“Ölmeyi göze almazsan, /yaşayamazsın.”[2] / Günlerdir düşünüyorum: Kızıldere’nin 36. yıldönümündeki anma toplantısında ne diyeceğim? /Ne diyeceğim, nasıl anlatacağım bizim Kızıldere’yi;
36 yıl sonra “ateşin ve ihanetin içinden”…
Bunun çok zor olduğunu biliyorum; ama yine “imkânsızı isteme cüreti olan” Kızıldere’yi size süsleyip, püslemeden olduğu gibi anlatmayı deneyebilirim…
Evet, evet imkânsız (denileni) tutkuyla isteme pratiği olarak Kızıldere öncelikle; V. L. Lenin’in, “Zor olan başarılır, imkânsız olan vakit alır…”; ya da Karl Liebknecht’in, “Mümkünün son sınırlarına, imkânsızı elde etmek için çabalayanlar ulaşabilir ancak. Gerçekleşmiş imkânlar, zorlanmış imkânsızlıkların sonucudur…” diye betimlediğidir…
Sonra da Goethe’nin, “Tutku ile aşk, büyük işlerin kanatlarıdır”; Ernesto Che Guevara’nın, “Gerçek devrimciyi yöneten büyük aşk duygularıdır,” saptamasını kanıtlayan bir politik pratiktir Kızıldere…
Ayrıca da, “Hiçbir eylem, daha önce ‘ne yapmalıyım’ diyen birisince gerçekleştirilmiş değildir,” diyen Hermann Hesse’in doğrulanmasıdır…
Veya Korku duvarının aşılmasıdır; Schiller’in, “Kimseden korkmayan kişi, herkesi korkutan kişi kadar güçlüdür”; F. D. Roosevelt’in, “Korkacağımız tek şey korku olmalıdır,” sözlerinde betimlediği gibi…
Ya da başkaldıran cesarettir; Cicero’nun, “Cesaretle dolu bir insan, inançla dolu bir insandır”; Ovidius’un, “Cesaret, bütün silahlardan üstündür.” “Cesaret her şeyi fetheder; gövdeye bile güç verir,” saptamalarını kanıtlayan…
Kanım odur ki 36. yıl önce Kızıldere’de ölümsüz ölümü kucaklayan 10’ların “klasik anma ritüelleri”nden[3] öteye; anlaşılmaya/ anlatılmaya ihtiyaçları vardır.
ANMA NE(DİR)?
Devrimci bir anma faaliyeti, bir ritüel ya da tören değildir; asla da olmamalıdır!
Devrimci değerlerin anılmasının, burjuva düzenin sıkıcı ve içi boş ritüelleriyle, törenleriyle bir ilgisi yoktur. Çünkü devrimci bir anma faaliyeti, ya devrimci praksisin önünü açan politik bir eylemdir; ya da hiçbir şey…
Yani politik anma öznesine hak ettiği değeri veren, aradan geçen yılların zaman aşımı etkisine izin vermeyen somutlukta dünü bugüne taşımaktır.
Özellikle son yıllarda anmaların, yasak savar bir üslûpla geçiştirilmesi, devrimci içeriğinin “es” geçilmesi, hafızasızlığı güçlendirmiştir.
Bu bağlamda devrimci değerler karşısındaki sorumluluğumuz, salt anma toplantıları faaliyetlerine indirgenmiş, belirli zamanlarda alışılagelmiş etkinliklerin sergilendiği bir prosedür olmaktan çıkartılmalıdır.
Söz konusu olumsuzluk postmodern zamanlardaki kültür endüstrisinin biçimlendiriciliğiyle karşımızdadır.
Devrimci değerlerimiz siyasal kişiliklerinden ve gerçeklerinden koparılıp, “birey”(ler)e dönüştürülmüştür ki; böylelikle de tarih, ideoloji, siyasi çizgi anlam ve bağlamından soyutlanarak “hiçleştirilir”.
Yani devrimci değerler, büyük saygı ve sevgi ile anılıp, bağlılık yeminleri edilirken; onların bugünle devrimci bağları koparılıp, geçmiş “evliyalık” konumuna indirgenir; zararsız bir tüketim maddesine dönüştürülür.
Devrimci değerlerimizin “birey”leştirilmesi, ideolojik-siyasi kimliklerinden, düşüncelerinden koparılması burjuvazinin kültür endüstrisine özgü tüketim tarzıdır. Burjuvazi, yeri geldiğinde “şeytan”, yeri geldiğinde “evliya” ilan etmekle, devrimci değerlerimizi ideolojik-siyasal anlam ve bağlamından kopartarak, zararsızlaştırıp, “olağanlaştırır”!
Burada yeri gelmişken anımsatayım: Kapitalist dünya, devrimciler onu değiştiremediği oranda, onun devrimcileri değiştirip, yabancılaştırdığı bir dinamiktir…
Söz konusu yabancılaşmada kapitalist kültür endüstrisinin ve medyanın belirleyici rolü vardır; ve bu da herkes gibi sol cenahı da etkilemektedir…
Kolay mı? Kapitalizm koşullarında “Taklidi, mutlak olanın yerine koyan”[4] kültür endüstrisi, daha da ileri giderek, taklidin çoğaltılması ve pazarlanmasını üstlenir.
