0 0
Read Time:12 Minute, 27 Second

Kalkınma kavramı, iki emperyalist savaş arası dönemde, Milletler Cemiyeti [Cemiyet-i Akvam] çevrelerinde kullanılmaya başlansa da,

asıl İkinci Savaş sonrasında evrensel kullanıma ulaştı. Kavramı kullananların amacı her iki dönemde de aynıydı: Sömürge sorunu ne olacak? Sömürgeleri nasıl yöneteceğiz? Nasıl bir çözüm bulacağız? Nitekim ABD dışişleri bakanı H.A. Kissinger, 1970’li yılların başında: “Gelişmekte olan dünyayı çekip çevirebilmemiz için birşeyler yapmalıyız” diyecekti… Zira Birinci Emperyalistler arası savaş [1914- 1918] sonrasında sömürge halkları artık kaderlerini tayin etmek üzere sahneye çıkma niyetlerini yüksek sesle dillendirmeye başlamışlardı. ‘Modern sömürgecilik’ esas itibariyle Kristof Kolomb’un macerasıyla başlamıştı ve dörtyüz yılı aşan bir tarihi vardı. Nitekim birinci emperyalist savaş öncesinde yeryüzünün „.4’ü birkaç sömürgeci/ emperyalist devletin ya doğrudan sömürgesi, ya nüfûz bölgesi, ya da protektorası durumundaydı. ABD İkinci emperyalistler arası savaştan kesin üstünlük sağlayarak çıktı ve ABD önderliğinde Batı Avrupa ve Japonya’dan oluşan bir kollektif emperyalizm durumu oluştu. ABD’nin sömürgeciliğin klasik [doğrudan] versiyonunun tasfiye edilmesinde çıkarı vardı, zira sömürgecilik statüsü eski biçimiyle devam ederse, Asya ve Afrika ülkeleri Amerikan sermayesine kapanmaya devam edecekti. O halde iki şey yapılmalıydı: 1. Doğrudan sömürgecilik tasfiye edilmeli; 2. Sömürgeci-emperyalist metropollerden ‘bağımsızlaşan’ yeni devletler kapitalist bloktan kopmamalı, sermayenin hareketine açık olmalıydı. Başka türlü söylersek, klasik/doğrudan sömürgeciliğin yerini yeni sömürgecilik almalıydı… Bilindiği gibi yeni sömürgecilik, bir ülkenin bir tek metropole bağlı olmak yerine, tüm metropol kapitalist ülkelerin kollektif sömürü alanı olması anlamına geliyor. Elbette bu tür bağımlılık biçimi doğrudan sömürgeciliğe göre yeni-sömürge statüsündeki ülkeye görece daha geniş bir manevra alanı sağlar. Değişik emperyalist güçler arasındaki çelişkilerden ‘yararlanma’ yolu açıktır. İşte sömürgeciliğin klasik versiyonunun tasfiye edildiği bir konjonktürde kalkınma kavramı emperyalist odaklar tarafından asıl niyetleri gizlemenin, seyirciyi oyalamanın, ideolojik manipülasyonun bir aracı olarak icat edildi. Özellikle de Harry S Truman’ın ABD başkanı seçilmesinin ardından yaptığı konuşmadan sonra kavram, eşine az rastlanır bir kullanım yaygınlığına ulaştı. Başkan Truman söz konusu konuşmada, hem sorunun adını koyuyor hem de çözümün ne olduğuna işaret ediyordu:

“Azgelişmiş bölgelerin geliştirilmesi ve ekonomilerinin büyütülmesi için bilimsel ilerlememizi ve endüstriyel gelişmemizi yeni bir cesur program ile bu bölgelere sunmamız gerekiyor”.

“Eski emperyalizmin başka ülkelerden kâr elde etmesi gibi bir anlayışın bizim programımızda yeri yoktur. Bizim tasarladığımız demokratik ve namuslu alış veriş yapma ilkesini temel alan bir kalkınma programıdır”

