Sibel ÖZBUDUN
Kadınların toplumsal kurtuluşu", öncelikle konumlarının düzeltilmesine yönelik toplumsal kaynakların tahsisini gerektirmektedir: kadın eğitimi, istihdamı, sağlığı, kadına ilişkin toplumsal / kültürel değerlerin dönüştürülmesi, kadınların siyasete katılımı,
çocuk ve yaşlıların bakım yükünün kadınların sırtından alınması, kadınlara yönelik şiddetin engellenmesi… bunların tümü, toplumun kaynaklarının kadınlar lehine kullanımını gerektiren sorunlar.
"Yemek istiyorsan,
aşçıya küfretme…"[1]
Kabul etmeli, her yeni "izm", her yeni akım, en çok da, en fazla beslendiği ideolojilerden bir "kopuş" savıyla ortaya çıkar. Hele ki, yeni "izm" kendini yıkım koşulları üzerine inşa etme savı ve gayretindeyse, bu "kopuş" daha sancılı, daha inkârcı, daha keskin olmaya yönelecektir.
Bir "rüşt" ispatı güdüsünden itim sağladığı ölçüde, bu anlaşılabilir bir durumdur da…
Neo-liberal ideoloji ve uygulamaların emekçilerin tüm sosyal kazanımlarını yeryüzü ölçeğinde budadığı, dünya kaynaklarının tümünü bir avuç Çokuluslu şirketin talan alanına dönüştürdüğü bir tarihsel kesitte, "Marksizm iflas etti, proletarya öldü, tarih sona erdi!" vaveylaları arasında boy veren "yeni sol hareketler" de, öyle görülüyor ki, bu "erginleme" mantığından, bu neredeyse "Freudyen" "patricide" (babayı öldürme) güdüsünden kaçınamamaktalar…
"Muhalif" cephede "büyük anlatılar" yapıbozumuna uğratılır, yatay sınıf çelişkilerinin yerine dikey kimlik savları ikame edilir, giderek parçalanan [Kadın; Güneyli kadın; Güneyli siyahî kadın; Güneyli eşcinsel siyahî kadın; Güneyli eşcinsel, siyahî, Protestan kadın; Güneyli eşcinsel, siyahî, Protestan, genç kadın; Güneyli eşcinsel, siyahî, Protestan, genç, işsiz kadın; ve ilh…] kesimsel talepler birbiriyle yarıştırılırken, neo-liberal vahşetin krizden krize sürüklediği "egemenler" cephesinde "Marksizm’in güncelliği" çoktan (yeniden) tartışma alanına girdi bile.[2]
Yıkım sürecindeki, ve/fakat bu süreçte tüm "bios"u peşinden sürükleyen kapitalizmin alarm çanları çalarken, onun en "uyanık" ideologları, restorasyon umuduyla Marksizm’e sarılıyor; pekâlâ, kendini şu ya da bu tarzda kapitalizm karşısında konumlandıranlar için Marksizm’le "barışma" vakti gelmedi mi?
Mouffe, Touraine, Habermas gibi ideologların görüşlerinden beslenen "yeni toplumsal hareketler"in Marx’ı yeterince "çevreci", "feminist", "yerlici" vb. bulmadıklarına dair eleştirilerini fazlaca dinledik. Bu eleştiriler, ağırlıklı olarak Marx ile Engels’in "ne demediği" üzerine yaslanmaktaydı.
Gelin bu kez tersinden bir yol izleyelim, ve örneğin Marx’ın kadın sorunu üzerinde söylediklerinden hareketle neler yapabileceğimize bir bakalım…
MARKSİZM’E FEMİNİST İTİRAZLAR
1960’lı yılların sonlarına doğru radikal toplumsal muhalefet hareketlerinin içerisinden çıkan "yeni" feminizm(ler), özellikle de reel sosyalizmin çöküşünün ardından hayatta kalabilmeyi başaran diğer muhalif hareketlerin çoğu gibi, ideolojik açıdan hızla Marksizm’den uzaklaşma yoluna girdi. Bu yoldaki argümanlar kabaca şöyle özetlenebilir:
1- Bir sınıf mücadelesi stratejisi olarak Marksizm, toplumların zıt çıkarlara sahip sınıflar olarak yatay bir eksende bölündüğünü savunur. Oysa bu saptamanın doğru olup olmadığından bağımsız olarak toplumlar cinsiyetler ve cinsiyet rolleri, yani kadınlık ve erkeklik ekseninde dikey olarak (da) bölünmüştür. Tüm kadınlar, tüm erkekler tarafından baskı ve denetim altında tutulmakta ve (bazı feminist tahlillere göre) sömürülmektedir. Şu hâlde kadınların mücadelesinin ana mihveri, sınıfsal baskı ve sömürüye karşı değil, üzerlerindeki cinsel baskıya karşı mücadele olmalıdır. Bir başka deyişle kadınların en büyük (ve ortak) düşmanı kapitalizm (ya da sınıflı toplum) değil, Patriyarka/Ataerkidir.
2- İşçilerin/emekçilerin siyasal ve toplumsal kurtuluşu için çağrı çıkartan Marksizm, cinsiyet körüdür; Marx’ın tarihin aktörü olmaya çağırdığı işçi sınıfı, özünde "eril"dir; Marksist "toplumsal kurtuluş projesi" kadınların "kurtuluş"tan sonra bulaşık yıkamaya, dayak yemeye devam edip etmeyecekleri konusunda bir şey söylemez.
3- Marksizm kadınları burjuvazi-proletarya ekseninde bölerek, "burjuva feminizmi" olarak mahkûm ettiği, kadınların XIX. yüzyıl mücadelelerinin kadınlar açısından taşıdığı önemi ikincilleştirmekte, önemsizleştirmekte, görünmezleştirmektedir.
4- Marksistler arasında kadın konusunda en duyarlısı sayılan Engels’in Ailenin, Devletin, Özel Mülkiyetin Kökeni kitabı, etnografik hataları ve bugün geçersizliği yaygın kabul gören evrimci hattı benimasmesinin yanı sıra, "kadının tarihsel yenilgisi"ni açıklamada yetersiz, hatta hatalıdır. Özel mülkiyetin erkeklerin elinde yoğunlaşmasının, erkeklerin kadınları da temellük etmesine zemin hazırladığını kabul edecek olsak bile, ne Marx, ne de Engels, özel mülkiyetin neden kadınların değil de erkeklerin elinde temerküz ettiğini açıklayamamaktadırlar. Bu durum, kadının ikincil/madûn konumunu açıklamada ekonomi-politik dışında başka faktörlerin etken olmuş olabileceğinin kanıtıdır. Böylelikle farklı feminist eğilimler kadınların ezilmesinin kökeni konusunda farklı açıklama çerçevelerine müracaat edecekler: psikoloji, kültür, biyoloji… ya da "köken" arayışıyla ilgilenmeyi tümüyle terk edeceklerdir[3]…
XX. yüzyılın son çeyreği feminizmi özet, özet olduğu ölçüde de basitleştirilmiş olan bu argümanlarla Marksizm’le arasına hatırı sayılır bir mesafe koyarken (bu mesafede Marksistlerin feministlere karşı yürüttükleri sert "ideolojik mücadele"nin ve yaşanan sosyalizmin "Kahraman Analık Madalyaları" gibi ‘absürd’ uygulamaların da hatırı sayılır bir payı olduğu geçerken belirtilmeli), reel sosyalizmin çöküşü, feminizm(ler)i, yapıbozumculuk, postmodernizm gibi, kendisini daha rahat hissedebileceği bağlamlara yerleşmesinin ortamını biçimlendirdi.
MARX VE ENGELS: NE DİYORLARDI?
Sanıyorum işe "feministlerin Marx’a, Marksizm’e yönelttikleri eleştiriler doğru mu/ne kadar doğru?" sorusuyla başlamak, sorunu tümüyle batağa saplayacak bir girişim olacaktır. Zira böylesi bir soru, Marx ve Marksizm’i tamamlanmış bir öğreti, noktalanmış bir dogma olarak gören feminist (ya da çevreci, Üçüncü Dünya’cı, yerlici vb.) yanılgıyı paylaşmak olacaktır.
Doğrudur; Marx’ın onca yapıtı arasında kadınlık durumuna ilişkin göreli pek az veri vardır. Yaşamının büyük bir bölümünü sermayeyi deşifre etme ve insanlığın sermaye tahakkümünden özgürleşmesi perspektifini geliştirme yolunda geçiren Marx, insanları "cinsiyet rolleri"nden çok, sermaye karşısındaki toplumsal konumlanışları açısından ele alma eğilimindedir. Bu açıdan "feminist" olduğu söylenemez.
Ancak, Engels’le birlikte Marx, kendi çağında kadının özgürleşmesi perspektifinin en ısrarlı savunucuları arasında yer almışlardır.