“Kültür endüstrisinin ürünleri, insanlar perişan hâlde olsalar bile canlı bir biçimde tüketilecektir. Bu ürünlerin her biri, ister iş saatlerinde, ister dinlence saatlerinde herkesi ayakta tutan dev ekonomi çarkının bir modelidir.”[5]
Özetle şimdinin kültür endüstrisi, insanları daha çok tüketmeye, yalnızlaştırmaya; onun ancak toplum içinde birey ve bireysel özne olabileceği gerçeğini unutturup, bağlarından koparmaya çalışırken; kültür ürünlerinin sonunda endüstriyel ürünlere dönüşmeye başlamasıyla birlikte ne liberalizmin özgürlükçü ve demokratik, ne de sosyalizmin gelecekçi değerlerini benimseyen, yalnızca yaşanan ânı verimliliğe ve kâra dönüştüren bir kültür devreye girer. Bu kültür Batı evrenselliğiyle örtüşmeye çalıştı; hâlâ da bir özelliği tüketirken yenilerini yaratarak evrensel bir eştürdenlik peşinde koşuyor, postmodernizmle aynılaşmaya çalışıyor.
Bu da Karl Marx’ın, “Bir kutupta servet birikimi, diğer kutupta, yani kendi emeğinin ürününü sermaye şeklinde üreten sınıfın tarafında, sefaletin, yorgunluk ve bezginliğin, köleliğin, cahilliğin, zalimliğin, aklî yozlaşmanın birikimi aynı anda olur,” diye betimlediği tabloda; devrimci olanın zararsızlaştırılıp folklorik bir unsura indirgenerek tasfiyesini devreye sokar; devrimci sahiplenmenin önüne engeller diker.
Yani V. İ. Lenin’in ifadesiyle, “Egemen sınıflar, sağlıklarında büyük devrimcileri ardı arkası gelmez kıyıcılıklarla ödüllendirirler; öğretilerini, en vahşi düşmanlık, en koyu kin, en taşkın yalan ve kara çalma kampanyalarıyla karşılarlar. Ölümlerinden sonra, büyük devrimcileri zararsız ikonlar durumuna getirmeye, söz uygun düşerse, azizleştirmeye, ezilen sınıfları ‘teselli etmek’ ve onları aldatmak için adlarını bir hâleyle süslemeye çalışırlar. Böylelikle, devrimci öğretileri içeriğinden yoksunlaştırılır, değerden düşürülür ve devrimci keskinliği giderilir. Burjuvazi ve işçi hareketi oportünistleri, bugün işte Marksizmi ‘evcilleştirme’ biçimi üzerinde birleşiyorlar. Öğretinin devrimci yanı ve devrimci ruhu unutuluyor, siliniyor ve değiştiriliyor. Burjuvazi için kabul edilebilir ya da öyle görünen şeyler, ön plana çıkarılıyor ve övülüyor,” denilen bir tablo dikilir ki; burada ne Kızıldere Kızıldere’dir; ne Mahir Çayan Mahir Çayan; ne de devrimcilik devrimciliktir!
Bunların böyle olmaması için Kızıldere’nin, 10’ların, Mahir Çayan’ın ne olduğu unutmadan, unutturulmadan sahiplenilmelidirler.
Devrimci Marksistler açısından böylesine yüzü dünyayı değiştirmeye dönük bir sahiplenme, sorumluluk üstlenmektir, yükü omuzlamaktır; devrimci mücadelede yer almaktır…
Mart ayının bizim açımızdan tarihi önemine işaret etmeden önce bunların altını çizmem, “olmazsa olmaz”dı…
MART AYI BİZİM HİKÂYEMİZİ ANLATIR
Evet, evet “Mart Ayı Bizi Anlatır”!
Ayın başından sonuna gidecek olursak, önce karşımıza 8 Mart çıkar. 8 Mart, 1910 yılında Klara Zetkin’in önerisiyle II. Enternasyonal Kadınlar Konferansında Dünya Emekçi Kadınlar Günü ilan edilmişti…
Ardından gelen 12 Mart, solun “balyoz harekâtı” ile ezilmeye çalışıldığı 1971 yılındaki muhtıra ile karışık darbeyi hatırlatır…
12 ile 13 Mart (1995), failleri bir türlü bulunamayan Gazi mahallesindeki “derin (denilen) devlet”in provokasyonunu akla getirir…
16 Mart, İstanbul Üniversitesi katliamını (1978) anımsatır. Ayrıca 16 Mart, Saddam Hüseyin’in ayaklanmaya kalkan Kürtlerin üzerine attığı kimyasal bombalar ve Halepçe katliamı anlamına gelir.
18 Mart 1871 tarihte ilk kez “baldırı çıplakların” iktidarı ele geçirdiği ve yetmiş gün boyunca eşitlik ve özgürlük ideallerini yaşama geçirdikleri “Paris Komünü” günlerinin başlangıcıdır.
21 Mart, başta Kürtler olmak üzere tüm Ortadoğu ve Mezopotamya halklarının yüzyıllardır kutladığı Newroz, yani yeni gündür.
21 Mart ayrıca, Filistinliler için “Toprak Günü”, Birleşmiş Milletler kararıyla da “Irkçılığa Karşı Mücadele Günü”dür.
30 Mart 1972 Mahir Çayan ilee dokuz arkadaşının Kızıldere’de kolluk güçleriyle girdikleri çatışmada öldürüldükleri gündür…
30 Mart 1972’den bugüne 36 yıl geçse de 12 Eylül askeri darbesini yaşadığımız topraklarda bıraktığı izler hâlâ canlıdır. Gerek ‘80 öncesi diye tabir edilen ve askeri diktatörlüğün iktidara gelişini hazırlayan süreç, gerekse de ‘80 sonrası, egemenlerin, iktidarları tehlikeye girdiğinde ne denli acımasız ve kanlı saldırılara girişebildiklerinin örnekleriyle doludur.
Mart ayı, bu bakımdan isyanın olduğu kadar, devlet terörünün ve katliamların bolca yaşandığı, hafızamıza kazımamız gereken örneklerle dolu bir aydır.