Dikkat edilirse, Truman hem sorunun adını koyuyor: azgelişmiş olma durumu, hem de çözümün nerede olduğunu gösteriyordu: ABD’nin yardımıyla azgelişmişlik durumunu aşmak… Yeni bağımsızlığa kavuşan veya bağımsızlıkları için mücadele eden sömürge halkları da gerçekten bağımsız olmak, demokratik, özgürlükçü, eşitlikçi bir toplumsal düzende yaşamak istiyorlardı. Tahmin edilebileceği gibi, herkes kalkınmadan farklı şeyler anlıyor, ona farklı içerikler yüklüyordu ve bu anlaşılır birşeydir. Zira bu dünyada herkes için aynı anlama gelen bir kavram mümkün değildir. Dolayısıyla İkinci Savaş sonrası dönemin bir kavramı olan kalkınma, emperyalist odaklar için yeryüzünün lânetlilerini kapitalist dünya sistemi içinde tutmaya yarayan zehirli bir kavram, bir tuzak işlevi görürken, Üçüncü Dünya halkları ona olumlu bir anlam yükleme eğilimindeydiler. Böylece yüzyıllardır uzak kaldıkları sofraya dahil olabilmeyi, kendi beşeri ve doğal kaynaklarını kendi refahları için kullanmayı, velhasıl kendi kaderlerini belirmeyi umuyorlardı. Dolayısıyla kavram her ne kadar kendi dışlarında üretilse de kendi kaynaklarına sahip çıkma, dünyanın zenginliğine ortak olma niyetlerini dillendiriyorlardı. Dolayısıyla savaş sonrası döneme damgasını vuran ‘ulusal kalkınmacılığı’ sadece emperyalizmin tek yanlı manipülasyonu olarak görmek yanlış olur. Tam tersine, ulusal kalkınmacılık Üçüncü Dünya halklarının bir dayatması sonucu gündeme gelmişti ve İkinci emperyalistler arası savaş sonrasında ortaya çıkan güçler dengesi, emperyalist odakları taviz vermeye zorlamıştı. Ezilen halklar ve sömürülen sınıflar lehine ortaya çıkan söz konusu güç dengesinin bir sonucu olarak, emperyalist ülkelerde ‘refah devleti’ veya ‘sosyal devlet’ denilen mümkün hale gelmişti. Dolayısıyla yeni güçler dengesi ortamında dünyanın üç farklı bölgesinde üç model geçerli olacaktı: Emperyalist merkezlerde ‘refah devleti‘, sosyalist denilen planlı ekonomiler veya Sovyet sistemi ve Üçüncü Dünya’da da ‘ulusal kalkınmacılık’. Sömürgeciliğin klasik versiyonunun tasfiyesi sonucu yeni bağımsızlığa kavuşan ‘genç devletler’ ilk defa Bandung Konferansıyla 1955 de uluslararası arenada boy gösterdiler ve onu ‘Bağlantısızlar Hareketi’ izledi. Artık Üçüncü Dünya ülkeleri dünya sisteminde bir taraf, etkin bir aktör olma niyetlerini yüksek sesle dillendiriyorlardı.

Yeryüzünün lânetlileri bu tür kaygılar ve taleplerle tarih sahnesine çıkarken, başta ABD olmak üzere kollektif emperyalizmin özneleri de kollektif sömürünün araç ve yöntemlerini oluşturmak üzere çoktan kolları sıvamışlardı. Üçüncü Dünya Ülkelerini ‘hür dünya’ içinde tutmak, söz konusu ülkelerin emperyalizmden muhtemel bir kesin kopuşunu önlemek üzere bir dizi kurum, söylem ve mekanizma oluşturdular. Birleşmiş Milletler ve çevresinde oluşturulan kurumlar yeni sömürgecilik statüsünü yerleştirip/sürdürmenin araçları olacaktı. Üçüncü Dünya Ülkelerinin emperyalist sistemden kopması, kapitalizmin de sonu olabilirdi. Birleşmiş Milletler çevresinde oluşturulan insanî kurumlar, BM Genel Kurulu, FAO, UNESCO, UNICEF, v.b. ve onlar tarafından oluşturulan söylem, Üçücü Dünya’yı kapitalist sistem içinde tutmanın araçlarıydı. İkinci grup kurumlar ekonomik ilişkileri ve işleyişi yönetmek üzere devreye sokuldu: IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü [eski adı GATT], bölgesel ‘kalkınma bankaları’ vb. Bunları da askeri paktlar izledi: NATO, CENTO, SEATO, vb. Aslında emperyalizmin komünizm düşmanlığı, onun Üçüncü Dünya düşmanlığından bağımsız değildir. İşte kalkınma paradigması böylesi bir ortamda ortaya çıkmıştı.