"Kendi çağında" dedim; Avrupa’da Fransız İhtilali’nin yarattığı altüstlüklerin bir "burjuva düzeni" hâlinde nizam ve intizama sokulduğu bu "çağ"da, kadınların durumunu en iyi, 1804 tarihli Napoleon Medeni Yasası temsil eder. 213. maddesinde "Koca karısını korumalı, kadın kocasına itaat etmelidir," denilen bu yasa, evli kadınları kocasının izni olmadan miras bırakmak, mirasa konmak, para biriktirmek, mülk satın almak, satmak, yolculuk yapmak, meslek sahibi olmak, ticaretle uğraşmak vb. haklarından yoksun bırakmaktadır. Medenî Yasa’nın gerisindeki "demir yumruk", Napoleon ise, Devlet Konseyi (Conseil d’Etat)’ne şöyle seslenmekte beis görmemekteydi: "Tabiat kadınları bizim kölemiz olarak yaptı. Kocanın karısına: Madam dışarı çıkmayacaksınız, Madam Komedya’ya gitmeyeceksiniz! Madam, şu veya bu kişiyi görmeyeceksiniz! Yani, Madam, beden ve ruh olarak bana aitsiniz demek hakkı vardır."[4]
Evet, devir restorasyon devridir; tabii kadınlar için de… Fransız İhtilali’nin barikatlara çıkardığı kadınlar evlerine geri püskürtülmüş, buna direnenlerse kodeslere, hatta giyotine gönderilmiştir – Olympe de Gouges, Rose Lacombe gibi…
Napoleon Yasası’nın "ruhu", yalnızca Fransa’da değil, tüm Avrupa ülkelerinde kol gezmektedir. Örneğin İngiltere’de 1870’e dek, göreneksel hukuka göre kadın evlendiğinde hükmî şahsiyetini yitirmekte, kocasının yasal kişiliği içinde massolmaktaydı.[5] Yine İngiltere’de (1840’larda) yargıçlar kocalara karılarını dövme ve "zalimce davranmadığı sürece hapsetme" yetkisini vermekteydi, dahası, Almanya’da kocanın karısına karşı zor kullanması, 1900’e kadar yasaldı.[6]
Üstelik bu durum, dönemin burjuva entelijansiyası açısından hiç de "sorunlu" sayılmamaktaydı. "Kadının kaderi ve tek şöhreti erkeklerin kalbini çarpıtmasıdır," diyordu H. de Balzac. "Kadın kontratla elde edilen bir maldır; taşınır bir maldır, çünkü malik olmak senettir; nihayet kadın, açık konuşursak erkeğin eklentisinden başka bir şey değildir."
"Napolyon gibi ben de kadınlardan hiç hoşlanmam," diye ekliyordu Lord Byron. "Eline bir ayna, bir de şeker tutuşturun, mutlu olacaktır."
Ve "kadının yeri ne olmalıdır?" sorusuna Bonald’ın yanıtı netti: "Kadınlar politik topluma değil, aileye aittir; ve tabiat onları kamu hizmetleri için değil, ev işleri için yapmıştı."
XIX. yüzyıl Avrupası’nda, kadınların mevcut konumlarına itirazlar, genellikle ütopik ya da bilimsel, sosyalistlerden yükselmekteydi.
Ütopik sosyalistlerden Saint Simon, Olinde Rodrigues, Prosper Enfantin, hele ki "Toplumsal ilerleme ve çağ değişimleri, kadınların özgürlüğe doğru ilerleyişiyle orantılıdır; toplum alanında gerilemeler ise kadınların özgürlüğünün azalmasıyla meydana gelirler. Kadın imtiyazlarının genişlemesi, tüm toplumsal ilerlemenin genel ilkesidir," diyen, kadınların "dikiş ve mutfakla sınırlanması"na karşı çıkıp kurguladığı "falanster"lerde "genç kızları bir mal olarak sunup alçaltan" evliliği ilga eden, kadınları bilimle, eğitimle uğraşmaya çağıran Fourier[7]… kadınlar için "özgürleşme" çağrısı çıkartan devrimci seslerdir.
Marx ile Engels, kadınların özgürleşmesi konusunda ütopik sosyalistlerin perspektiflerini eleştirel bir tarzda devralmışlardır. Marx, Kutsal Aile‘de Fourier ile birlikte seslenir:
"Kadın cinsinin aşağılanması aynı zamanda hem uygarlık hem de barbarlığın özsel bir özelliğidir, şu tek ayırımla ki, uygar düzen, barbarlığın yalın biçimde uyguladığı kusurlardan her birini, çift yönlü, belirsiz ve ikiyüzlü, bileşik bir varoluş biçimine yükseltir… Kadının kölelik içinde tutulması olgusundan kimse, erkekten daha derin biçimde cezalandırılmamıştır."[8]
Öte yandan, kadının "metalaşması" ile kapitalist sistem arasındaki bağlantıyı, erken yıllarında, 1848’de kaleme aldıkları Komünist Manifesto‘da açığa çıkartırlar…
"Ama siz komünistler kadınların ortaklaşalığını getireceksiniz" diye bağırıyor tüm burjuvazi koro hâlinde.
Burjuva karısını salt bir üretim aracı olarak görür. Üretim araçlarının ortaklaşa kullanılacağını duyunca doğal olarak, kadınların da herkes için ortak olma yazgısından kaçınamayacağı sonucuna varır.
Oysa burjuvalarımızın Komünistlerin açıkça ve resmen tesis edeceklerini öne sürdükleri kadınların ortaklaşalığı karşısındaki erdemli öfkelerinden daha gülünç bir şey yoktur. Komünistlerin kadınların ortaklaşalığını getirmelerine gerek yok; o hatırlanamayacak kadar uzun bir zamandır var.
Ortak kullanılan fahişeleri bir yana bırakacak olursak, emrindeki proleterlerin karıları ve kızlarıyla yetinmeyen burjuvalarımız birbirlerinin karılarını ayartmaktan büyük zevk alıyorlar.
Burjuva evliliği gerçekte ortak karılar sistemidir ve Komünistler olsa olsa, ikiyüzlüce gizlenen bir kadınların ortaklaşalığı yerine açıkça yasallaşmış bir ortaklığı getirme isteğiyle suçlanabilirler. Öte yandan, mevcut üretim sisteminin ilgasının bu sistemden kaynaklanan kadınların ortaklaşalığının, yani hem kamusal hem de özel fuhşun ortadan kaldırılmasını getirmesi gerekeceği, kendinden bellidir."[9]
Marx, sermayenin insanlığı tahakküm altına alış koşullarını olduğu kadar burjuvazinin "püriten" ahlâkındaki ikiyüzlülüğü de açığa çıkartmanın peşindedir:
"Çapkın burjuva, evliliği ihlâl eder ve gizlice zina yapar; tüccar spekülasyon ve sahte iflas yoluyla başkalarını mülkiyetten mahrum bırakarak mülkiyet kurumunu ihlâl eder; genç burjuva kendini imkân bulduğu zaman kendi öz ailesinden bağımsız kılar; kendi çıkarı için fiilen ailesini dağıtır; fakat evlilik, özel mülkiyet, aile teorik olarak el sürülmemiş kalırlar; zira pratikte bunlar, üzerinde burjuvazinin hâkimiyetini kurduğu temeldirler; zira burjuva şekli ile, bunlar her zaman ihlâl edilen kanunun dini bütün bir Yahudi’yi gene dini bütün bir Yahudi yaptığı gibi, burjuvayı burjuva yapan şartlardır."[10]
"Özgürleşme"nin önkoşullarını böylelikle -proletarya için olduğu kadar kadınlar için de- mevcut üretim ve mülkiyet ilişkilerinin değiştirilmesi bağlamına yerleştiren bu perspektifin ötesinde, Marx yazılarında kadınlık sorununa iki bağlamda değinmektedir: Özel mülkiyetin ilgasını ailenin ilgası, dolayısıyla serbest ve kuralsız cinsel ilişkiler olarak algılayan (kendi deyişiyle) "kaba komünizm"in "liberterliği" karşısında "komünist ahlâk"ın savunulması ve kadınların (ve çocukların) XIX. yüzyıl Avrupası’nda emekçi sınıflar içerisindeki acınası koşullarına dikkat çekmek… İki örnekle yetinelim. İlki:
"Özel mülkiyete karşı, kamulaştırılmış özel mülkiyeti çıkarmaya yönelen bu hareket, evliliğe (şüphesiz bu münhasır özel mülkiyetin bir şeklidir) karşı, kadının kolektif ve bayağı bir mülkiyet hâline geldiği, kadınların ortaklaşa kullanılmasını çıkardığı zaman hayvanî bir şekilde ifade edilmiş olur. Kadınların ortaklaşa kullanılması fikrinin bu kaba ve düşünceden yoksun komünizmin sırrını meydana çıkardığı söylenebilir. (…) -Her yerde insan kişiliğini reddeden- bu komünizm, zaten kendi zıttı olan özel mülkiyetin bir belirtisidir. (…)