Bundan tam 36 sene önce 12 Martta darbe yaparak yarı-askeri bir rejim altında devrimci hareketi boğmaya çalışanlar da, Kızıldere’de devrimcileri pusuya düşürüp katledenler de, 16 Martta faşistleri okullarından atmaya kalkışan devrimci öğrencilerin üzerine kurşun ve bomba yağdıranlar da, Gazi mahallesinde emekçilere kurşun sıkanlar da, Newrozlar’da Kürt halkına kan kusturanlar da aynı geleneğin ve düzenin temsilcileridirler.
Unutulmasın, sadece Mart aylarında değil; her ay, her hafta, her gün, her dakika, her saniye ya da her nefes alışta unutulmasın: Burjuvazinin geçmişte yaptıkları, gelecekte yapacaklarının da teminatıdır. Bu bakımdan yaşananları bir kez daha hatırlatmak ve ondan dersler çıkarmak boynumuzun borcudur…
KIZILDERE’NİN ANLAMI
Kızıldere ne anlam taşır? Ne var Kızıldere’de?
Yanıt açık: Devrimciyi devrimci yapan fedakârlık, cüret, direniş ruhu, yoldaşlar arası dayanışma ahlâkı var!
Kapitalizme karşı isyan ve ihtilalci birlik var!
Bir de Mayakovski’nin, “Susun ey politikacılar!/ Susun ey söz ustaları!/ Bir sen konuş mavzer-yoldaş;/ Sola! Sola! Sola!” dizelerindeki ikircimsiz kararlılık var!
Başkaları ne der bilmem, ama benim için 30 Mart 1972 devrim tarihimizin onurudur; hani Nâzım Hikmet’in, ‘Zafere Dair’ dizelerindeki üzere:
“Korkunç ellerinle bastırıp yaranı/ dudaklarını kanatarak/ dayanılmakta ağrıya./
Şimdi çıplak ve merhametsiz/ bir çığlık oldu ümid…/
Ve zafer/ artık hiçbir şeyi affetmeyecek kadar/ tırnakla sökülüp/ koparılacaktır…/
Günler ağır./ Günler ölüm haberleriyle geliyor./
Düşman haşin/ zalim/ ve kurnaz./
Ölüyor çarpışarak insanlarımız/ -‘hâlbuki nasıl hakketmişlerdi yaşamayı’-/ ölüyor insanlarımız/ ‘ne kadar çok’/ sanki şarkılar ve bayraklarla/ bir bayram günü nümayişe çıktılar/ öyle/ genç/ ve fütursuz…/
Günler ağır./ Günler ölüm haberleriyle geliyor./
En güzel dünyaları/ yaktık ellerimizle/ ve gözümüzde kaybettik ağlamayı:/ bizi bir parça hazin ve dimdik bırakıp/ gözyaşlarımız gittiler/ ve bundan dolayı/ biz unuttuk bağışlamayı…/
Varılacak yere/ kan içinde varılacaktır./
Ve zafer/ artık hiçbir şeyi affetmeyecek kadar/ tırnakla sökülüp/ koparılacaktır…”
Evet, evet Kızıldere’nin anlattığı budur…
Bunların yanında olup bitende ‘68’in etkisi oldu olmasına ama; 10’ları Kızıldere’ye götüren şey sadece ‘68 ile açıklanamaz; 10’ları Kızıldere’ye götüren Marksist-Leninist olmalarıdır…
10’lardan ve özellikle de Mahir Çayan’dan geriye kalan(lar); “yalanlarımla bin yaşıyorum; beni doğrularım öldürüyor,”[6] diyen Melih Pekdemir’in, “Kuralsızlığın Kuralları”ndaki[7] veya “Meğer Yaptığım Alıntıları Kimse Söylememiş, Hepsini Ben Uydurmuşum” hikâyelerindeki[8] omurgasız kafa karışıklığıyla değerlendirilemez…
Gerçekten de Caner Soylu’nun, “Eski kavramsal çerçevenin açıklayıcılık gücünü yitirmesi yeni bir kavramsal çerçevenin gerekliliğini ortaya koyar,”[9] saptamasından hareketle kimileri Kızıldere’yi “kızıllaştıran kavramsal çerçevenin” uzağına düşerlerken; kimileri de Kızıldere’yi şu saptama ile yerli yerine oturttular: “THKP-C, her şeyden önce 1970’li yılların başında emperyalizmin uluslararası planda girdiği krizin sonuçlarının Türkiye gibi ülkelerdeki yansımalarının ortaya çıkardığı konjonktürün bir gerçeğiydi. Genel planda Marksizm-Leninizm’i rehber alan, özelde emperyalizmin 3. Bunalım Dönemi yaklaşımlarını kendine yakın bulan ve bu yaklaşımın sonuçlarını politik mücadeleye dönüştüren bir profile sahipti.”[10]
Evet, tarihsel bir konjonktürün ürünü olan Kızıldere ve 10’lar biz(ler)e, bütün zamanlarda unutulmaması gereken devrimci stratejik dersler verdiler…
Bunu ‘Sosyalizm Türkiye ve Gelecek’ başlıklı yapıtının bir dipnotunda, “…silahlı mücadele gibi radikal bir ortam bazı göz yaşartıcı yüceliklere de zemin hazırlar. Ama bu parlak anlar istisnadır; kural olan, kan ve ateş içinde daha çok zilletin üremesidir. Kahramanlar sahnenin önünde göz kamaştırır, ama arka plandaki gölgelerin içinde korkular, ihanetler, boyun eğmeler, gaddarlıklar ve daha neler yayılır,”[11] diyen Murat Belge gibi, “sivil toplum”cu liberallerin kavraması elbette mümkün değildir.
