını öngörmek hiç kolay değil. Ama ciddi gerilimlerin yaşanacağını, hayır şimdiden yaşanmaya başladığını söylemek mümkün. Üstelik çelişkilerin dinamikleri iyi kavranırsa, toplumu yönlendiren akıntıların büyük işçi, emekçi ve ezilenlerin çıkarlarına uygun biçimde sıralanması için çaba göstermek olanaklı.

Yaklaşık on beş yıldır, belki 1993 Sivas katliamından, belki 1994 yerel seçimlerinde Erbakan’ın Refah Partisi’nin elde ettiği zaferden bu yana, Türkiye siyasetini dört büyük çelişki yönlendiriyor. Bunların bazıları daha önce biçimlenmiş çelişkiler, ama dördünün birden bir araya gelmesi bu tarihten sonra gerçekleşiyor. Hızla sıralayacak olursak, Kürt sorunu, İslamcı / Batıcı-laik çelişkisi, emperyalizmin sürekli savaşı ve sınıf mücadelesi Türkiye’nin gündemine o dönemden bu yana damgasını vuruyor. Evet, bu sorunların her birinde bu on beş yıl içinde önemli değişimler yaşandı. Ama temelde bu dört çelişki güncelliklerinden hiçbir şey yitirmeden ağırlığını hissettirdi. On beş yıl içinde bu çelişkilerin her biri etkisini yaptı, ama biri ya da ikisi kızıştığında ötekiler durgun bir evreye girmiş oluyordu. Şimdi ilk kez bunların hepsinin birden patlayıcı uğraklara doğru ilerlediği görülüyor.
İslamcı ve laik-Batıcı kamplar arasındaki çelişki, 1996’da Erbakan koalisyon hükümetini kurduğundan ve 28 Şubat sürecinde TSK ile “silahsız kuvvetler”in ABD ile ortak çabası sonucunda yıkıldıktan bu yana etkisini hissettiriyor. Evet, AKP 28 Şubat’ın darbeleri altında evcilleşmiştir. Ama bu parti iktidara geçtiğinden bu yana da söz konusu çelişki bir türlü ortadan kalkmamıştır. 2007’nin bahar aylarında cumhurbaşkanı Gül’ün adaylığı cumhuriyet tarihinin beşinci askeri müdahalesine bile yol açmıştır. Ama 28 Şubat müdahalesinden beri hiçbir aşamada bu çelişki, ordunun bu kez tartışmanın bir tarafı haline gelmemesine rağmen, toplumun kendi bağrında bugün türbanın yarattığı türden bir yarılmayı ortaya çıkarmamıştır. Anayasa Mahkemesi ne yönde karar verirse versin, önümüzdeki dönemde burjuvazinin iki kampı arasındaki politik iç savaş kolay kolay dineceğe benzemiyor.

Burjuvazinin iç savaşında yaşanan bu yeni muharebe, yani türban muharebesi Kürt sorununda 2007’nin Ekim-Aralık ayları arasında yaşanan alevlenmeyi (tezkere ve hava operasyonları) izledi, kendisi de Şubat sonunda başlayan kara harekâtını önceledi. Türkiye’nin Kuzey Irak’ta giriştiği kara savaşı, haksız bir savaş olmakla kalmıyor. Aynı zamanda her iki taraftan da işçi, emekçi, yoksul köylü gençlerinin hayatına mal oluyor (bu satırların yazıldığı anda iki taraftan hayatını yitirenlerin toplam sayısı Türk ordusu tarafından 300 olarak veriliyor) ve yararsızdır (kendisi çözüm getirmeyeceği gibi siyasi bir çözümün altını kemiriyor). Bütün bunların üzerine bir de son derecede tehlikeli başka olasılıkları gündeme getiriyor. Bu da bizi Türkiye’nin gündemini belirleyen üçüncü büyük çelişkiye, emperyalist sürekli savaşa getiriyor.