Kalkınmacı paradigma bir ‘azgelişmişlik teorisine’ dayanmıyordu

Sömürgeciliğin tasfiyesiyle oluşan ‘Üçüncü Dünya’ya az gelişmiş bölgeler deniyordu ama azgelişmişliğin ne olduğu veya bu ülkelerin neden azgelişmiş oldukları hiçbir zaman yeterince tartışma konusu yapılmadı. Dolayısıyla kalkınma kavramı bir bakıma sömürgeciliğin yerini almıştı. Maurice Bazin, Tales of Underdevelopmentbaşlığını taşıyan makalesinde: “Üçüncü Dünya Ülkeleri önce Tanrı’ya inandırıldılar… Şimdilerde bilime inandırılmış durumdalar… Önce selamete erdiler, arkasından ilerleme geldi. Başlangıçta ruhaniler tarafından yapılmıştı, daha sonra başkanın bilim danışmanları devreye girdi” derken, kalkınmanın emperyalist odaklar tarafından nasıl bir ideolojik meşrulaştırma aracına dönüştürüldüğüne işaret ediyor. Söz konusu ülkelerin içinde bulundukları durumun gerisinde, sömürgeciliğin ve emperyalizmin yattığı gerçeği gözardı edilince, bağımlılık, hakimiyet ve şartlandırma ilişkileri yok sayılınca, ‘geriliğin’ gerçek nedenleri de göz ardı edilecekti. Bu ülkeler neden yoksuldu, neden sefalet ortamına sürüklenmişlerdi? Kalkınma teorisyenleri bu konuda Avrupa-merkezli ırkçı tezleri dillendirmenin ötesine geçemediler. Bu ülkeler fakir zira, doğal kaynak donanımları yetersiz, toprakları verimsiz, yaşadıkları bölgelerin iklimi elverişsiz, ya da halkları tembel, yeniliğe ve ilerlemeye ehil değil… Fakat akademik iktisatçılar ve ‘kalkınma uzmanları’ açıkça ırkçı tezleri dillendirmedikleri zaman bile totolojinin ötesine geçemediler. En ünlü kalkınma teorisyenlerinden biri olan, kısır döngü teorisinin mimarı Ragnar Nurske: “Bir ülke fakir olduğu için fakirdir. Bu önerme basit ve önemsiz görünse de geri kalmış ülkelerde sermaye birikimi sorununun gerek arz, gerekse talep yönünü etkileyen kısır döngüleri ifade edebilmektedir” diyordu. Aslında kalkınma paradigmasının teorisyenleri, başkan Truman’ın söylediklerine ‘bilimsel/ akademik bir kılıf geçirme misyonunu üstlenmişlerdi. Söylenen veya söylenmek istenen şu idi: Bu ülkeler fakir, bir fakirlik kısır döngüsü içine hapsolmuş durumdalar. Bu kısır döngüden kendi başlarına çıkmaları mümkün değil. O halde başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkelerin ‘yardımıyla’ kısır döngü kırılabilir… Başka türlü ifade edersek, söz konusu ülkelerin kalkınma yoluna girebilmeleri için iki şeye ihtiyaç var: sermaye ve bilimsel/ teknik bilgi… ve bu ikisi de gelişmiş ülkelerde mevcut olduğuna göre… İşte yardımlar bu amaçla gündeme geldi ve Üçüncü Dünya’yı emperyalizme bağlayan güçlü bir zincir işlevi gördü ve bu gün dahi görmeye devam ediyor. Bu aşamada neden gerçek anlamda bir kopuşun mümkün olmadığı, Üçüncü Dünya rejimlerinin giderek neden ve nasıl yeniden kompradorlaştıkları sorusu akla gelir. Oldukça uzun tahliller gerektiren böyle bir sorunun cevabı için burada yerimiz yok ama geçerken şunlar söylenebilir: ulusal kurtuluş mücadelelerine önderlik eden elitler, ekseri Batı’da eğitim görmüşlerdi, Avrupamerkezli ideolojik yanılsamayla malûldüler. Her ne kadar bağımsız, modern bir toplum düzeni kurma niyeti taşısalar da, kendi gerçekliklerine yabancılaşmış durumdaydılar ve kendi realitelerine kendi gözleriyle bakacak durumda değillerdi. Dolayısıyla yakalamanın mümkün olduğuna, Batı’daki kurumların benzerlerine sahip olunur ve ‘uygun’ ekonomik/sosyal politikalar uygulanırsa, kalkınmanın mümkün olabileğine inanıyorlardı. Bunun anlamı Batıyı eskisinden daha kapsamlı ve daha hızlı taklit etmektir ki, böyle bir tercih bağımlılığı yeni biçimler ve görüntüler altında sürdürmek demekti. İkincisi, teorik bir sorunla ilgilidir. Ulusal kurtuluş hareketleri doğası gereği, ekseri üretim ilişkilerini, mülkiyet ilişkilerini ve söz konusu sosyal formasyonları emperyalizme bağlayan ilişkiler bütününü yeterince sorun etmiyordu. Orta ve uzun vadede son sözü sınıfsal çıkarlar söylüyor ve siyasal bağımsızlık sömürgeci yönetimin yerli unsurlar tarafından devralınmasıyla, bir tür ‘nöbet değişimiyle’ sonuçlanıyor. Sınıfsal bir temele oturmadığı, üretim/bölüşüm, dolayısıyla mülkiyet ilişikileri dönüştürülmediği zaman, yerli elitlerin emperyalizmle uyuşması/uzlaşması sınıfsal çıkarların bir gereğidir. Gerçek durum böyle olmlakla birlikte, söylem farklıdır. Ne yapılırsa yapılsın her zaman ulusal çıkarların bir gereği olarak yapıldığı söylenir. Oysa, kurtuluş hareketlerinin gerçekten bir anlamı olabilmesi için üç şey yapılması gerekiyordu: Emperyalist merkezleri yakalama pespektifini reddetmek, ülkeyi emperyalizme bağlayan ilişkiler bütününü koparıp, tasfiye etmek, gerçek anlamda kopuşu gerçekleşkirmek; Batı’dakinden farklı bir toplum perspektifine sahip olmak… Bunun anlamı eskilerin huruç dediklerini gerçekleştirmektir ki, Üçüncü Dünya rejimlerinin 1970’lerin sonlarından itibaren giderek kompradorlaşmalarının birinci nedeni budur. Zira söz konusu ülkeleri emperyalist merkezlere bağlayan sadece politik veçhe değildir. Bağımlılık, ekonomik, politik, kültürel/ ideolojik, vb. veçheleri de kapsar. Dolayısıyla bir başına siyasal plandaki ‘bağımsızlık’ sömürü, hakimiyet ve bağımlılık ilişkilerinden kurtulmak için yeterli değildir. İkinci bir neden de başta ABD olmak üzere emperyalist ülkelerin saldırısıdır. Zira, Üçüncü Dünya’nın özellikle Bandung sonrası dönemde etkili olmuş karizmatik şahsiyetlerin darbeler, suikastler ve komplolar sonucu tasfiye edilmesi, söz konusu rejimlerin muhtemel radikalleşmesinin önünü kesti…