Çünkü O Murat Belge ki, “AB benzeri yapıların oluşmasıyla aslında, sol tekrardan ortaya çıkmaya başlayacaktır,“[12] diyendir…
Çünkü O Murat Belge ki, “Türkiye’nin ilacı, AB üyeliği umududur,”[13] diye haykıran Open Democracy’nin açıklamasının altında imzası olandır!
O hâlde “eski” THKP-C davası sanıklarından Murat Belge’nin ya da Ömer Laçiner’in[14] ne Kızıldere ne de Mahir Çayan hakkında ettikleri sözün hiçbir inandırıcılığı yoktur…
Cüret edemeyenler, başkaldırmayanlar, “Hâlâ Tek Yol Devrim” demeyenlerin ne Kızıldere ne de Mahir Çayan’dan söz etmeleri laf-ı güzâftan ibarettir…[15]
Haluk Yurtsever’in, “THKP-C’liler ve onlarla birlikte THKO’lular devrimci hareketimizin bugün yeniden canlandırması gereken çok önemli moral değerler yarattılar. Emekçi halkın davası için ölümü göze alabildikleri gibi, genel çıkarları ve topluma hizmet duygusunu her türlü kişisel çıkar ve kaygılardan önde tutan bir davranış da sergilediler.
THKP-C ile THKO birbirine ‘rakip’ iki ayrı hareketti. Ama ortak düşmana karşı savaşta ortak davranabilme erdemini gösterdiler,”[16] diye tarif ettiği Kızıldere, devrimci eylemin birleştiriciliğinde siper yoldaşlığının ne olduğunu tarihe kaydeden devrimci praksistir…
Evet “Türkiye solunda Marksist teori ya bir dogma olarak algılanmış ya da kültürel bir nesne gibi ele alınmıştı,”[17] denilen açmazı aşan 1971 silahlı direnişi tarihinde 10’lar, “biz buraya teslim olmaya değil, ölmeye geldik” diyorlardı. Ve öyle oldu. Teslim olmadılar. Direndiler. Ölümsüz ölümü kucakladılar.
30 Mart 1972, devrimcilere yol gösteren bir direnme savaşının yığınlara maledildiği gün oldu.
Kızıldere Direnişi, yaşanılan günlerde, bir rastlantı, bir istisna değildi. Daha önce Hüseyin Cevahir ve Ulaş Bardakçı, Koray Doğan hunharca katledilmişlerdi. Kızıldere’nin hemen ardından ise, Deniz, Yusuf ve Hüseyin oligarşinin cellatları tarafından öldürüldü. İbrahim Kaypakkaya işkencehanelerde faşizme karşı yiğitçe direndi ve öldürüldü. Kızıldere katliamı da, bütün bu dönem boyunca halk yığınlarına uygulanan eziyetin bir parçasıydı. Ve bu direniş, halk yığınlarının hoşnutsuzluğunun en çarpıcı, en somut simgelerinden biri oldu.
Bütün bu olup bitenler, 12 Mart askeri darbesi ile başlayan karanlık günlerde yaşandı. Kızıldere’de halkın evlatlarının niçin hunharca katledildiğinin, bütün 12 Mart döneminde onlarca yurtseverin neden kurşunlandığının, işkencehanelere, zindanlara atıldığının ve emekçi halkın azgınca sömürüldüğünün cevabı bu ünlü faşist muhtıranın veriliş amacında saklıdır. Fabrika önlerinde kurşunlanan grev gözcüleri, jandarma dipçiği altında inleyen yoksul köylüler, ulusal zulmün katmerlisine uğrayan, horlanan Kürt ulusu bu muhtıranın yalnızca sömürücülere hizmet ettiğini gördü ve yaşadı.
12 Mart dönemi boyunca hâkim sınıflar daha fazla asmirdi, emekçi yığınları daha fazla sömürdü.
Evet, niçin ihtiyaç duyulmuştu 12 Mart muhtırasına?
Çünkü, 1971’e gelindiğinde, oligarşinin muteber temsilcisi Tağmaç’ın deyişiyle sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aşmıştı…
İşte tam da bu noktada kapitalist restorasyonun ABD patentli darbesi ve “operasyonları” devreye sokuldu…
Bu bağlamda Kızıldere halka karşı yapılan 1000 “operasyon”dan sadece 1’isidir!
Bilmeyen var mı? “1000 gizli operasyon” katliamlar demekti!
İnfazlar, kayıplar, faili meçhuller, provokasyonlar demekti!
16 Mart’lar, 12 Temmuz’lar, 16-17 Nisan’lar, Bahçelievler, Beşiktaş katliamları demekti!
Sivas, Gazi, Ümraniye katliamları, Buca, Ümraniye, Diyarbakır hapishanelerinde tutsakların demir çubuk ve kalaslarla katledilmesi ve “Hayata Dönüş” demekti!
Mercan katliamı demekti!
Susurluk, Şemdinli, Ergenekon, yani çeteler demekti!
Nasıl unutabiliriz ki?
Nasıl unutabiliriz; Cumhuriyet’in ilk “kontra” eylemi TKP’nin kurucularından Mustafa Suphi ve 14 yoldaşına karşı hayata geçirilmişti!