(…) Kolektif şehveti tatmine yarayan bir nesne ve bir av gibi görülen kadın, sadece kendisi için yaşayan insanın sonsuz alçalışını ifade eder; zira insanın kendi hemcinsi ile olan ilişkilerinin sırrı, çelişkisiz, kesin, açık ifadesini, kadın ve erkek ilişkisinde ve dolaysız ve doğal cinsel ilişkiyi anlayış tarzında bulur. Beşerî varlıkların gerekli, doğal gerekli, doğal, dolaysız ilişkisi, kadın ile erkek arasındaki ilişkidir. Bu doğal ilişkide, insanın doğa ile ilişkisi doğrudan doğruya insanın hemcinsi ile olan ilişkisini temsil eder, aynı şekilde insanın hemcinsi ile olan ilişkisi, doğrudan doğruya doğa ile, kendi öz doğal doğrultusu ile olan ilişkisini temsil eder. Böylece bu ilişki, hissedilir bir şekilde belirli bir olaya indirgenmiş insanî özün ne dereceye kadar insan için tabiat hâline geldiğini ve ne dereceye kadar tabiatın insanın beşerî özü hâline geldiğini ortaya çıkarır. Bunun içindir ki, bu ilişkiye dayanarak, insanın gelişim derecesi hakkında hüküm verilebilir."[11]
Marx’a göre burjuva düzeninin kendi "aile"sini tahrip etmesinin iki biçimi vardır. Bunlardan ilki, "birbirlerinin karılarını ayartmaktan büyük zevk duyan" burjuvazinin ikiyüzlü ahlâkı ise, ikincisi, kapitalizmin acımasız bir sömürü sistemiyle proleter ailesini içerisine sürüklediği "sürdürülemezlik"tir… Yani kadın ve çocukları günde 14-15 saatlik bir çalışmaya, "erimiş domuz yağıyla birkaç dilim ekmek ve bir fincan sütsüz çay"dan[12] ibaret bir tayına, "ergen genç erkek ve kızların, babalarla annelerin, hepsinin domuzlar gibi yaşayıp aynı odada beraber yattığı"[13] koşullara mahkûm kılan kapitalizmin insanlıktan uzaklaştırıcı koşulları… Böylelikle, dönemin emekçilerin yaşam koşullarında bazı düzeltimleri öngören kimi raporlarından aktarır:
"Çocuklarını okula gönderecek yerde işten çıkarılma tehdidiyle onlardan menfaat sağlamaya ebeveyni zorlayan bazen bucak memuru, bazen patronlardır. Tüm kuvvet ve zaman kaybı, ekici ve ailesine olağanüstü ve gereksiz yorgunluğun neden olduğu tüm acılar, ebeveynin çocuklarındaki ahlâksızlığı kır evlerinin sıkışıklığına ve grupların iğrenç tesirine bağladıkları tüm olaylar, yoksul emekçilerin ruhunda anlaşılması kolay ve ayrıntılarına girilmesi gereksiz hisler uyandırırlar. Emekçiler, asla sorumlu olmadıkları ve ellerinde olaydı hiçbir zaman rıza göstermeyecekleri ve yenecek kudrete sahip olmadıkları şartlardan gelen ahlâkî ve fiziksel dertlerle kuşatılmış olduklarını gayet iyi biliyorlar."[14]
F. Engels ise, "kadın sorunu"nu ele alışı bakımından daha kapsamlı, daha bütüncüldür. Ailenin, Özel Mülkiyetin, Devletin Kökeni (AÖMDK), kadınların tarihsel yenilgisiyle emekçilerin tarihsel yenilgisini, özel mülkiyet ve devletin koşut ortaya çıkış tarihi içerisinde birbirine bağdaştırma girişimidir. Modern (kapitalist) toplumda erkeğin kadın üzerindeki başatlığını kapitalist mülkiyet ilişkileriyle açıklar. Bu başatlık, hukukî reformlarla giderilemez. ("Modern bireysel aile kadının gizli ya da açık eviçi köleliğine dayanmaktadır; ve modern toplumda yalnızca, kendisinin molekülleri gibi olan ferdî ailelerden oluşmuş bir yığındır. Günümüzde, örneklerin büyük çoğunluğunda erkeğin ailesini besleyecek parayı, hiç olmazsa mal-mülk sahibi sınıflarda kazanması gerekir, bu da kendisine özellikle kanunla imtiyaz tanınması gerekmeyen başat bir konum vermektedir. Aile içinde erkek burjuvadır ve kadın proletaryayı temsil eder. Ama sanayi dünyasında, proletarya üzerindeki ekonomik baskının özel niteliği, bütün açılığıyla, ancak kapitalist sınıfların bütün yasal imtiyazları kaldırıp iki sınıfın hukuksal eşitliği tam yerleştirilince kendisini belli eder; demokratik cumhuriyet iki sınıf arasındaki zıtlığı elemez, tersine bu zıtlığın mücadeleyle çözümlendiği bir alan sağlamaktan başka şey yapmaz. Ve aynı şekilde, modern ailede erkeğin kadına üstünlüğünün özel niteliği ve aralarında gerçek bir toplumsal eşitlik sağlama şekli ve gerekliliği ancak iki cinsiyet hukukî alanda eşit haklara sahip olunca bütünüyle gün ışığına çıkacaktır. İşte o zaman kadının kurtulmasının birinci şartının bütün kadınların kamu sanayine girmesi olduğu ve bu şartın da ferdî ailenin toplumun ekonomik birimi niteliğinin ortadan kaldırılmasını gerektirdiği görülecektir."[15]
Hem emekçiler hem de kadınlar, her ikisi için de kurtuluş, özel mülkiyetin nihaî biçimi olan kapitalist üretim (ve mülkiyet) ilişkilerinin ortadan kaldırılmasıdır. Bundan sonrası ise, gelecek kuşakların işidir:
"Çok yakında kapitalist üretime vurulacak bir süpürge darbesinden sonradır ki cinsel ilişkilerin örgütlenmesi hakkında bulunacağımız kehanet, bilhassa ortadan kalkacak olan şeylerle sınırlıdır. Fakat sonra ne olacaktır? Bu yeni bir nesil yetiştiği zaman kararlaştırılacaktır; hayatlarında asla, bir kadının teslimiyetini para karşılığında, veya herhangi bir sosyal zorunluluk yardımıyla satın alma durumunda kalmayacak bir erkek nesli; asla, ne kendilerini gerçek bir aşk dışındaki sebeplerden dolayı bir erkeğe teslim etme durumunda, ne de bu teslimiyetin ekonomik sonuçlarının korkusu yüzünden sevdiği kişiyi reddetme durumunda kalmayacak bir kadın nesli. Bu insanlar yaşadığı zaman, bugünden nasıl davranmaları gerektiğine inandığımız şeylerden tasa duyarlarsa ne âlâ; kendi törelerini ve herkesin hareket tarzı hakkında karar verecek kamu oyunu kendileri yaratacaklardır. İşte hepsi bu kadar."[16]
ATAERKİ/SINIFSAL SÖMÜRÜ – NE KADAR AYRI?
Evet, Marx ile Engels, kadınların madûnluğunu, maddî yaşamın üretilmesi süreçleriyle açıklayarak, kadınların özgürleşmesi konusunda maddeci bir perspektif sunmuşlardır. Marksizm "gökyüzünden inme" bir kutsal doktrin değil de, inşa hâlinde bir süreç olduğundan, bu sunum, hiç kuşku yok ki, geliştirilmeye, zenginleştirilmeye açıktır; yine hiç kuşku yok ki "Marksizm ve kadın" denildiğinde akla ilk gelen katkılardan biri olan Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin, Devletin Kökeni‘nde, dayandığı kaynağın (L. H. Morgan’ın Eski Toplum‘u) etnografik eksikliklerinden ve dönemin başat paradigması evrimciliğin topyekûnluğundan kaynaklanan hatalar vardır. Peki bu eksiklik ve hatalar, kadınlığın madûnluğuna ilişkin çözümlemelerde Marksizm’i bir kenara atmayı gerektirir mi? Ya da, Marksizm’i kaale almayan bir kadınların kurtuluşu perspektifi mümkün müdür? Dilerseniz, biraz bunu tartışalım…
Feminist literatür, kendi içerisindeki çeşitli görüş ayrılıklarına karşın, kadınların ezilmişliğinin toplumların sınıflı yapısından değil, bir "eril tahakküm ve/veya temellük biçimi" olan Ataerki/Patriyarka’dan kaynaklandığı konusunda neredeyse oybirliği içerisindedir. Ataerki’nin salt bir tahakküm biçimi mi olduğu, yoksa kadının bedeni üzerinde olduğu kadar emeği üzerinde bir temellük (dolayısıyla da sömürüy)ü içerip içermediği konusunda rivayet muhtelif de olsa, toplumların sınıflara bölünmesini öncelediği ya da onunla "ilişkinsiz" olduğu, yaygın bir kabul görmektedir. O zaman işe, ataerkinin sınıflı toplum tarihiyle ilişkileri üzerine tartışmakla başlamak gerekecektir.
