0 0
Read Time:8 Minute, 3 Second

Ordu ve FRANK- basın, ordu ve -EŞTAYN muhalefet arasındaki post-operasyon ilişkiler, memleketin yakasını silktiği bir iklimin kapanışına yer ayırtma daveti… Smokinlerinizi ve en kıyak balo kıyafetlerinizi hazırlayın… bizden söylemesi

Türkiye’nin meşhur anketi ve o anketini cevaplayan meçhul bir kütle-kitle (Kuntakinte’nin Türk halk versiyonu – bu deyim, masum-ırkçı Türk halkının, bir TV dizisinden yola çıkarak ‘esmer köle’lere verdiği lakaptır) vardır. Her ankette, belki de civarda bir subay olabileceğinden tırsarak, ama elbette içlerine yüzyıllara varan bir sürede yerleştirilmiş çipli ajanların itaat salgılayan elektromanyetizmasından ötürü, en güvendiğiniz kurum hangisi sorusuna bu kitle yüzde 90’lara varan biçimde ordu cevabını vermiştir. Tabii ordunun karşısına ya da karşısıymış gibisine kim çıkarsa onu da desteklemeyi ihmal etmeyen, doğusuna kavuşamamış batı yakası halkımın bu cevabı çok manidar. Zira ordunun Türkiye’nin en güvenilir ya da başka bir konuda, ama kesinlikle en en kurumu olduğunu dehşetle iliklerine kadar bilmektedir. En kurumu, ülkede her şeyi yapmaya muktedir, bir nevi ‘saatleri ayarlama’ya yetkili kurumdur ve halkım bu en’lik durumunu güvenilirlikle ifade etmeyi, kendisi açısından en uygun şey olarak bulur. ‘En tırstığım kurum’ dese yakayı ele verir. Zaten halkın, öyle güçlüye direnecek, kafa tutacak, sürüncemede kalacak takati de yoktur. Orduya güvenir olur biter, güvendiği dağlara kar mı yağar? Yağarsa yağsın. Zaten rasyonel bir temeli yoktur ki bu güvenin, güvensizlik durumunda ne olacağını düşünsün.

Özel kafa, özel savaş

Kürt hareketi içinde, 1984’te başlayan “terörle mücadeleyi” özel savaş olarak tanımlayan bir literatür vardır. Savaşın öğreticiliği ve olgunlaştırıcılığını gösterir bu terim: Özel Savaş. Bu terim, kolayca anlaşılabileceği üzere özel bir savaşı işaret ediyor. Savaşın özelliği ise psiklojik harp ilkesinin yoğunlaştırılmasına dayanıyor olmalı. Özel tim ve özel askeri ekipler aracılığıyla yürütülen savaşın en göze çarpan özelliği mermilerle, göğüs göğüse yapılmasından çok (bu genelliği olur olsa olsa) cumhuriyet için cephe gerisi bir nitelik taşıması; asıl savaşın Batı’ya yani ülkenin batısına karşı verilmesidir. Bu savaşın psikolojik boyutudur ve Frankeştayn basın da bu nedenle koruculandırılmıştır zihinlerin çevresinde.

Savaş açısından geçen 30 yıl büyük dönüşümlere sahne oldu. 90’lı yıllar Kürt hareketinin psikolojik üstünlüğüyle başladı ancak devletin üstünlüğüyle kapandı. 2000’li yıllar devletin üstünlüğüyle başladı ancak Kürt hareketinin yeniden üstünlüğüne doğru evriliyor. 90’lı yılların başında yaşananların ‘düşük yoğunluk savaş’ değil savaş olduğunu, halkların kardeşliğinin devlet tarafından dinamitlendiği, devletin ABD’ci olduğu, savaşın insan hakları gibi evrensel normlara aykırı olduğunu sadece Kürtlerden ve konuştuğunda devlet düşmanı ve dolayısıyla vatan haini oluveren dostlarından duyardık. Ama 2000’in sonlarında, bıktırıcı ve onursuz bir işgüzarlıkla bu kez Türk tarafından duymaya başladık. “Terör örgütü” ve hatta Kürtler maşaydı, insan hakları “teröre” karşıydı, Türkiye özgürdü, bu yaşanan terör falan değildi, düpedüz savaştı, Türk-Kürt de kardeşti (ama Kürt küçük kardeş). Halkın öldürülen, öldürtülen evlatları da bu birazcık sorgu-mukayese durumunda edilmeyecek lafların ettirilmesine, çığlıklaştırılmasına yarıyordu tabii, boşa ölmüyordu kimse, müsterih olunuz. Sözkonusu vatandı ve gerisi teferruattı. Ama o gerisinin gerisi durmuyordu bir türlü.