Ardından, 1921 Koçgiri ayaklanmasından 1937 Dersim ayaklanmasına uzanan Kürt ayaklanma ve katliamları…
Ve “öteki” ilan edilen gayrimüslimlere yönelik 6-7 Eylül olayları ve çapulu…
CIA ajanı David Galula’nın “Ayaklanmaları Bastırma Hareketleri Teori ve Pratiği” başlıklı, kontrgerilla faaliyet ve yöntemlerini anlatan kitabın 1965 yılında Genelkurmay Basımevi’nde basılarak ordu içindeki ilgili birimlere dağıtılması ve sonrası… Kanlı Pazar… Ülkücü sivil faşist hareket… Katliamlar: Maraş, Çorum… 12 Mart 1971 Cuntası…
Sonra da; İstanbul’da Galata Kulesi’ne kızıl bayrak çekilmesi… Taksim’deki Atatürk Kültür Sarayı’nın yakılması… Eminönü araba vapurunun batırılması… Boğaz Köprüsü’ne sabotaj komplosu… İstanbul’da Sirkeci Garı’nın bombalanması… İstanbul’da Yeşilköy Havalimanı’nın bombalanması… Marmara Feribotu’nun yakılması… türünden komplo ve provokasyon eylemleri…
Sonra da kontrgerilla operasyonları ve devrimcilerin infazı: Hüseyin Cevahir’lerin, Ulaş Bardakçı’ların, Sinan Cemgil’lerin, Mahir Çayan’ların katledilmesi…
Kızıldere’nin anlam ve bağlamı budur!
MAHİR’İN MAHARETİ YA DA ÖĞRETTİĞİ
“Ben ne şuralıyım ne buralı
Adalıyım Adalı
Adam ormanlıktır
Dostluk, yoldaşlık, mertlik ormanı
Bütün Adamı kaplar
Erdemin güneşi yirmidört saat aydınlatır Adamı
Biz Ada sakinleri bilmeyiz karanlığı…”
diye haykıran O’nun, yani Mahir Çayan’ın maharetle öğrettikleri konusunda sözü onun dediklerine bırakıyorum…
“Biz Marksizmi entelektüel gevezelik ve dünya devrimci hareketinin trafik polisliğini yapmak için okuyup öğrenmiyoruz. Biz dünyayı değiştirmek için, dünyanın Türkiye’sinde devrim yapmak için Marksizmi öğreniyoruz!
“Bu mücadele sınıflar mücadelesidir. Burada el titremesine, tereddüde ve kararsızlığa yer yoktur. Sınıflar mücadelesinde proletarya yoldaşlığının dışında feodal ve ataerkil ilişkilere yer yoktur…
“Örgütü, örgüt yapan, onu kitlelere tanıtan, programlar veya yaldızlı laflar değil, devrimci eylemdir…
“Onların bugün büyük görünen güçleri ve imkânları bizlere vız gelir. Onlar bir avuç biz ise milyonlarız. Kaybedeceğimiz hiçbir şey yoktur ama kazanacağımız koca bir dünya vardır…”
Mahir Çayan’ın “Kesintisizler”inde anlattığı, öğrettiği ve yaptığı özetle budur…
Nakledilenler, kimilerine çok “öznel” gelebilir; ama öyle değildir!
Kaldı ki, voluntarizmini yitirmiş bir politik duruşun devrimci olabilmesi de kesinlikle mümkün değildir!
Hatırlatarak ilerleyelim…
“Çok az olmamız felaket değil, milyonlar bizimle olacak…
“Herhangi bir örgütün karakterini doğal ve kaçınılmaz olarak tayin eden şey, o örgütün eyleminin muhtevasıdır…
“Cinayete tanıklık edince tarafsız olamazsın. Durdurmak istemezsen taraf tutmuş olursun,” diyen V. İ. Lenin’dir; ve de Kızıldere pratiği bu saptamalarla bire bir uyum içindedir…
O hâlde devrimci eylemleriyle; “Sorunun esası şudur: Ya devrim yolunu seçeceğiz… Ya da, bu düzenin baskılarına, haksızlıklarına boyun eğerek, şu ya da bu biçimde teslim olarak yaşamayı seçeceğiz. Bu çeşit bir seçiş, yok olmanın bir biçimidir,” diyen Yılmaz Güney’i…
“Mazlumun dostu, zalimlerin düşmanı olunuz…” diyen Hazreti Ali’yi…
“Yeneceklerine inananlar, yenerler,” diyen Vergilius’u…
“Hürriyet ağacı, yalnız zalimlerin kanıyla sulandığı zaman büyür,” diyen Barere’yi…
“Bir şeyin haklı olduğunu bildiğin hâlde, o şeyden yana çıkmazsan, korkaksın demektir,” diyen Konfüçyüs’ü…
“Korku, bilgisizlikten doğar,” diyen Emerson’u doğrulayan 10’ları; tarih de doğrulamıştır; hem de Can Dündar’ın, ‘Milliyet’ gazetesinde yayınlanan “Mahir Çayan Reina’da” başlıklı yazısında dile getirdiği gibi: “Üst düzey yönetici, ‘Yabancı sermaye konusunda Mahir Çayan’ın yeni sömürgecilikle ilgili söylediklerinde doğrular olduğunu düşünmeye başladım,’ demiş…”
ÇARPITMA(LAR) HAKKINDA!
Kızıldere’nin 10’ları, her devrimci çıkış gibi, “komplo teorileri”nin ucuz karalama girişimlerinin[18] yanında; “çarpıtmalar”a da maruz bırakılmıştır…
Örneğin, “Kızıldere’de Mahir Çayan ve arkadaşlarının yaptıkları tartışılabilir. O koşullarda yapılan bu eylemlerin başarı şansı olmadığı ve militaristleri daha da cesaretlendirdiği söylenebilir,”[19] diyen Oral Çalışlar’a, “tarihi yorumlayanlar ile yaratanlar” arasındaki devasa uçurumu ve Plautus’un, “Söylemek, yapmaktan daha kolaydır,” uyarısını anımsatarak soralım: Devrimcilik, sıradanın “imkânsız” dediğini istemek ve onun için dövüşmek değil midir?