Kuzey Irak’ta girişilen hava ve kara operasyonları iki belirgin tehlike yaratıyor. Bunlardan biri Türkiye’nin Irak bataklığına çekilmesi olasılığıdır. Savaşlar devrimler gibidir, bir kez başladığında nerede biteceği belli olmaz. İkinci tehlike ise bir olasılık değil, neredeyse bir kesinliktir. Kuzey Irak’ta PKK’ye karşı verdiği desteğin karşılığını ABD kendi sürekli savaşında Türkiye’ye daha aktif bir rol vererek alacaktır. Bu, Britanya dışındaki NATO müttefiklerinin esas savaşın yaşandığı güneye asker yollamadığı Afganistan’a muharip güç yollama biçimini alabilir. Bu, İran’a karşı bir ABD taarruzunda Türkiye’nin destek güç olarak işin içinde yer alması biçimini alabilir. Bu, hatta, ABD’nin battığı Irak bataklığında, mesela Bağdat’ta Türk ordusunun görev alması biçimini alabilir. Bunların her biri büyük tehlikelere gebedir. Afganistan, gencecik askerlerin ABD çıkarları için yurda tabutlar içinde dönmesi demektir. İran, Türkiye’nin en güçlü komşusuyla yıllar sürecek bir gerilim içine girmesi demektir. Irak, olursa, bataklığa kendi iradesiyle girmek demektir.
Türkiye’nin gündemini belirleyen dördüncü çelişki, son çeyrek yüzyıldır esas olarak burjuvazinin işçi sınıfı ve emekçilerin haklarına ve kazanımlarına taarruzu biçiminde sürüyor. İşçi sınıfı bu taarruza 1989-95 aralığında ciddi bir takım mücadelelerle (Bahar Eylemleri, Zonguldak, kamu çalışanlarının sendikalaşması, Paşabahçe, Erdemir, 1994 krizindeki eylemler vb.) yanıt vermeye çalıştı. Ancak son on yıldır burjuvazi tek taraflı saldırıyordu, işçi ve emekçiler ise bütünüyle savunmada idi. 2007 yılı bu tabloda bir değişiklik olma ihtimalini ortaya koydu: Sınıf mücadeleleri eğrisinin yön değiştirme belirtileri gösteriyordu. Türk Telekom grevi, THY’deki sıkı mücadele, Antalya Novamed’de bir yıldan fazla süren ve zafere ulaşan grev, Mersin Serbest Bölge ve Trakya Sanovel’de işçilerin sebatkâr direnişi, en geri sendikal yapılanmalarının dahi grevi gündeme getirmiş olması (Harb-İş, Denizciler Sendikası vb.), bütün bunlar işçi sınıfında bir ruh durumu değişikliğine işaret ediyordu. 2008 bu eğilimi pekiştiren gelişmelerle açıldı. Tekel işçilerinin militan mücadeleleri, işçi sınıfı bağrındaki hareketlenmenin devam ettiğine işaret ediyor. Tersane ölümlerinin vahameti karşısında 27 Şubat’ta yapılan eylemde sınıfın bütün mücadeleci kesimlerinin işbirliği bu atmosfere önemli bir katkı sağlıyor. Elbette henüz bir yükselişten, hele hele genelleşmiş bir yükselişten söz etmek mümkün değildir. Ama gelişmeler eğrinin dönmekte olduğunu düşündürüyor.

Bu eğilimlere dünya çapında ciddi boyutlar kazanan finansal krizin ve ekonomik yavaşlamanın ilk işaretlerinin Türkiye’de yol açabileceği sonuçlar eşlik ediyor. Şubat ayında Mavi Defter’de yazdığımız gibi, bu gelişmeler derinleşir ve Türkiye ekonomisi krize girerse, işçi mücadelelerinin gösterdiği hareketlenme dalgasının karşısına bir tsunami gibi gelen bir ekonomik daralma ve işsizlik çıkacak. Bu tür bir kriz, burjuvazinin işçi sınıfına taarruzunu yükseltmesini zorunlu kılacak. Böylece, iki dalganın çarpışmasından son derece güçlü ve ne sonuç üreteceği baştan bilinemeyecek bir gerilim doğması ihtimali var.

Bu yazıda ortaya konulan tablo gerçekçi ise, Türkiye’nin siyasi hayatını yönlendiren bütün büyük çelişkilerinin buluştuğu bir kavşağa giriyoruz demektir. Türkiye solunun ve ezilen Kürt halkını temsil eden hareketlerin nasıl bir hat izleyeceği bu kavşaktan nasıl çıkacağımız bakımından büyük bir önem taşıyacaktır. Bu kavşağa girilirken yapılabilecek çok önemli şeyler var. Uzun yıllardır ilk üç çelişkinin (Kürt sorunu, burjuvazinin iç savaşı, emperyalizmin sürekli savaşı) çekim alanında girdaplara kapılan Türkiye, ilk kez sınıf mücadelesinin ağırlık taşıyabileceği bir toplu duruma giriyor. İlk üç çelişki Türkiye’yi kördüğüm haline getirmiştir. Kördüğümün açılması sınıf mücadelesine bağlıdır. Bu fırsat yaklaşıyor. Sosyalizm ve Kürt hareketi bu fırsatı değerlendirmek zorundadır. Tartışılan bütün bir gelecektir.
1 Mart 2008

www.mavidefter.org

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
News Reporter