‘İ.ne basın, bunu da yazın’

İşte güzide Türk basını, mehmetçik medyası, apoletli generallerin kahve arkadaşları, darbe olabilesi günlerde genel yayın yönetmenlerinin kıçında kasaturayla Ankara’da dolaştırılmakla tehdit edildiği medya, bu özel savaşın en ince tasarlanmış özel yanlarını başarıyla icra ettiler. Haberleri, belki de bizzat genelkurmay ya da özel harp dairesi tarafından hazırlanarak izleyicilere beton çivi eşliğinde aktarıldı. Bunun en son örneği ise karanın bile aşka gelip ayaklandığı son harekat oldu. Güneş operasyonu, basında büyük şaşa ile karşılandı. Hedefler gösterildi, haritalar çizildi, o ekran haritalarının üzerinden helikopterler kaldırıldı; haritadaki Kuzey Irak yerleşim birimlerinin üzerine patlama anlamına gelen yıldızımsı asmboller döşendi; döşendi babam döşendi. Hedef Zap’tı, Kandil’di. Öyle ki birlikler yurda döndükleri gün ellerine aldıkları Akşam gazetesinde şu manşeti görüyordu: “Kandil’i almadan dönmek yok.” Ben şahsen Türk medyasının işgüzarlık derecesinin bir başka memleket en’i olduğunu düşündüğümden, ordudan herhangi özel bir tavsiye almadan da böyle atıp tutabileceklerini düşünüyorum. Akıllarınca Türk askerini yüceltirken, hiç hesaba katmadıkları bir şey oldu. Türk ordusu çıkageldi. Biraz şaşkınlığın ardından toparlandılar ancak hala kendilerine gelebildikleri söylenemez. Hani alacaktık Kuzey Irak’ı? Niye döndünüz hemen? Paşa cevap verdi: Kısa diyenler gitsin orada bir gün kalsın. Basın hemen durumu toparladı: Ordu, teröristlerin Kuzey Irak’tan Türkiye’ye sızdığı güzergahı vs tahrip etti, artık kolay kolay gelemezler. Ama ertesi gün 20 gerillanın intikam için Türkiye’ye girdiği yazıldı çizildi (paraşütle değil ama). Bir asker, üzerinde ‘bitmedi devamı gelecek’ yazılmış top mermisini alete yerleştirirken tamam diyorduk, belli oldu; bu mermi bize… Zira “teröristler”, patladığında parçalanmış olacak bu mermiden bir şey anlamayacaktı. İş şovdu. Tüm bunlar olurken, bir futbol maçından şu tezahürat yükseliyordu: “ibne basın bunu da yazın.”

Bu şov yapıldı. Ancak çekilmenin ABD’nin bağırıp çağırmaları üzerine gelmesi, elde ‘leş’ görüntüsünün bile olmaması, basının Kandil’i hedef göstermesi, muhalafetin memnuniyetinin ardından fazlasıyla işkillendirdi memleketi. Genelkurmay bu kez insani yanlarını öne çıkarıyordu: “Ceset mi gösterilecekti televizyonda, paramparçaydı hepsi ve onlar da insandı.” “PKK’lılar?” “Tabii, Türk’e yakışmaz.” Sonra ısrar üzerine o cesetler gösterildi. Gerçi cenazeye saygıdan paramparça ceset yerine töreni yapılan iki gerilla cenazesi, bayraklı tabutlar içinde gösterildi. Muhalefet sert çıktı, askerin kullandığı dilin PKK’yi meşrulaştırdığını iddia etti. Genelkurmay daha da set çıktı, basının ve muhalefetin hainlerden daha fazla zarar verdiğini söyledi. Tartışma hala sürüyor.