Ayrıca hareketin 70’li yıllardaki yığınsallaşmasının kıvılcımı, 10’ların, yani Mahir’lerin, Deniz’lerin, İbrahim’lerin “göğe hücumu”yla tutuşmamış mıdır?
Öyleyse?!
Bundan başka; Ayşe Emel Mesci’nin deyişiyle, “Puslu bir maziye doğru itilmiş, bastırılmış”[20] Kızıldere hakkında, yine Oral Çalışlar, “Yitirdiğimiz sevgili arkadaşlarımızı hep sevgiyle anacağız. Onlar bizim kuşağın gözüpekliğinin ve fedakârlığının temsilcileriydiler,”[21] diyor…
“Ulusal solcu” Cumhuriyet Gazetesi’nde “demokratik sosyalizm”i savunan Oral Çalışlar; durmadan “Ne Olacak Bu Solun Hâli?”[22] diye sorarken; Halil Berktay’vari şeyler telaffuz etmekte;[23] ve en önemlisi de, Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) kongresi tarafından 28 Ekim 2007 günü kabul edilen yeni “Temel İlkeler Programı”ndaki, şu “demokratik sosyalizm” anlayışına göz kırpmaktadır: “Bizim tarihimiz, temel değerlerimizin gerçekleştiği özgürlerin ve eşitlerin toplumu demek olan demokratik sosyalizm düşüncesi tarafından belirlenmiştir. Bu düşünce, yurttaş haklarının, siyasal, toplumsal ve ekonomik temel hakların tüm insanlar için güvence altına alındığı, tüm insanların sömürüden, baskıdan ve şiddetten arınmış, yani toplumsal ve bireysel güvencelere sahip bir hayat sürdürebilecekleri bir ekonomi, devlet ve toplum düzenini öngörmektedir… Demokratik sosyalizm, bizim için özgür, adil ve dayanışmacı bir toplum vizyonu olarak geçerliliğini korumaktadır. Bizim davranış ve tutumumuzun dayandığı ilke sosyal demokrasidir…”[24]
Bu tür bir anlayış(sızlık)ın Kızıldere’yi, 10’ları ve Mahir Çayan’ı (anması mümkün olsa da!) anlaması olanaksızdır!
Çünkü Kızıldere şahsında 71 silahlı direnişi, herkese Shakespeare’ın, “Her kukuletalı keşiş değildir,” uyarısını anımsatan tarihi bir dönemeçtir…
KIZILDERE’NİN “TARİHİ DÖNEMEÇ” GERÇEĞİ
1971 Muhttırası’yla devrimci hareketlerin aldığı darbeler, silahlı direniş hareketine çeşitli eleştiri ve suçlamalar yöneltilmesini devreye sokmuştur.
Bu suçlamalara, devrimci hareketi terkeden unsurlar da katılmıştır.
“Suçlamalar” diyoruz, zira yöneltilen “bireysel terörizm”, “anarşizm”, “maceracılık” vb. “eleştiriler”i, 71 silahlı direnişi gibi THKP-C hareketinin temel savlarına yönelmek yerine, onun, basit bir askeri mücadeleye, yalın bir gerillacılığa, fokoculuğa indirgenerek saptırılması temeli üzerinde kurulmaktadır.
Böylesi suçlama ve “eleştirilerin”, geçmişin doğru bir değerlendirilmesine olanak tanımayan dogmatik bir yorumunu da doğurduğunu görüyoruz. Şüphesiz ki, geçmişin doğru bir değerlendirilmesi, ne onun indirgemeci bir yorumu üzerine kurulan inkârcılıkla, ne de mekanik bir tarzda idealize edilerek, “ifrata vardıran” bir “yaşasın!”cılıkla sağlanamaz.
Geçmişin doğru bir değerlendirilmesi, Türkiye halklarının kurtuluş mücadelesinin zaferine giden devrimci yolun her türlü dogmatizmden ve inkârcılıktan uzak bir anlayışla saptanması demektir. Geçmişin teori ve pratiği ile gelecek için vurguladıklarının ortaya konması demektir.
Kim ne derse desin: Kızıldere, On’ların kanlarıyla yazdıkları eşit ve özgür geleceğin manifestosudur; çağrısıdır
10’ların her biri, yani Kızıldere’nin kan çiçekleri: Mahir Çayan, Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Hüdai Arıkan, Ertan Saruhan, Nihat Yılmaz, Ahmet Atasoy, Sinan Kazım Özüdoğru, Ömer Ayna ve Cihan Alptekin devrimci hareketin onur simgeleridir! (Ve bu isimlere Kızıldere’nin tek sağ kalanı Ertuğrul Kürkçü’nün de eklenmesi gereklidir)
10’ların idealleri, yaşamları devrimcilere yol gösteriyor.
10’ların yaktıkları ateş devrim yolunu aydınlatmaya devam ediyor hâlâ!
Çünkü devrim sadece geleceğe ait değildir; O, geçmişe ve güncele de bağlıdır!
Özetin özeti: Kızıldere, Türkiye tarihinde önemli bir dönemeçtir. Kızıldere tarihtir; ancak yalnızca tarih değil bugünü anlamaya ve geleceği kurmaya yönelik bir mecradır, bunun için Kızıldere gelecektir.
1971 silahlı direnişi Türkiye solu içerisinde bir kırılma noktasını temsil etmektedir. Dün olduğu gibi bugün de bu kırılma noktası üzerinden, John Boyle O’Reilly’in, “Kuşku, umutsuzluk denilen şeytanın kardeşidir,” sözünü kulak ardı etmeden, hareket edilerek devrimci bir hat inşa edilebilir.
Ve nihayet 1971 silahlı direnişi “Terk Etmedi Sevdan Beni!” diye haykıran bir kararlılıktır; isyandır!