Kalkınma paradigması, azgelişmiş denilen ülkelerin emperyalist merkezlerle ‘karşılıklı bağımlılık’ koşullarında, uluslarası ticarete daha çok katılarak, Batı’nın mali ve teknik yardımıyla kalkınabilecekleri, onları yakalayabilecekleri düşüncesine dayanıyordu. Fakat yolun çıkmaz bir yol olduğunun anlaşılması için fazla zaman gerekmedi. Birleşmiş Milletler 1960 – 1970’i birinci kalkınma onyılı ilan etti. Birinci kalkınma onyılının sonunda beklentilerle gerçekleşenler arasında bariz bir uyumsuzluğun ortaya çıktığı görüldü. Yakalama şurda dursun, aradaki fark hızla açılıyordu. Kapitalizmin savaş sonrası genişleme döneminin 1960’lı yılların sonuna doğru sona ermesi ve emperyalist dünya sisteminin 1970’li yılların ortalarında yeniden ‘yapısal krize’ girmesi ve Üçüncü Dünya Devletlerinin gündeme getirdiği Yeni Bir Uluslararası Ekonomik Düzen talebinin emperyalist merkezler tarafından kesin bir dille reddedilmesiyle ve neoliberal ideolojik tezlerin giderek etkinliğini artırdığı koşullarda, kalkınmadan daha az söz edilmeye başlandı. Dünya Bankası Temel İhtiyaçlar tezini ortaya attı. UNESCO tarafından endojen kalkınma gündeme getirildi. Daha sonra alternatif kalkınma, bir başka kalkınma, ekolojik kalkınma, vb. den söz edilir oldu… Nihayet 1980’lerin ikinci yarısında sürdürülebilir kalkınma keşfedildi veneoliberal küreselleşme çağının her derde deva, vazgeçilmez kavramı haline geldi… Artık kalkınma kavramı kullanımdan düşmüştü, yerini ‘şok tedavisi’, dışa açılma, ihracat öncülüğünde büyüme, yapısal uyum, alıyordu… Şimdilerdeyse küreselleşme trenine atlamanın sorunların çözümü için yeterli oluduğu görüşü revaçta… Aslında bunda şaşılacak birşey yok. Küreselleşme söyleminin geçerli olduğu, piyasanın kendiliğinden işleyişine bırakıldığında herşeyin yolunda gideceğine ‘inanılan’ koşullarda, elbette kalkınma kavramına yer olmazdı. O halde sürdürülebilir kalkınma retoriğinin misyonunu tartışmaya geçebiliriz…