‘Bir el at da arabayı itelim abi, hararet yaptı’

Bir Frankeştayn sendromu bu. Ordu’nun zor günler için özenle yetiştirdiği basın ve kriz günleri için hazır tuttuğu muhalefet onun başını yedi, yiyecek. Bu kadarla da sınırlı değil, Türk ordusuna en sadık kesim kızgın, her ankette “Ordu Ordu di mi, en güvendiğimiz kurum Ordu di mi, bildim di mi?” (hayır beyefendi, biz soruyoruz siz cevap vereceksiniz. En güvendiğiniz kurum kim? E işte tamam, Ordu di mi? Halkın yüzde 90’ı en güvenilir kurum olarak yine Ordu’yu seçti) diyenler artık böyle davranmak zorunda hissetmeyebilir kendini. İşte ordunun yeni bir harekata girişmesi gerekecek, ama 27 Nisan ile zaten yara alan Ordumuz, bu kez durumu zor kurtaracağa benziyor.

Tüm bu felaketlerin, yeni önder Yaşar Büyükanıt paşanın komutanlığı döneminde yaşanması ayrıca manidar. Bir takım ultra-faşist gruplar, Yaşar Büyükanıt’ın Genelkurmay başkanı olduğu ilk günlerde, onun da şu meşhur Sabetayistlerden (gizli ve alavare-dalavere Kürt Mehmet Nöbete’ci Müslüman kılıklı Yahudi, bkz. Koç Holding) olduğunu ve gözlerinin de üzerinde olduğunu açıklamıştı. O güruhun partisi MHP de çok değil, kısa bir süre önce istifasını istedi Büyükanıt’ın. Ancak Yaşar Büyükanıt, Niğde’den gelen taze kanlı gevrek bayrağı gösterirken de ABD Savunma Bakanı Robert Gates’e sanal Frankeştayn postası koyarken de (zira Gates’in arkasından atıp tutuyordu paşa, haber görüntülerinde ) harbi bir Türk milliyetçisiydi – kökeni önemli mi? Tabii ki harbi Türk olsa bunları yapmazdı diyeceklerdir. Ama işte onlar da Şu Çılgın Türklerdir.

Neyse, devam edelim, ordumuz nasıl oldu da operasyondan böyle bütün işleri eline yüzüne bulaştıracak şekilde çekilmeyi kabul etti. Diyelim ki ABD baskısı, ama Türk ordusu farkında değil mi ki böyle bir çekiliş kendisinin ‘Nasrettin Hoca eşekten düşmüş, zaten inecektim demiş’ fıkrasına benzetilmesine neden olacak. Ve ABD müttefiğinin bu duruma düşmekten kaçınmasını neden 2 gün daha bekleyerek tolere etmesin? İşte burada komplocu aklı evvellerimiz, ABD’nin bir oyun oynadığını, efendim, Türk ordusunun çekileceğini duyunca kendisinin devreye girerek Kürtlere yarandığını falan söyledi. Ayrıca sadece bir basın organında ve sadece bir kez, operasyonun bitmesinin ardından Türkiye’ye 6.2 milyar dolar kredi verildiği gibi bir haber de dolaştı. Kimbilir belki orduyu siyaset sahnesinden silmenin bir danışıklı-dövüşüydü yaşananlar. Muhalefetin kıvranıp da söyleyemediği şey belki de budur. Ama fark etmez.

Operasyonun ardından Yaşar Paşa, eleştirileri yanıtlarken o güvenilirlik hamlesinde bulunuyordu. “Genelkurmay Başkanı yalan söyler mi?” diyordu, “söylese yüzde 90’a kadar inanır mıydınız?” İşte demek ki asker de halkın kendisine güvendiğine güveniyordu, ordunun güvensizliğine halkın güveni, halkın güvenine ordunun itimadı. ‘Tabii ki söylemez’ dememizi bekliyordu herhalde. Sanki yüzlerce terörist öldürdük dedikten sonra sadece 5 kişiyi öldürebildikleri ‘acı gerçeği’ bir komutanın ağzından internete sızmamış gibi. Sanki bu ülke hiç Kenan Evren görmemiş gibi. “Söylemez tabii Paşam. Genelkurmay Başkanı yalan söylemez. Bizi yalan söylemeye mecbur bırakır ve yalan daha söylenmeden o yalana inandırır. Yoksa en güvendiğimiz kurumdur TeSeKa.”