Bu konuda; “Kızıldere sürecinin önemi bir devrimci kitle hareketi yaratması açısından oynadığı tarihsel rol. Öğrendiğim en önemli şey bir devrimin toplumsal ve siyasal yapı yıkılmadıkça mümkün olmayacağıdır,” vurgusuyla Ertuğrul Kürkçü der ki:
“Engels’in lafını hatırlamak önemli: ‘Ayaklanmayla oynanmaya gelmez. Bir kere başlandı mı sonuna kadar gidilmelidir ve her gün yeni zaferler kazanmaksızın da sürdürülemez’.
Kızıldere’ye bizi götüren şey bir kere ayaklanmış olmamızla ilgili. Geriye dönüp bakınca doğru/yanlış, kısmen doğru/ kısmen yanlış diye birde çok şey söylenebilir. Ama şu hakikât değişmez. Denizler Amerikalı erleri kaçırdığında, biz Mete Has’ı kaçırdığımızda, Efraim Elrom’u kaçırıp deklarasyonlarımızı yayınladığımızda bir silahlı ayaklanmayı başlamış olduk. Bunun kendi dinamiği, süreci ve ahlâkı var.
Çoğu kez bu ayaklanmayı başlatmış olmanın kendisi, aslında başka koşullarda yerinde ve mantıklı bulmayacağınız şeyleri, etik olarak yapmaksızın edemeyeceğiniz bir sorun hâline dönüşebiliyor. Bizi Kızıldere’ye götüren şey Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edilmemelerine olanak vermemek, onların asılmalarını öylece elleri kolları bağlı şekilde izlemek yerine bir şey yaparak onu durdurmak kastıydı…
Demek ki mesele bizim açımızdan isyanı sonuna kadar taşımak ve bu isyanda tutsak düşmüş olanların ortadan kaldırılmalarına seyirci kalmamak için yapabileceği son şeyi yapmak tercihiydi…”[25]
“SONUÇ YERİNE”: 6 NOT
i) “Tarihten silinse ne olur” denilerek başlatılan çatışmanın üzerinden 36 yıl geçmesine ve Kızıldere’nin adının 1983 tarihinde dönemin valisi tarafından Ataköy olarak değiştirilmesine rağmen Kızıldere’de yaşananları ne köylüler, ne devrimciler ne de devlet yetkilileri unuttu…
1983’de adı Ataköy olarak değiştirilen Kızıldere, Almus’a bağlı 2 bin 500 nüfuslu bir belde değil sadece…
Bunun ötesi; yani hesabı sorulması gereken; mutlaka sorulacak olan…
Kızıldere, Ataköy mü oldu? Hayır asla!
Çünkü O, 36 yıl sonra da hâlâ dillerden düşmeyen direngen, unutmayan bir “ağıt”, bir öfke:
“Oy dere Kızıldere/ böyle akışın nere/ onlar biter mi sandın/ sana can vere vere/
Dere bizim evimiz/ suyu alın terimiz/ söyle nedendir dere/ vurulur gençlerimiz/
Dere böyle durulmaz/ gence kurşun sıkılmaz/ sanma faşist olandan/ bir gün hesap sorulmaz…”
* * * * *
ii) 30 Mart 1972 tarihine kadar Kızıldere, Tokat’ın Niksar ilçesine bağlı küçük bir köydü. Ama o gün; destansı bir direnişe, kanlı bir yargısız infaza, bir katliama tanıklık edip, sahne oluyordu.
Bu gerçeğiyle Kızıldere, bugün her zamankinden daha fazla ihtiyacımız olan devrimci dayanışmanın ve cüretin simgesi olarak tarih(imiz)e kaydolurdu.
Topraklarımız, bir kez daha, zulme ve zalime karşı, haksızlıklara ve sömürüye karşı isyan edenlerin yani Baba İshak’ların, Torlak Kemal’lerin, Bedreddin’lerin, “Ferman padişahın dağlar bizimdir,” diye haykıran Dadaloğlu’ları, “Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan” diyen Pir Sultan Abdal’ların yolundan aynı cüretle ilerleyerek ölümü kucaklayanlara, hak ettiği türküleri yakıyordu…
Onlar ölmedi! Hayır bu “kuru bir ajitasyon” falan değil!
Değil mi ki, şairin dediği gibi, “Ölen kim gerçekte, yaşayan kim?”
* * * * *
iii) “Halkın vicdanı Kızıldere’de öldürülenlerin yanında yer aldı.”[26]
Daha sonraki yıllarda devrimci hareket söz konusu “vicdan” ile yığınlara maloldu…
* * * * *
iv) Bu gerçek ışığında Kızıldere soyut kahramanlık ve onur edebiyatının malzemesi değildir; olmamalıdır!
O bir manifestodur; tıpkı Nâzım Hikmet’in, “Daha gün o gün değil, derlenip/ dürülmesin bayraklar./
Dinleyin, duyduğunuz çakalların/ ulumasıdır./
Safları sıklaştırın çocuklar,/ bu kavga faşizme karşı, bu kavga/ hürriyet kavgasıdır,” dizelerindeki üzere…
* * * * *
v) Ve nihayet 1971 silahlı direnişi şahsında Kızıldere ve 10’lar; Metin Demirtaş’ın dizelerindeki üzere “umutsuzluğu kurşuna dizerek umudu yaratmanın tarihi hikâyesi”dir…
Tarihi “11. Tez”deki üzere yaratanlar ve yaratma kararlılığında olanların 1971 silahlı direnişinin simgesi Kızıldere ve 10’lardan öğrenmesi gereken çok ama pek çok şey vardır hâlâ ve her zaman…
* * * * *
vi) Bu yazının son sözü de Metin Demirtaş’ın dizelerinde:
“kar dalları örttü
kavruldu en yamanı çiçeklerin
kalbim katlan bunlara
çünkü kıştır yaşanılan
amansız limansız bir kış
ve sarılmışız dört bir yandan
ama düşün kalbim
düşün kavgayla kazanılacak baharı
direnen adressiz yaşayan dostları
fışkıracak ekinleri
ilk yazla karlar altından
ve doludizgin geçerek
her acıyı bir sevinçle
yolu yok kalbim
sağ çıkacağız bu acılardan
çünkü umutsuzluk yasak
yılgın türküler söylemek de
çünkü yürüyor umudun ordusu
umutsuzluğu kurşuna dizerek…”