Konuya ilk dikkat çeken, yıllar boyunca SSCB’nin Stalin döneminde benimsenmiş "ilkel-köleci-feodal-kapitalist-sosyalist" sıralı "beşli toplumsal evrim şeması"na karşı şiddetli bir mücadele yürüten Fransız yapısal Marksistleri olmuştur.[17] Özetin özetiyle, yapısal Marksistler, Marksist literatürde "eşitlikçi/komünalist" olarak tanımlanan toplum tiplerindeki farklılaşmış güç ilişkileri üzerinde durmuşlar, ve örneğin, hemen tüketil(e)mediği için denetlenmesi gereken toplumsal bir ürünün, yani "hasadın" söz konusu olduğu, bu nedenle daha istikrarlı grup yapıları gerektiren "çapa/bahçe-tarımcısı (horticulturalist)" toplumlarda emek-gücü kritik bir unsur hâline geldiğinden, kadınların üreme potansiyelinin denetim altına alındığına, bu denetimin akraba grubu ya da kabilenin yaşlı erkeklerince üstlenildiğine işaret etmektedir. Böylelikle grubun yaşlı erkek üyeleri bir yandan toplumsal ürünün üretim ve dağıtımının kooperatif örgütlenmesi, bir yandan da kadınların farklı gruplar arasındaki mübadelesi yoluyla toplumsal yeniden-üretim/üremenin denetimi işlevini üstlenmektedirler.[18]
Gerçekten de, etnografik araştırmalar çoğu hortikültüralist toplumun, çiftlerin serbestçe farklı gruplar arasında dolaşabildiği, kolayca çözülüp yeniden toplanabilen, istikrarsız "takım"lar hâlinde örgütlenen avcı-toplayıcıların tersine, soyun ana ya da baba hattından izlendiği, istikrarlı "kabileler" biçiminde örgütlendiğini ortaya koymaktadır. Böylelikle kadınların göreli özerk bir yaşam sürdürebildiği avcı-toplayıcıların tersine,[19] özellikle soyun babadan izlendiği kabilelerde kadınların bedenleri ve emekleri, kabilenin yaşlı erkeklerinin oluşturduğu bir jerontokrasinin sıkı denetimi altında tutulmakta, kadınlar -ittifak ve ticareti güvence altına alınacak tarzda- kabileler arasında mübadele edilmekte, kadın zinası ağır yaptırımlara tabi tutulabilmektedir…
Bu bulgular, kadınların "şeyleştirilmesi"nin, tarihsel olarak Marksist literatürün kabul ettiğinden farklı bir noktada, iktisadi-toplumsal sınıfların biçimlenişinden önceye denk düşebileceğine işaret etmesi açısından önemlidir. [Ancak şunu vurgulamak önemli: Engels, "erkeğin kadın üzerindeki sömürüsünün tarihteki ilk sömürü biçimi" olduğunu söylerken[20] hortikültüralist toplumlara ilişkin, çoğu XX. yüzyılın ikinci yarısında açığa çıkmış bu bulgulardan habersiz olmasına karşın, gerçekten de şaşırtıcı bir önsezi sergilemektedir!]
Her durumda, ataerkinin tohumlarını hortikültüralist toplumlarda teşhis etmek, onun sınıfsal sömürü ilişkilerinden bağımsız, cinsiyete dayalı bir görüngü olduğunu kanıtlamaya yetmemektedir. Tam tersine ataerki, ancak sınıflı toplumlarda kalıcılığını sağlayan, istikrar kazanan, yapısallaşan bir "iktidar formu", yani özünde siyasal bir görüngüdür. Atayanlı (soyu erkek tarafından izleyen) kabile toplumlarında kadınlarla erkekler arasındaki güç ilişkilerini kadınlar aleyhine asimetrikleştiren bu (terimin geniş anlamında yorumlanması kaydıyla) "siyasallık", ortaya çıktığında iktisadî sömürünün içerisine yerleşeceği tahakküm kalıplarını böylelikle sağlayabilmiştir… Ve bu asimetrikleştirici etkisi sayesindedir ki kadınları, bilinen tüm sömürüye dayalı toplumsal formasyonlarda bir toplumsal kategori olarak ikincilleştirebilmiştir. Şu hâlde "ataerki"nin, -bir sınıfın bir başka sınıfı (daha doğrusu toplumun geri kalanını) sömürmesinden ibaret olan- iktisadî "öz"ün, tarihsel olarak değişken "tezahürü" olduğunu söyleyebiliriz – ve bunu söylerken Marx’tan kopmamız da gerekmez…
Ataerki (tahakküm) ile (sınıfsal) sömürü arasındaki ilişkiyi bu tarzda kurgulamak, kadınlar üzerindeki eril tahakkümün, sömürü biçimleri değişse dahi neden ve nasıl süregittiğini anlamamıza olanak sağlayacaktır. Çünkü, tarihte tahakküm ve sömürüye dayalı tüm toplumsal ilişki türleri, bir sınıflı toplum biçiminden diğerine, biçim değiştirerek de olsa devredilir. Yani Asyatik, köleci, yarı-feodal ya da feodal tüm sömürü sistemleri, kabile toplumlarının bağrında biçimlenmiş olan bu eşitsizlik biçimini devralarak yeniden biçimlendirmişlerdir. Ama kadınların eşitsizliği sorunu en çapraşık biçimini kapitalizmde edinecektir.
KAPİTALİZMİN ATAERKİNİ YENİDEN ÜRETMESİ
Şu hâlde vurgulamalı, kadınların eşitsizliği kapitalizmin bir ürünü değil, deyim yerindeyse, bir "girdi"sidir. Kapitalizm kendisini önceleyen sistemlerden devraldığı diğer eşitsizlikler -kır-kent eşitsizliği, etnik-dinsel azınlıklar, bölgeler arası eşitsizlikler, yöneten-yönetilen eşitsizliği…- gibi, kadın-erkek eşitsizliğini de kendi işlerliği doğrultusunda dönüştürerek içselleştirmiş/işlevselleştirmiştir.
Yükselen kapitalizmin devraldığı kadınlık manzarası, kadınların ikinci sınıf varlıklar olarak konumlarının dinsel buyrultularla tescil edildiği, kamusal alandan, yani iktisadî, siyasal, toplumsal karar alma süreçlerinden dışlandıkları, beden ve cinsellikleri üzerinde ağır bir denetim ve tahakkümün sürdürüldüğü bir sahnedir. Kapitalizm boyunca kadınların her türlü kazanımı, kanları, canları pahasına elde ettiklerinin tanığı, taşlanan, hakaretlere uğrayan, hapislerde sürünen İngiliz Sufragette’ler, giyotinde can veren Fransız Olympe de Gouge ve benzerleridir…
Oysa kapitalist sistem içerisinde kadınların kazandığı her hak, yeni ve farklı eşitsizliklere dönüşecektir. Böylelikle, örneğin mülk edinme, eğitim görme, çalışma, sosyal güvence, seçme ve seçilme gibi hakları kazanmış olmaları, kadınların dünyadaki mülklerin yalnızca yüzde 4’üne sahip olmalarına, eğitim düzeylerinin erkeklerin gerisinde seyretmesine ve "kadınca" alanlara yöneltilmesine, en düşük gelir ve prestijli işlerde yoğunlaşmalarına, erkeklerle ücret farklılığının en iyi koşullarda yüzde 15-20 düzeyinde seyretmesine, siyasal karar mekanizmalarındaki temsillerinin vitrin değerinin üzerine çıkamamasına, eril şiddete uğramalarına, ev işleri ve çocukların bakım yükünü hemen tümüyle üstlenmelerine engel oluşturmamıştır.
Bir başka deyişle sistem, devraldığı eşitsizliği boyutlandırarak sürdürmektedir. Çünkü öncelleri gibi kapitalizm de, nihaî olarak bir kaynak aktarma rejimidir: emekçilerden patronlara, azınlıklardan hâkim gruplara, Güney ülkelerinden Kuzey’e, kadınlardan erkeklere aktarılan kaynakların giderek azalan sayıda elde yoğunlaşması, bir sistem mantığıdır. Bu görüngüyü, "kapitalizmin ataerkini yeniden üretmesi" olarak tanımlayabiliriz.
Yüzlerce yıllık sınıf mücadelelerinin emek kesimine kazandırdığı tüm "haklar"ı berhava etme girişimi olarak, kapitalizmin "özüne dönüşü" olarak tanımlayabileceğimiz neo-liberal kapitalizmde ise bu "kaynak aktarma", emekçi sınıfların direniş hatları geriye çekildiği ölçüde, had safhaya ulaşmaktadır. Bu bakımdan kapitalizmin neo-liberal evresinde, kadınlık durumunda da bir "bozgun"un yaşanmakta olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İşte bu durumun somut verileri:
Bilindiği üzere, neo-liberalizm, istihdamın "deregülarizasyonu", "emeğin esnekleştirilmesi", sermayenin "devingenleşmesi" adına işgücünün en ucuz, işçilerin en örgütsüz olduğu bölgelere yönelmesini (de) içermektedir. En "ucuz", "uysal" ve "örgütsüz" işgücünü ise, kadınlar sunmaktadır çokuluslu sermayeye.[21] Böylelikle neo-liberalizm, ataerki şahsında, sermaye temerküzü ve sömürünün yoğunlaştırılması alanında "harika" bir müttefik bulmuştur. Bunun en çıplak örneğini, bize, "bir ülkenin siyasi sınırları içinde bulunmasına rağmen, gümrük uygulamaları gibi dış ticaret kısıtlamaları dışında bırakılmış, yatırımcılara vergi muafiyeti tanınmış, altyapı ve iletişim olanakları dünya düzeyinde olan, örgütlenme zorlukları nedeniyle sendikaların pek uğrayamadığı yerler"[22] olan, Novamed’in kadın emekçilerinin direnişinden tanıdığımız "serbest bölgeler" sunmaktadır:
"Bölge yaşam alanı olarak da soyutlanmış, ya duvar var çevresinde ya da tel örgü. Kapitalizm küresel ölçekte yayıldıkça, üretim yedek sanayi işgücünün bol bulunduğu ülkelere kayıyor ve serbest bölgelerin sayıları artıyor. 1975’te Asya, Avrupa, Latin Amerika’da, 25 ülkede 79 tane ‘serbest üretim bölgesi’ varken, 1995’te bunların sayısı 200’e çıkmış. Buralarda çalışan işçi sayısı 1970’lerde 725 bin iken, 90’ların ikinci yarısında 4 milyonu aştı. Bu bölgelerde çalışan kadınların hikâyeleri ortak.