‘Sensiz olmaz, sensiz olmaz’

Buradan, sözü, milli kahramana, hiç yargılanmasın, hiç üstüne toz konmasın ve hiç ölmesin, gittiği her yerde ‘Kenan Paşa bize darbe yapsana, yapsana, yapsanaaaa’ tezahüratıyla karşılansın, memleketin bir utanç abidesi olarak hep buruşa buruşa, büzüşe büzüşe yaşasın dilediğim Kenan Evren’e getirmek gerekiyor. Darbeden sonra çıkmış televizyona, yalancı devlet düşmanlarının gözaltında işkence olduğu palavrasını uydurduklarını söylüyor. Üstelik gözaltına alınan kişilerin sayısı 1 milyona yaklaşır, yani işkencenin varlığına uzaktan ya da yakından tanık olanların sayısı 10 milyonları bulur (eş dost, akraba vs), bir o kadarının da işkence yapan güvenlik güçleri ve eşrafından olduğunu düşündüğümüzde, memleketin handiyse azınlıkta kalan geri kalanı için, onların da inanmayacağını bilirken böyle bir yalan söyleyebiliyor, gelmiş geçmiş en büyük vatan hizmetinde bulunmuş Kenan Paşa (bu hizmetler, birinci ligde hiç Ankara takımı yok diye kupa şampiyonu MKE Ankaragücü’nün hazır darbe yapmışken kontenjanından birinci lige yükseltilmesini de kapsar). Ama hakkını da vermek gerekir, asmayalım da besleyelim mi diyecek kadar da dürüsttür kendisi. Hala da yalan söylemez. Anılarını anlatırken ne kadar dürüst ve pişmanlıktan uzak olduğunu da görebilirsiniz. Eyalet sistemi bile önerir hatta, fikir babası olmak ister, ‘ülkeyi bölmek yerine faşizmi bölelim’ ucubeliğinin. Bakmak isterseniz tabii, memleketin buruşuk vicdanına…

İşte o Kenan Evren, kısa süre öncesi mitralyöz çıkışıyla memleket asmalarında şimşekler çaktıran Bülent Ersoy’un sahne yasağının da sahibi darbeden sonra. Daha doğrusu biz öyle sanıyorduk. Ama öyle değilmiş. Piyasaya yeni çıkan bir kitaba göre yasağı koyan (ah bir de o çıkmayan kitapları okuyabilsek), dönemin İstanbul Valisi Nevzat Ayaz’mış. Ama Kenan Evren haberi gazetede görünce çok hoşuna gitmiş ve üstlenmiş yasağı. Nevzat Ayaz kendisini bir yerde görünce sormuş, paşam basında böyle yazdı ama yasak benim diye. Keh keh gülmüş Kenan Evren ve yukarıdaki tatminkar açıklamayı yapmış. İşte budur Genelkurmay başkanı: Hoşuma gitti, benim olsun. Milyonlarca insanın işkenceden geçtiği, binlercesinin öldürüldüğü bir eylemin sahibi Paşa’nın olaylara yaklaşımı budur. TSK’nın model Genelkurmay Başkanı, cüretkar ve gelecek tüm tarihi suçlamaları göğüslemeye hazır, ödül olarak sadece Ertuğrul Özkök düzmecelerini almaya razı olacak kadar mütevazı, Bodrumlu ressam, Picasso resimlerine bakıp ‘ne var bunu ben de yaparım’ diyen, sonra da çıkıp Genelkurmay Başkanı yalan söyler mi diye soran komutanlarımız…

Peki, biz soralım o zaman, ne yapar Genelkurmay Başkanı?

10 Mart 2008

www.mavidefter.org

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
News Reporter