4 Nisan 2008 18:41:07, Ankara.
N O T L A R
[1] Temel Haklar ve Özgürlükler Cephesi’nin 5 Nisan 2008’de Ankara’da düzenlediği “Kızıldere ve 10’lar” başlıklı panelde yapılan konuşma.
[2] Schiller.
[3] Mesela bkz: “Çayan ve Arkadaşları Anılıyor”, Cumhuriyet, 30 Mart 2008, s.8.
[4] Theodor W. Adorno, Kültür Endüstrisi-Kültür Yönetimi, çev: Nihat Ünler-Mustafa Tüzel-Elçin Gen, İletişim Yay., 2007, s.61.
[5] yage, s.56.
[6] Melih Pekdemir, Sıradan ve Sahici-Kuralsızlığın Masalları, 2’inci baskı, Su Yay., tarihsiz, s.96.
[7] Melih Pekdemir, Anne Bak Kral Çıplak-Kuralsızlığın Kuralları, 4’üncü baskı, Başak Yay., 1992.
[8] Melih Pekdemir, Meğer Yaptığım Alıntıları Kimse Söylememiş, Hepsini Ben Uydurmuşum-Kuralsızlığın Hikâyeleri, 3’üncü baskı, Su Yay., 1999.
[9] Tartışma Süreci Yazıları-1, Bireşim Yay., 2’inci baskı, 1992 içinde Caner Soylu, “Sosyalizmin Tarihsel Bir Döneminin Sona Ermesi Nasıl Anlaşılmalıdır?”, s.29.
[10] Devrimci Gençlik, No:14, Mayıs 1993, aktaran: Devrimci Gençlik Seçme Yazılar-Onurlu Bir Görevi Sürdürürken…, Derleyen: Tayfun Koç, Okyanus Yay., Tarihsiz., s.166.
[11] Murat Belge, Sosyalizm Türkiye ve Gelecek, Birikim Yay., 1989, s.33.
[12] Geleceğin Solu, Solun Geleceği, Hazırlayanlar: Metin Gülbay-Murat Ören, Alan Yay., 1997 içinde Murat Belge, “Sosyalist Kendi Toplumunun Eleştirmeni, Öbür Ülkenin Yurtseveri Olmalı”, s.45.
[13] “Türkiye’nin İlacı, AB Üyeliği Umudu”, Open Democracy, Radikal, 4 Nisan 2008, s.10.
[14] Bkz: Ömer Laçiner, “THKP-C: Bir Maceranın Başlangıcı”, Toplum ve Bilim Dergisi, No:78, Güz 1998, s.7-20.
[15] Bkz: Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce-Cilt: 8-Sol, Editörler: Tanıl Bora-Murat Gültekingil, İletişim Yay., 2007 içinde Ertuğrul Kürkçü, “Türkiye Sosyalist Hareketine Silahlı Mücadelenin Girişi”, s.494-509; Süreyya T. Kozaklı, “Mahir Çayan’ın Siyasi Düşüncesi”, s.500-506; Süreyya T. Kozaklı, “Mahir Çayan’ın Mirası”, s.510-516.
[16] Haluk Yurtsever, Süreklilik ve Kopuş İçinde Marksizm ve Türkiye Solu, El Yay., Genişletilmiş 2’inci baskı, 2002, s.231.
[17] Vedat Aytaç, “Türkiye Solunda Politik Sınıflama Girişimleri Üzerine”, Teori ve Politika Dergisi, No:12, Güz 98, s.9.
[18] Kötü bir örnek için bkz: “Mahir Çayan’ı ve Abdullah Öcalan’ı Aynı El Finanse Etti”, Dema Nû, Yıl:6, No:143, 6 Nisan 2006.
[19] Oral Çalışlar, “Kızıldere Katliamının 35. Yılı”, Cumhuriyet, 31 Mart 2007, s.4.
[20] Ayşe Emel Mesci, “Bir de Baktım ‘Mahir Geliyor’…”, Cumhuriyet, 31 Mart 2008, s.19.
[21] Oral Çalışlar, “Kızıldere’nin 36. Yılında…”, Cumhuriyet, 30 Mart 2008, s.4.
[22] Bkz: Oral Çalışlar, “Ne Olacak Bu Solun Hâli?”, Cumhuriyet, 29 Mart 2008, s.4; Oral Çalışlar, “Ne Olacak Solun Hâli(2)?”, Cumhuriyet, 31 Mart 2008, s.4.
[23] Bkz: Halil Berktay, “80’lerin Sonunda Kaçan Fırsat: Birleşik Demokratik Bir Sol Özlemi”, Taraf, 28 Şubat 2008, s.12.
[24] aktaran: Deniz Kavukçuoğlu, “Yeni Bir Sol Program”, Cumhuriyet, 5 Mart 2008, s.17.
[25] “Kızıldere’den 36 Yıl Sonra Ertuğrul Kürkçü Anlatıyor…”, Birgün, 31 Mart 2008, s.8.
[26] “Kızıldere Katliamı”, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, İletişim Yay., Cilt:7, s.2185-2188.