Malezya’da yabancı sermaye yatırımlarını özendirmek amacıyla hazırlanan bir broşürde yazılanlar ‘ortak hikâye’ tespitini destekler nitelikte: ‘Oryantal kadınların el hünerleri dünya çapında meşhurdur. Onların elleri küçüktür, olağanüstü bir hız ve dikkatle çalışırlar. Doğalarından kaynaklanan bu meziyetlerle üretim hattınızın etkinliğine daha fazla katkı sunabilirler.’
Asya’dan Latin Amerika’ya geçelim. İlk olarak 1960’larda Meksika-Amerika sınırında serbest bölgede kurulan ‘maquila’ adı verilen ve kadınların parça birleştirerek üretim yaptığı fabrikalarda da durum pek farklı değil. Yapılan araştırmalar kadınların buralarda çalışabilmek için gebelik testine, cinsel hayatlarının açığa çıkarılmasına, aybaşı dönemlerinin sorgulanmasına ses çıkarmadıklarını gösteriyor. Çalışma konusunda pek seçenekleri yok çünkü.
Nikaragua’da ise hükümet yeni serbest bölgeler inşa ediyor. Başşehir Managua yakınlarındaki Maquila’larda kadın işçilerin şartları Meksika’dan farklı değil. Nikaragua’da faaliyet gösteren ‘Maria Elena Cuadra’ (MEC) isimli bir kadın örgütünün serbest bölgelerde çalışan kadınlara ilişkin gözlemleri şöyle: ‘Kadınlar dikiş makinelerinde günde 8-12 saat, taburelerde oturarak çalışıyorlar. Şeflerin sistemli kontrolü ve aşağılanmalarına maruz kalarak akort üretimi yapıyorlar. Günde iki kez tuvalete gidiyorlar. Dikiş tozları nedeniyle kadınların çoğunda nefes alma güçlüğü var. Düşük sayısı fazla ve sistemli cinsel tacize maruz kalıyorlar. Hamile kalınca işten çıkarılıyorlar’…"[23]
Üstelik, neo-liberalizm koşullarında yoğunlaşan emek, özellikle de kadın emeği sömürüsü, yalnızca "serbest bölgeler"le sınırlı değildir. 1980’lerden bu yana kadın istihdamında -Kuzey ülkelerinde artıyor görünse bile- genel bir daralma ve vasıfsızlaşma süreci yaşanmaktadır. Kadınların gerek "esnek/yarı zamanlı işler" olarak nitelenen ve daha düşük ücretler ödenen işlerde, gerekse sömürünün "kayıtsız şartsız" bir tarzda zincirinden boşandığı "enformel sektör"de yoğunlaşması, bir rastlantı değildir…
Durumu dilerseniz, Türkiye verilerinden izleyelim:
2004 yılı sayımına göre Türkiye’de 70 milyon 556 bin insan yaşıyor. Bu insanların 21 milyon 791 bini çalışan nüfus. 2001’den beri çalışan nüfus oranında kayda değer bir farklılaşma yok. Bu çalışan sayısında 16 milyon 23 bini erkeklerden, 5 milyon 768 bini ise kadınlardan oluşuyor. Çalışan erkeklerin 3 milyon 676 bini nitelikli tarım, hayvancılık, ormancılık ve su ürünleri alanında toplanıyor ve toplam çalışan erkek nüfusunun yüzde 23’ünü oluşturuyor. Çalışan kadınların 2 milyon 774 bini çalışan erkeklerle aynı alanda toplanıyor. Yani çalışan kadınların yüzde 48’i nitelikli tarım, hayvancılık, avcılık, ormancılık ve su ürünleri alanında, bir başka deyişle kırsal alanda toplanıyor. Kadınların ikinci yoğunlaştıkları alan da nitelik gerektirmeyen işler. Bu alanda çalışan kadınların tüm çalışan kadınlara oranı yüzde 14.
Bu genel tablonun yanı sıra şunları da aktarmak faydalı olacaktır. Erkeklerde madencilik ve taşocaklarında 103 bin, imalat sanayiinde 3 milyon 21 bin kişi çalışıyor. Ulaştırma, haberleşme ve depolama da önemli bir başlık. Burada da 1 milyon 38 bin insan çalışıyor. Kadınlarda ise madencilik ve taşocağı çok yoğunluk olan bir alan kuşkusuz değil. Buna rağmen imalat sanayide 779 bin kişi çalışıyor. Ulaştırma, haberleşme ve depolamada sadece 62 bin kişi çalışıyor. Kadınların ikinci büyük iş alanı sosyal hizmetler ve kişisel hizmetler alanı. Bu alanda 877 bin kadın çalışıyor. Bu çalışan nüfus dağılımlarına bakarak klasik anlamda bir proleter nüfus birikiminin ciddi anlamda olmadığı ileri sürülebilir. Ayrıca çalışan erkek nüfusun 3 milyon 677 bini toptan ve perakende ticaret, lokanta ve otellerde yer alıyor. Bu alanda çalışan kadın sayısı 502 bin. Burası çalışan kadınların üçüncü büyük çalışma alanı.
Yine 2004 sayımına göre 49 milyon 906 bin kişi 15 yaşının üzerinde yani 20 milyon civarında bir nüfus 15 yaşın altında. Burada muhakkak işarete edilmesi gereken bir nüfus kesimi de 18 milyon 763 bin işgücüne dâhil olmayan kadından 13 milyon 301 binini ev kadınlarının oluşturması.
Şu hâlde, Türkiye’de çalışan kadınların büyük bölümü, yani yüzde 48’i kırsal alanda, büyük çoğunluğu "ücretsiz aile işçisi" statüsüyle çalışmaktadır. Kırsaldan kentlere göç arttıkça bu kadınlar "ev kadını" kimliğini edinir; bir başka deyişle ülkemizde 13 milyon 301 bin kadın ev kadını, ya da daha doğru bir deyişle, "gizli işsiz"dir,[24] ve toplumun en kırılgan kesimini oluştururlar. Dahası, son yıllarda giderek "geri dönüşsüz" bir görünüm yüklenen işsizlik, kadınların "eve çekilmesi"ni hızlandırmaktadır; örneğin, TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) Hanehalkı İşgücü anketi sonuçlarına göre 2007 yılı içerisinde istihdam alanından çekilen 368 bin kişinin 248 bini kadındır; yani son bir yıl içerisinde "ev kadınları"nın sayısı 248 bin artmıştır.[25] Buna bir de "iktisatta neo-liberal, siyasette muhafazakâr" AKP hükümetinin kadınların istihdamını teşvik edici politikalardan vazgeçtiğini [gerekçe trajikomik: "eşitliğe aykırı olduğu için" deniliyor…] ekleyecek olursak, bu eğilimin hızlanarak süreceğini kestirmek, kehanet sayılmaz. Öte yandan, kadının çalışmasının durumunda fazla bir düzeltime yol açtığını öne sürmek de pek mümkün gözükmemekte. Çünkü:
"Türkiye’de 9 milyon 480 bin kişinin herhangi bir sosyal güvenlik kurumuna kaydı olmadan çalıştığı belirlendi. Türkiye İstatistik Kurumu’nun verilerine göre kasım ayında istihdamdaki toplam nüfus 20 milyon 867 bin kişi olurken, bunun 9 milyon 480 binini, herhangi bir sosyal güvenlik kuruluşuna kaydı bulunmayanlar oluşturdu. Ücretli olarak çalışan toplam 10 milyon 989 bin kişiden, yüzde 20.6 oranındaki 2 milyon 268 bininin kayıt dışı çalıştığı belirtildi.
Toplam sayıları 1 milyon 468 bin olan yevmiyelilerin ise yüzde 90.6 oranındaki 1 milyon 330 bini kayıt dışı olarak çalışıyor.(…)
Kayıt dışı çalışanlar içinde en büyük grubu ücretsiz aile işçileri oluşturuyor. Bu kişilerin toplam sayısı 2 milyon 722 bin kişi düzeyinde bulunuyor. Bunların da yüzde 95.8 oranındaki 2 milyon 609 bini sosyal güvenlik şemsiyesinden yoksun durumda. Normal bir istihdam olanağı elde edemediği için mevcut konumda yer alan bu kişilerin, ücretsiz aile işçisi şeklinde tanımlanması, Türkiye’deki işsizliğin boyutlarını da olduğundan küçük gösteriyor. Kayıt dışı çalışanlar toplamının 4 milyon 531 bini tarımda, 4 milyon 949 bini ise tarım dışı sektörlerde bulunuyor. Kayıt dışılık oranı tarımda yüzde 87, diğer sektörler ortalamasında yüzde 31.6 düzeyinde bulunuyor."[26]
"Kayıtdışı"nda büyük çoğunluğu oluşturanların ana gövde itibariyle kadınlar olduğunu belirtmeye gerek var mı?
Şu hâlde gelin, bir saptama yapalım: Neo-liberal kapitalizm, ülkemizde olduğu gibi küresel ölçekte de kadın emeğini değersizleştirmektedir. Emek cephesi zayıfladıkça, kadın emeği üzerindeki sömürünün ve "vasıflasızlaşma"nın süregideceği, öngörülmelidir.