Bir mistifikasyon aracı olarak sürdürülebilir kalkınma

Bir sermaye uygarlığı olan ve sermayenin genişletilmiş ölçekte yeniden üretimi demek olan kapitalist üretim tarzında, üretimle ihtiyaçlar arasındaki doğrudan bağ kopmuş durumdadır. Bunun anlamı, üretimin birincil ve aslî amacının insan ihtiyaçlarını karşılamak değil, kâr etmek olduğudur. Başka türlü ifade edersek, üretilen mallar ve hizmetler piyasada satılmak üzere üretiliyor. Elde edilen kâr yeniden yatırılarak genişletilmiş yeniden üretim gerçekleşiyor. Dolayısıyla nihai durumda sistemin işleyişi üretim için üretim veya sermaye üretimi/ yeniden üretimi şeklinde tezahür ediyor. Şiddetli bir rekabet ortamında her kapitalistin toplam artı-değerden daha büyük pay alma yarışı, kapitalistleri ileriye doğru kaçmaya zorluyor. İşte ister sosyal, ister ekolojik veya kültürel-etik-ideolojik mahiyette olsun, insanlığın yüzyüze geldiği sayısız kötülükler ve ekolojik yıkım, kapitalizmin bu kör mantığının bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Kapitalist üretim kutuplaştırıcıdır. Bir kutba zenginlik yığabilmesi, karşı kutupta yoksulluk, sefalet üretmekle mümkündür. Kapitalizm her seferinde daha çok üretmeye mahkûmdur. Üretilenin de mutlaka tüketilmesi [satılması] gerekir. O halde her seferinde daha fazla tüketmek zorunluluğu var ki, bu da daha fazla tahribetmek, daha fazla yok etmek, daha fazla kirletmek demektir. Bu da demektir ki, doğa ve insana saygılı, doğa ve insanla uyumlu bir kapitalizm mümkün değildir. Mistifikasyon yaratan birşey de, ekonomik büyümeyle kalkınmanın özdeş sayılmasıdır. Oysa böyle bir özdeşlik asla mümkün değildir. Yüksek büyüme oranları insanların çoğunluğuğunun yaşam koşullarının kötüleşmesi, doğal çevre tahribatının derinleşmesi [küresel ısınma, ozon tabakasının zayıflaması, tropik orman alanlarının daralması, denizlerin, göllerin, ırmakların kirlenmesi ve su kaynaklarının kuruması, aşırı balık avlama, canlı türlerinin hızla yok olması, genetik çeşitliliğin aşınması, toprağın zehirlenmesi, çölleşme, radyoaktif atıkların ortaya çıkardığı riskler, vb.] pahasına gerçekleşebilir… İşte kalkınmanın iflasının ilan edildiği ve doğal çevre tahribatının derinleştiğinin anlaşıldığı bir tarihsel dönemde, sürdürülebilir kalkınma seyirciyi oyalama, olup bitenleri meşrulaştırma ve kabullendirme işlevi gören ‘zehirli bir kavram’ veya tuzak… Kaldı ki, gerçek dünyada söz konusu olan kalkınma değilse, sermayenin büyümesiyse ki, öyledir, sürdürülebilir ve kalkınma kelimelerinin yan yana getirilmesi karşıt anlamlı iki kelimeyi yan yana getirmektir. Kadim Grekçe’de bunun karşılığı oxymore’dur. Oxymore yan yana getirilmesi uygun olmayan antinomik iki kelimeyi yan yana getirmeyi ifade ediyor. Sadece sürdürülebilir kalkınma değil, eğer bir kelimenin veya kavramın önüne bir niteleme sıfatı getiriliyorsa, biliniz ki, orada ekseri bir manipülasyon, bir tuzak vardır…