DEĞERSİZLEŞEN YALNIZ EMEK Mİ?
Kadın emeğinin bu "değersizleşmesi" sürecine, kadın bedeninin ve kişiliğinin "değersizleşmesi" süreci eşlik ediyor. Bunun somut göstergeleri ise, bir yandan kadın sağlığı ve kadınlara yönelik şiddete ilişkin veriler, diğer yanda ise, "kadın karşıtı söylem"in eriştiği pervasızlık düzeyi.
Önce ikinciden başlayalım. Bilindiği üzere ABD tarihinde ilk kez bir kadın, başkanlık yarışında sahne aldı ve Demokrat Parti’nin başkan adayı olmak üzere, kıran kırana yarışıyor. "Kadının özgürleşmesi" adına "göz yaşartıcı" bir örnek, değil mi? Kazın ayağı hiç de öyle değil oysa. Ayşe Kadıoğlu’nun izlenimlerinden okuyoruz:
"(…) Bu tartışmalar arasında, yine ünlü feminist yazar ve eylemci Robin Morgan’ın Hillary Clinton’ı desteklemek için kaleme aldığı bir yazı var ki, çok ama çok etkileyici. Morgan, Hillary Clinton’a desteğini ise kadına karşı olan ayrımcılığın ne denli ‘ince’ bir konu olduğunu hatırlatarak veriyor. Örneğin, seçim konuşmalarından birini yaparken dinleyiciler arasından birisi Hillary Clinton’a ‘Sen git de benim gömleklerimi ütüle’ diye bağırıyor. Bu duruma basın ve televizyonlarda fazlaca tepki verilmiyor. Oysa, diyor Morgan, birisi çıkıp da Obama’ya ‘sen git de benim pabuçlarımı parlat’ deseydi (yani ırkçı bir imada bulunsaydı) yer yerinden oynardı. John McCain’e ‘Dişi köpeği (bitch) nasıl yeneceğiz?’ diye sorduklarında, McCain kahkahalarla güldükten sonra ‘Mükemmel bir soru’ diyerek cevap vermiş. Oysa, diyor Morgan ‘siyah piçi nasıl yeneceğiz?’ diye sorsalardı yer yerinden oynardı. Kimi yorumcular Hillary Clinton’ın kalın ayak bileklerini ne kadar sevmediğini dile getirmekte bir sakınca görmüyorlar. Üzerinde ‘Keşke Hillary O. J. Simpson ile evli olsaydı’ yazan t-shirt’ler, bir TV dizisinde teröristlerin Hillary Clinton’ın vajinası içine bomba koymaktan söz edebilmeleri ve daha türlü çeşitli kadın ayrımcılığı içeren ifadeler. Ve en önemlisi, bütün bunların sonucunda ortalığın ayağa kalkmaması. Morgan kadınlara karşı yapılan ‘ince’ ayrımcılığı, belden aşağıya vurmanın ses getirmemesini işte böyle anlatıyor."[27]
"Git, gömleklerimi ütüle!" "Dişi köpek!" "Kalın bacaklı!" "Vajinasına bomba koduğum!"… Geçtiğimiz yıllarda Fransa’da başkanlık seçimlerine adaylığını koyan bir başka kadın, Segolene Royal da benzer (belki daha rafine) aşağılamaların muhatabı olmamış mıydı? Forbes dergisinin "Dünyanın En Güçlü 100 Kadını"[28] listesindeki kadınlar bu maço gövde gösterisinden yakayı kurtaramıyorlarsa, bu listeye hiçbir zaman dahil olamayacak milyarlarca kadının durumunu, varın siz tahayyül edin.
Ya da ben örnekler vermeye devam edeyim…
* Bugün dünyada her üç kadından biri fiziksel şiddet görüyor.
* Her yıl yaşları 5 ile 15 arasında değişen iki milyona yakın kız çocuğu fuhuşa zorlanıyor.
* Dünyada her 6 dakikada 1 kadına tecavüz ediliyor.
* ABD’de her yıl 4 milyon kadın şiddete maruz kalıyor.
* Hindistan’da her gün 5 kadın çeyiz kavgaları yüzünden ölüyor.
* Güney Afrika’da her 90 saniyede bir kadına tecavüz ediliyor.
* Çin’de l milyon kız çocuğu sadece kız oldukları için anne karnında öldürülüyor.
* Irak’ta savaşın ilk aylarında yirmi bin kadına tecavüz edildi.[29]
* Her yıl 2 milyon kadın uluslararası kadın ticaretinde kullanılıyor.[30]
Şiddet, taciz, tecavüz sarmalının parçaladığı kadın bedenleri, üstüne üstlük, borç sarmalında boğulan yoksul ülkelerde yaşayan dünya yoksullarının sağlık hizmetlerine erişim olanaksızlıklarıyla, ya da çökertilen kamusal sağlık sektörünün enkazı altında ezilmektedir. Okuyalım:
"Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu’nun (UNICEF) Dünya Çocuklarının Durumu 2007 raporuna göre dünyada dakikada bir kadın hayata veda ediyor. Tahminlere göre, dünyada her yıl 500 bini aşkın kadın gebelik ve doğumla ilgili nedenler sonucu ölüyor, çok sayıda kadın da yaşamları boyunca sürecek sorunla karşılaşıyor. Anne ölümlerinin yüzde 99’u gelişmekte olan ülkelerde meydana geliyor. Afrika ile Asya’daki anne ölümleri ise bu toplamda yüzde 90 paya sahip.
Raporda, 2000 yılında meydana anne ölümlerinin üçte ikisinin dünyanın en yoksul 13 ülkesinde görüldüğü, aynı yılda bütün anne ölümlerinin dörtte birinin Hindistan’da meydana geldiği anımsatıldı.
Afrika’nın Güneyi Afrika’da yaşayan her 16 kadından birinin gebelik veya doğum sırasında öldüğü belirtilen raporda, şöyle denildi: ‘Oysa sanayileşmiş ülkelerde bu nedenler yüzünden ölen kadın sayısı dört binde 1’dir. Dahası, annelerini yitiren yeni doğanların ölme olasılıkları da anneleri hayatta olan yeni doğanlara göre 3 ila 10 kat daha fazladır. Oysa temel sağlık hizmetlerine erişim olanaklarının bulunması hâlinde bu kadınların çoğunun yaşamı kurtarılabilirdi. Söz konusu hizmetler bütün doğumlara eğitilmiş görevlilerin eşlik etmesi ve komplikasyonlar karşısında acil doğum bakım yardımlarının sağlanmasıdır.’
(…) Anne ölüm oranları açısından Türkiye’de de durum vahim. Türkiye’de her yıl ortalama 2 bin 500 kadın anne olmak isterken ölüyor. Anne ölüm oranı İrlanda’da yüz binde 4, İtalya, Fransa ve İspanya’da yüz binde 5, Türkiye’de ise yüz binde 49.2."[31]
Türkiye’nin, kadınla ilişkili tüm konularda olduğu gibi[32] yönelik şiddet verilerinde de "başa güreştiği" bilinmeyen bir şey değil. [33]
Nitekim, son olarak Sabancı Üniversitesi’nden Ayşe Gül Altınay ile Boğaziçi Üniversitesi’nden Yeşim Arat, 18 ay süren araştırmayla kadına yönelik şiddetin boyutlarını ortaya koydular. Türkiye’de her üç kadından birinin ailesi içerisinde şiddet gördüğünü ortaya koyan araştırmanın sonuçları şöyle:
"Eğitim düzeyi arttıkça fiziksel şiddet gördüğünü söyleyen kadınların oranı genel eğilim olarak azalmaktadır. (Okuma yazma bilmeyenlerde şiddete maruz kalma yüzde 43, yükseköğrenim görmüş olanlarda yüzde 12. Üniversite mezunu altı erkekten biri kadına şiddet uyguluyor!) Aile içi şiddet kentlerde yoğunlaşmaktadır. Cinsel zorlama ve şiddete uğrayan kadınların yüzde 67’si aynı zamanda şiddete de maruz kalmaktalar. Gelir düzeyi yükseldikçe şiddet azalmakta, buna karşılık kadınların aileye kocalarından daha çok gelir getirmesi şiddet riskini artırmaktadır." Araştırmaya göre kadınlara yönelik aile içi şiddetin nedenleriyse, şöyle sıralanmakta:
"İtaatsizlik (yüzde 13), ekonomik sorunlar (yüzde 14), geçimsizlik (yüzde 6), psikolojik sorunlar (yüzde 9) erkeklik gösterisi, güçsüzlük ya da acizlik nedeniyle üstünlük sağlama (yüzde 27)."[34]
Hatırlayacaksınız; yukarıda bir yerde "Neo-liberal kapitalizm, ülkemizde olduğu gibi küresel ölçekte de kadın emeğini değersizleştirmektedir. Emek cephesi zayıfladıkça, kadın emeği üzerindeki sömürünün ve "vasıflasızlaşma"nın süregideceği öngörülmelidir," demiştim. İzninizle buna ikinci saptamamı da ekleyeyim.
Neo-liberal kapitalizmin küresel ölçekte yol açtığı ve "sürdürülemezleştirdiği" yoksullaşmanın çapı genişledikçe, kadının kişilik ve bedenine yönelik "hiçleştirme" de çapı genişleyerek süregidecektir…
MARKSİZM’SİZ OLUR MU?
Marx ile Engels, kadınların ikincil konumunun nedenlerini üretim ve mülkiyet ilişkileri içerisinde aramak gerektiğini va’zetmişlerdi bize; neo-liberalizm, onları bir kez daha doğruluyor.
Çünkü kadınların toplumsal kurtuluşu", öncelikle konumlarının düzeltilmesine yönelik toplumsal kaynakların tahsisini gerektirmektedir: kadın eğitimi, istihdamı, sağlığı, kadına ilişkin toplumsal/kültürel değerlerin dönüştürülmesi, kadınların siyasete katılımı, çocuk ve yaşlıların bakım yükünün kadınların sırtından alınması, kadınlara yönelik şiddetin engellenmesi… bunların tümü, toplumun kaynaklarının[35] kadınlar lehine kullanımını gerektiren sorunlar.
Oysa bilindiği üzere neo-liberal kapitalizm, bırakın kadınlar lehine yeni kaynak yaratmayı, mevcutları dahi Çokuluslu şirketlere yöneltme doğrultusunda sınır tanımayan bir itim anlamına geliyor. Kadın(lar)ın küresel kapitalizm açısından yalnızca iki anlamı var: alt katmanlarda ucuz, örgütsüz, azla yetinen, uysal emekçiler olmaları, yaşlı ve çocukların bakımını, ev işlerini itirazsızca üstlenip sağlık, eğitim vb. sektörlerdeki kesintilerin, emekçilerin daha fazla yoksullaşmasının şokunu massetmeleri; orta ve üst kesimlerdeyse tüketmeleri, daha çok tüketmeleri[36]… Böylelikle günümüz kapitalizminin dünyası, kadınlar açısından, bir yanda ‘dikiş makinelerinde günde 8-12 saat, taburelerde oturarak çalışma; şeflerin sistemli kontrolü ve aşağılanmalarına maruz kalma; günde iki kez tuvalete gidebilme; dikiş tozları nedeniyle nefes alma güçlüğü çekme; birbiri peşisıra düşük yapma; sistemli cinsel tacize uğrama ve hamile kalınca işten çıkarılma’; diğer yanda ise mücevherler, rujlar, rimeller, kırışık gidericiler, şampuanlar, el, saç kremleri, ojeler, deterjanlar, parlatıcılar, kireç önleyiciler, pedler, perdeler, koltuk takımları, baza ve nevresimler, bebek bezleri, mamalar, leke sökücüler, margarinler, bitkisel yağlar, bulyonlar, kremalar, pastalar, diyet ürünleri, selülit gidericiler, masaj aletleri…vb. vb.den oluşan bir "çöp yığını"…
Bütün bunları duyup, bilip de, -Marksist- topyekûn bir kurtuluş perspektifinin dışında bir "Kadın Özgürlüğü" tasarlamak mümkün mü?
26 Şubat 2008 20:10:53, Ankara.
N O T L A R
1) Çin Atasözü.
2) Örneğin Financial Times yazarlarından John Thornhill, gazetesinin 28 Aralık 2006 tarihli köşesinde soruyor: "Son küreselleşme dalgası -ki pek çok bakımdan Marx’ın içinde yaşadığı çağı anımsatmaktadır- Marx’ın kapitalizm eleştirisine olan ilgide bir canlanmaya yol açmıştır. Nasıl oluyor da son zamanlarda yayınlanan bir BM raporunun ortaya koyduğu gibi dünyanın yetişkin nüfusunun yüzde 2’si global iktisadi varlıkların yüzde 50’sinden fazlasına sahipken, dünyanın en yoksul yüzde 50’si bu varlıkların sadece yüzde 1’ine sahip? Sermayeyi Das Kapital olmadan nasıl anlayabiliriz?" (John Thornhill, Financial Times, 28 Aralık 2006).
3) Bu eleştirilerin bir derlemesi için bkz. A. Catherine MacKinnon, "Feminism, Marxism, Method and the State: An Agenda for Theory", Signs, 8: 635-658, 1983.
4) Aktaran: Jean Freville, "Önsöz", Kadın ve Marksizm, Öncü Kitabevi, İstanbul, 1975, s.27.
5) "Koca ile karı birdir ve bu bir, kocadır." (Blackstone).
6) Nicole Arnaud-Duc, "Hukukun Çelişkileri", Kadınların Tarihi, Devrimden Dünya Savaşına, Feminizmin Ortaya Çıkışı, c. IV, (der.: G. Duby, M. Perrot), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2005, s.97 – 104.
7) "Önsöz", Kadın ve Marksizm, Öncü Kitabevi, İstanbul, 1975, ss.32-33.
8) K. Marx, F. Engels, Kutsal Aile ya da Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi, Sol Yayınları, Ankara, 1976, s.292.
9) K. Marx, F. Engels, "Manifesto of the Communist Party", Selected Works, c. 1, Progress Publishers, Moskova, 1977, s.124.
10) K. Marx, F. Engels, Alman İdeolojisi, Sosyal Yayınlar, İstanbul, 1968.
11) K. Marx, Ekonomik ve Felsefî Yazılar, 1844.
12) K. Marx, Kapital, I: XXIII.
13) K. Marx, Kapital, I: XXIII.
14) K. Marx, Kapital, I: XXIII.
15) F. Engels, AÖMDK.
16) F. Engels, AÖMDK.
17) Konunun ayrıntılı tartışması için bkz. S.Özbudun ve C. Sarı, "Erkekler Kadınları Sömürüyorlar mı?", S.Özbudun, C. Sarı, T. Demirer, Küreselleşme, Kadın ve Yeni Ataerki, Ütopya Yayınevi, Ankara, 2007.
18) C. Meillassoux, Femmes, greniers et capitaux, Maspero, Paris: 1975.
19) Avcı-toplayıcı takımlara bir örnek olarak !Kung’lar arasından derlenmiş bir yaşam öyküsü için bkz. M. Shostak, Nisa: Bir !Kung Kadınının Yaşamı ve Sözleri, Epsilon Yayıncılık, İstanbul: 2003. Çalışma, özellikle toplayıcı-avcı takımlarda kadınların konumu, kadın-erkek ilişkileri konusunda aydınlatıcı içgörüler sunmakta. Ne ki, yukarıda söylenenler, "tüm" toplayıcı-avcılarda böylesi bir serbestliğin bulunduğu biçiminde yorumlanmamalı. Aaby’nin isabetli olarak belirttiği gibi, örneğin, toplayıcı-avcı olan Avusturalya aborijinleri "gelişkin bir kadın mübadelesi sisteminin yanısıra, jerontokratik çokeşlilik sergilemekteydiler." (bkz. P. Aaby, "Engels and Women", Critique of Anthropology, 1977: 9&10, s.40.) Tabii, Avustralya aborijin topluluklarından bazılarında belirgin olan jerontokrasinin, beyazlarla temasın bir getirisi olduğu yolundaki ihtiyat payı da gözardı edilmemeli…
20) "Tarihte kendini gösteren ilk sınıf çatışması, erkekle kadın arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın karı-koca evliliği içindeki gelişmesiyle ve ilk sınıf baskısı da dişi cinsin eril cins tarafından baskı altına alınmasıyla düşümdeşti. Karı-koca evliliği büyük bir tarihsel ilerlemedir; ama aynı zamanda kölelik ve özel mülkiyetin yanı sıra günümüze kadar ve bazılarının gönenç ve gelişmesi bazılarının da acı ve gerilemesiyle elde edildiğine göre her ilerlemenin görece bir gerileme olduğu açığa çıkar." (F. Engels, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yay., çev: Kenan Somer, 2002.)
21) Tabii bu da kapitalizmin "eski" bir hikayesi. Marx, Kapital’de Lord Ashley’in "On Saatlik İşgünü" söylevinden (1844) şu alıntıyı yapıyor: "Fabrikatör M. E. makineyle ilgili işlerde yalnızca kadınları kullandığını belirtti; bu bey, evli kadınları, özellikle kalabalık ailelerde evli kadınları tercih eder; zira evli kadınlar bekârlardan daha dikkatli olurlar ve daha disiplinli çalışırlar, üstelik geçim araçlarını sağlamak için tükenene dek çalışmaya mecburdurlar. Böylece kadını en iyi tanımlayan faziletler onun zararına çalışırlar. Kadının tabiatında ahlâk ve yumuşaklık gibi ne varsa sefalet ve köleliğin aracı olurlar." (Kapital, I: XXIII).
22) Lale Bakırezen-Necla Akgökçe, "Kadın Emeğinin Küresel Sömürüsü", Radikal İki, 28 Ekim 2007, s.8.
23) Lale Bakırezen-Necla Akgökçe, "Kadın Emeğinin Küresel Sömürüsü", Radikal İki, 28 Ekim 2007, s.8.
24) "Kadınlar çalışabilir yaştaki nüfusun yüzde 50.5’ini oluşturmasına rağmen, iş bulma ümidinin kaybolması işgücüne katılımı sürekli düşürüyor.