Sürdürülebilir kalkınma, “bugünün ihtiyaçlarını, gelecek kuşakların da kendi ihtiyaçlarını karşılayabilme olanağından ödün vermeksizin karşılamak” olarak tanımlanıyor. Her ne kadar sürdürülebilir kalkınma çevreye zarar vermeden, değilse verilen zararın doğanın kendini yenilemesini tehlikeye atmayacak düzeyi aşmaması gerektiği söylense de, kapitalizmin mantığı işlemeye devam ettikçe, bu tür söylemlerin bir kıymet-i harbiyesi olması mümkün değildir. Bu gün yaşayan insanları ciddiye bile almayan bir üretim tarzının gelecek kuşaklarla ilgili kaygı duyması mümkün müdür? Nitekim çevre sorununun ilk defa insanlığın gündemine girdiği 1970’li yılların başından bu yana BM Çevre ve Kalkınma Proğramı tarafından yapılan zirvelere [1972 Stockholm, 1992 Rio, 2002 Johannesburg] yapılan uyarılara, “alınan önlemlere” rağmen, çevre tahribatı derinleşmeye devam ediyor. Yegâne amacı kâr etmek ve kârı büyütmek olan bir üretim tarzının, doğaya ve insana zarar vermeden yol alması mümkün değildir. Mevcut olumsuzluğu aşmak, geçerli paradigmanın dışına çıkmadan mümkün değil. Bunun için de sürdürülebilir kalkınma gibi misyonu seyirciyi oyalamak olan tuzak kavramlara itibar etmemek gerekiyor. Dünyanın ayrıcalıklı %20’sinin dünya kaynaklarının †’sına el koyduğu, bir tek kişinin servetinin [Warren Buffet] 62 milyar dolara ulaştığı bir dünyada sürdürebilir kalkınmadan söz etmek, birşeyi olmadığı yerde aramaktır. Dünyadaki 1062 milyarderin serveti 6 milyar insanın gelirinin ‘una eşit… Bu arada Türkiyeli milyarderlerin serveti de hızla artıyor. Servetleri 2008’de 60 milyar dolara yükselmiş durumda… Milyarlaca insan asgari geçim düzeyinin altında ‘yaşıyor’ bu insanların yaşam düzeyini yükseltmek için üretimin artırılması şart. Bu günkü düzeyde üretim ve tüketim bile çevre tahribatını tehlikeli bir eşige getirmişken bu sorun nasıl çözülebilir? Dünyanın yoksullarının da Batı standardını yakalaması durumunda bunun doğal çevre üzerinde yaratacağı tahribatı düşünmek bile rahatsız edicidir. Bu da demektir ki, geçerli paradigma sürdürülebir değildir, sürdürülebilir kalkınma türü ideolojikzorlamalar ve manipülasyorlar insanlığı ve uygarlığı kurtarmaya yetmeyecek. O halde vakitlice geçerli paradigmayı reddetmek, kapitalizmden kurtulmak, doğa ve insana düşman olmayan, yeni bir uygarlığın yolunu aralamaktan başka seçenek yok. Bu yola girerken bilim ve teknoloji fetişizminden de yakayı kurtarmak gerekiyor. Zira, şimdilerde bilim ve teknoloji, külliyen kâr etmenin, mal satmanın, insanları alıklaştırmanın, yok etmenin hizmetinde. Nasıl kapitalizm için insan değil, kâr yegâne amaçsa, bilim insanları için de artık yegâne amaç ilerlemedir ve ilerleme kârın öteki adıdır. Şimdilerde bilimin ve teknolojinin gücü, yıkımın ve ideolojik manipülasyonun gücü haline gelmiş durumda.

Velhasıl, yaşadığımız ama pek ayırdında olmadığımız süreç, insanlıkla kapitalizmin nihai kapışmasıdır. Böyle bir dünyada yapılması gereken birtek şey var: tüm araçları ve imkânları seferber ederek kapitalizmi yıkmak…

Fikret Başkaya, Kalkınma İktisadının Yükselişi ve Düşüşü, Özgür Üniversite Kitaplığı. 5. baskı, s 99.

20 Ocak 1949, Document on American Foreign Relations, Connecticut: Prinston University Press, 1967. İn Kalkınma Sözlüğü – Bir iktidar olarak bilgiye giriş, editör, Wolfgang Sachs, çev: Oktay Etiman, Özgür Üniversite Kitaplığı, Ankara 2007.

İn Race and Class, XXVHI/3, ss. 1-12, 1987

Some International Aspects of the Problem of Economic Development”, A.N. Agarwala and D.S. Sing, The Economics of Underdevelopment, Oxford University Press, s. 256.

http://www.ozguruniversite.org/baskaya_kalkinma_paradigmalari.php

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
News Reporter