AB ülkeleri içinde kadın istihdam oranının en düşük olduğu ülkeler arasında yer alan Türkiye’de, çalışabilir yaştaki nüfusun yüzde 50.5’ini oluşturan kadınların ancak dörtte biri istihdam ediliyor. İşgücünün yüzde 35.4’ünü oluşturan kadınların ancak yüzde 24.9’u işgücüne katılırken, erkeklerin işgücüne katılım oranı yüzde 71.5 düzeyinde bulunuyor. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) ve Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) verilerinden yapılan derlemeye göre, işgücü dışında olan kadınların yüzde 47.5’i yani yarısına yakını ev işleriyle uğraşanlardan oluşuyor. İşgücü dışındaki kadınların yüzde 35.4’ü 15-29 yaş aralığında bulunuyor. Ekonomide tarım sektörünün payının sürekli azalışının sonucu olarak kadınların işgücünden çekilmesi, kadınların işgücüne katılma oranını düşürüyor. Tarım sektöründen ayrılan kadın işgücü niteliksiz ve işgücü arzı anlamında işgücü piyasasının artan gerekliliklerini karşılayamıyor. Bu kadınlar iş bulma ümitlerini kaybediyor ve işgücü piyasasından çekiliyor. Kentsel alanlarda sınırlı çocuk ve yaşlı bakımı hizmetleri de kadınların işgücüne katılmalarının önünde bir engel olarak duruyor. ("Kadınlar İşgücünden Çekiliyor", Cumhuriyet, 5 Kasım 2007, s.13.) Ve TİSK tarafından yapılan bir araştırmaya göre, "OECD’ye üye ve aday 30 ülke arasında öğrenim görmeyen, istihdam edilmeyen ve iş aramayan genç kızların çağ nüfusuna oranının açık arayla en yüksek Türkiye’de olduğu ortaya konuldu. Türkiye’de 15 – 29 yaş grubu kızların yaklaşık yüzde 60’ı, 25 – 29 yaş grubundakilerin ise yüzde 66’sı hem eğitimin hem de istihdamın dışında." ("Kızlar Evlerinde Oturuyor", Cumhuriyet, 6 Şubat 2008, s.13.)
25) "Kadınlar ‘eve’ çekildi", Cumhuriyet, 23 Şubat 2008, s.4.
26) "Ne Kayıt Var ne de Güvence", Cumhuriyet, 18 Şubat 2008, s.13.
27) Ayşe Kadıoğlu, "Kadınlar ve Siyaset", Radikal İki, 17 Şubat 2008, s.1-4.
28) "100 Güçlü Kadın Arasında 2 Türk", Cumhuriyet, 1 Eylül 2007, s.13.
29) Ve buna ekleyelim: "Irak’ta ABD işgalinin bedelini en ağır ödeyenlerin başında gelen kadınlar, şiddet döngüsü içinde bir başka şiddetin de kurbanı oluyor. Kuzey Irak Kürt yönetimine bağlı Süleymaniye kentinde morgda onlarca kadın yatıyor. Birkaçı silahla vurulmuş ya da boğulmuş, çoğuysa yakılmış. Ölüm nedenleri çatışma değil, resmi belgelere kaza diye geçiriliyor, ama aslında ‘namus cinayeti’. Sadece Süleymaniye’de geçen yıl 400 kadın yakılmış. Bunların cesetlerine sahip çıkan olmamış. Iraklı kadınlara yönelik şiddetle mücadele için kurulan Asude örgütünün yöneticisi Hanım Rahim Latif, durumun giderek kötüye gittiğini, yakarak öldürmelerin arttığını, elektrik kesintilerinden ötürü her evde benzin bulunduğunu, ama çok az ölümün kazara olduğunu, yanıkların biçimi ve çapının kasıtlı yapıldığını gösterdiğini söylüyor: ‘Pek çok vakada kadın ya zinayla ya da evlilik öncesinde ilişki kurmakla yahut ailesinin istemediği bir evlilik yapmakla suçlanıyor. Kocası, erkek kardeşi ya da başka bir akrabası namuslarını korumak için kadını öldürüyor. Eğer adam yoksulsa tutuklanıyor, önemli biriyse dokunulmuyor. Pek çok vaka ise saklı tutuluyor. Kadının cesedi kilometrelerce uzağa atılıyor, bulunduğunda ailesi ‘Bizim kızımız yok’ diyor.’ (…) Irak’ta artık kadın yanında erkek eşlikçi olmadan sokakta dolaşamıyor. Zira devlete bağlı olanlar dahil her silahlı grup aynı zamanda tecavüzcü. Ve Irak çapında daha önce görülmemiş sayıda çok kadın öldürülüyor. BM’nin Irak’taki yardım misyonu (UNAMI) ekimde Kürt bölgesinde namus cinayetlerinin endişe verici boyutta arttığını, 2007’nin ilk yarısında 255 kadının öldürüldüğünü, bunların dörtte üçünün yakıldığını rapor etti. (…) BM’nin soruşturmasında Iraklı doktorlardan Kürt yönetimi insan hakları bakanı Yusuf Aziz’e kadar herkes kadınların kendilerini yaktığını savundu. Örgütler ise, kendileri yaptılarsa bile buna zorlandıklarını düşünüyor. " Latif’in Kerkük’te bir erkeğe neden kız kardeşini öldürmek istediğini sorduğunda, aldığı yanıt ise, çok çarpıcı: "Çünkü artık Irak’ta demokrasi var!" ("Kürtler Namus İçin Kadınları Yakıyor", Radikal, 14 Aralık 2007, s.9.)
30) Ayşe Baziki, "Kadınlara Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü", Ürün Dergisi, No: 23, Ocak-Şubat 2008, s.102-13.
31) "Siz Bu Haberi Okurken İki Kadın Ölecek!", Radikal, 29 Haziran 2007, s.4.
32) "Dünya Ekonomi Forumu’nun (DEF) 2007 Küresel Cinsiyet Eşitsizliği raporunda, İslâm ülkelerinde kadınların iş sahibi olmak, eşit ücret almak, eğitime erişim ve siyasete katılmak için dünyanın diğer ülkelerindeki kadınlardan daha çok mücadele etmesi gerektiği ortaya konuldu. Raporda ele alınan bir ölçüt de sağlık oldu. DEF’in Birleşmiş Milletler Çalışma Örgütü, BM Kalkınma Programı ve Dünya Sağlık Örgütü verilerine dayanarak 128 ülkede yürüttüğü çalışmalar sonucunda dün yayımladığı raporda, geçen yıl 115 ülke arasında 105. sırada yer alan Türkiye’nin, 121. sıraya gerilediği görüldü. Raporda, Avrupa ülkeleriyle birlikte ele alınan Türkiye, değerlendirmenin yapıldığı 4 ölçütte de, Avrupa’daki en kötü ülkenin bile çok gerisinde kaldı. İskandinav ülkeleri, önceki yıllarda olduğu gibi listenin ilk sırasında yer alırken listenin ortalarındaki eski Sovyet ülkelerinden Azerbaycan ve Kırgızistan dışında, Müslümanların çoğunluğu oluşturduğu Ortadoğu ülkelerinin hemen hemen tümü listenin son sıralarında kaldı." ("Türkiye Listenin Sonunda", Cumhuriyet, 9 Kasım 2007, s.10.) Ya da: "2007 Küresel Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği Endeksi’nde ülkemiz, ne yazık ki kadınların ekonomik katılımı ve yararlandıkları imkânlarda 118. sırada. Eşit işe eşit ücret konusunda dünyada 47. sıradayız ve kadınların ekonomik geliri dikkate alındığında 109. sırada yer alıyoruz." (Yusuf Engin, "Şiddet Kadının İradesini Elinden Alıyor", Radikal, 27 Kasım 2007, s.11.)
33) "Eğitim-Sen Diyarbakır Şube Sekreteri Hafize İpek, sendika binasında düzenlediği basın toplantısında Türkiye’de geçen yıl 72 bin 643 kadının şiddet içerikli saldırılara maruz kaldığını, bu kadınlardan 842’sinin cinayete kurban gittiğini, 9 bin 317’sinin de yaralandığını belirtti. 466 kadının intihar ettiğini vurgulayan İpek, 5 bin 852 kadının da intihar girişiminde bulunduğunu ifade etti. Aile içi şiddete maruz kalan kadın sayısının 14 bin 989 olduğunu anlatan İpek, 1113 kadının tecavüze uğradığını, 380 kadının ise "satıldığı"nı söyledi. Yapılan araştırmalara göre tüm taciz olaylarının yüzde 46’sının işyerinde gerçekleştiğine değinen İpek, bunların da yüzde 8’inin ölümle sonuçlandığına işaret etti." ("Şiddetsiz Günleri Yok", Cumhuriyet, 24 Kasım 2007, s.3.)
34) Derya Sazak, "Kadına Şiddet", Milliyet, 9 Aralık 2007, s.23.
35) Burada "kaynak" derken yalnızca parayı değil, aynı zamanda bilgi, araştırma, çaba, enerji, planlama vb. etkinlikleri de kast ediyorum.
36) Size bir öneri: Herhangi bir TV programı boyunca yayınlanan reklamlarda amatör bir istatistik çalışması yapın. Reklamların yüzde 90 kadarının kadınlara (ve dahi çocuklara) yönelik olduğunu göreceksiniz. Ve geçerken bir not: Kadınlara yönelik reklamları izlerken onların tek derdinin yaşlanmak, yaşlı görünmek olduğu zehabına kapılıyor insan!