0 0
Read Time:7 Minute, 12 Second

Üniversitelerde türbanı serbest bırakan yasanın Anayasa Mahkemesi tarafından bozulmasıyla birlikte, yakın geleceğe ilişkin senaryolar netleşmeye başladı. AKP’nin kapatılmasına yönelik dava açısından cezalandırma gerekçelerinin en başta gelenlerinden birisi şimdiden sübuta ermiş oldu. Böylelikle, AKP’ye ceza verilmesi, kapatma ve/veya yasaklamalar gelmesi hemen hemen kesinleşti.

Şimdi hamle sırası AKP’de. Şimdiye kadar dağınıklığın egemen olduğu AKP içinde K.Toptan-C.Çiçek ekibi başka telden, A.Gül ekibi -Fethullahçılar- başka telden, T.Erdoğan ise başka telden çalmaktaydı. T.Erdoğan, saldırının ilk aşamalarında kendisinin ekarte edilmesini engellemek için gerilim stratejisi yürütmeye başlamıştı. Böylece AKP’yi ve İslamcı cepheyi bir arada tutarak karşı tarafa “bizi bölemezsiniz, biz bir arada durduğumuzda senaryolarınız da boşa çıkar, bu nedenle kapatma/yasaklama yönüne gitmeyin” mesajı verme çabası içine girmişti.

Ancak K.Toptan mahkemenin kararının ardından -yürütmenin güçlendirilmesinin esas olduğu bu çağda asla tutmayacak olan- “senato” önerisini dile getirdi. Bu önerinin arka planı “biz yürütme gücümüzü denetlettirelim ama Anayasa Mahkemesi’nin yetkileri de sınırlansın” şeklindeki uzlaşma çabasıydı. A.Gül ise “hukuki süreç işliyor” diyerek ve yurt dışı ziyaretlerine devam ederek gelişmeleri daha uzaktan izlemeyi tercih ediyor. Kısacası AKP’de “saldırılar karşısında mutlak birlik” tablosu bir türlü oluşamıyor.

Türban kararından sonra da T.Erdoğan’ın gerilim politikasına devam edip etmeyeceğini göreceğiz. Ancak T.Erdoğan’ın kapatma davası sonuçlanana dek “kılıçları topyekün çekme” hamlesine girişmek yerine, bir yandan kendi tabanına gaz vererek söylemde radikal ama diğer yandan icraatta mutedil olacağını, karşı cepheye bodoslama bir pratik saldırıya geçmekten imtina eden bir çizgi izleyeceğini 10 Haziran’daki grup toplantısında gösterdi. Bunun anlamı (yargıya ilişkin yasa teklifi gibi gerilim unsurlarına ara vermek, kadrolaşmaları çok göze batırmadan sürdürmek, tasfiye operasyonlarını yavaşlatmak, ihalelerin dağıtımında bazı dengeleri gözetmek gibi) birilerinin bam tellerine basmamaya özen gösteren, karşı cepheyi bölmeye çabalayan ama Ergenekon operasyonu gibi enstrümanlarla da ulusalcıların en sivri uçlarını törpülemeye çalışan, elbette çıkacak fırsatları (Ö.Sav meselesi gibi) değerlendirmekten geri durmayan bir çizgiye yönelmektir. Böylelikle hem tabanı tutmaya çabalarken hem de ilerde parti içinde ayrışmalara zemin yaratmamaya; ayrışmaların olması halinde ise, “senin yüzünden bu hale geldik” yaklaşımlarına malzeme vermemeye çalışacaktır. Bu çizgi esas olarak bir savunma çizgisidir. Ancak gardı bu denli dağılmış bir Başbakan ve parti yönetiminden daha fazlasını beklemek de gerçekçi olmayacaktır.

Bu süreçte İslamcı cenahın tavrı açısından asıl izlenmesi gereken Fethullahçılar olmalı. F.Gülen, yeni kitabında “Hiçbir Müslüman başörtüsünü Kelime-i Şahadet’le bir saymamalıdır. (…) Ülkemizin kavgaya tahammülü yoktur. Hususiyle Allah’a gönül veren ve kendilerini milletimizin hayrına adayanların kavga ile işi olamaz; olmamalıdır. Sokakta, çarşıda, pazarda ve okulda meseleyi mülayemetle halletmeye çalışmalıyız.” dedi. Bu tavrın T.Erdoğan’ın açık kavgacı çizgisiyle farkı ortada. Fethullahçıların Doğan medya ve TÜSİAD tarafından sürekli dile getirilen ama içeriği pek de belli olmayan uzlaşma çizgisini kabul edip etmeyecekleri, AKP’nin ve siyasal gelişmelerin biçimlenişinde belirleyici unsurlardan birisi olacak. Elbette olası bir uzlaşmanın açıktan bir “satış” görüntüsüyle yapılmayacağını da kestirmek gerekir. Bu arada daha küçük İslamcı grupların hareketlenmeye başladıkları da bir kenara kaydedilmeli.
***
Bu süreçte ABD’nin hamlelerini dikkatle izlemek gerekir. Obama’nın adaylığının kesinleşmesiyle birlikte ABD’nin yönelme ihtimalinin yüksek olduğu bir “yumuşak güç politikasının yeniden tesis edilmesi” süreci başlarken, İran’a saldırıda cisimleşecek bir son etkili vuruşun Bush’un üzerine yıkılması ihtimalini sonbahara kadar akılda tutmak gerekir. Bu olasılık Türkiye’de güçsüz ve mutlak uyum sağlayacak bir iktidar gerektirir ki, şimdiki tablo da budur.

Bu arada, Obama adaylığı kesinleşir kesinleşmez kritik konularda açıklamalarını yapmaya başladı. Yahudi lobisine güvence vermeyi ilk iş olarak ele aldı. İran’ı en büyük tehdit, Kudüs’ü de İsrail’in başkenti olarak gördüğünü ifade etti. Buna rağmen ülkemizdeki liberaller Obama’yı şimdiden “barışsever” olarak pazarlamaya başladılar bile. Oysa Obama, ABD’nin emperyalist dış politikasında seçmeci şiddetin etkili bir diplomasi vitriniyle sarmalanarak uygulanması olarak ifade edilebilecek “yumuşak güç” politikasına yeniden geri dönüş umudunun simgesi. Bu çizginin uluslararası kamuoyuna yedirilmesi açısından, Obama’nın liberal pazarlamacı-yazarlar tarafından barışçı, yenilikçi, vb. sıfatlarla takdim edilmesi kritik önem taşıyor. Bu nedenle de liberal-Amerikancı pazarlamacıların derhal harekete geçme nedenleri kolaylıkla anlaşılabiliyor.

Aynı liberal-Amerikancıların ve bir kısım İslamcıların Michel Rubin, Richard Perle gibi neo-con şahinlerinin, İran saldırısının önünün açılması, AKP’nin kapatılması, A.Gül’ün Cumhurbaşkanlığı makamından indirilmesi, “teknokratlar hükümeti” oluşturulması gibi yaklaşımlarıyla ABD’nin Türkiye ve Ortadoğu politikalarında vurucu güç rolünü oynadıkları görülüyor. Dahası bu rolü özelikle son üç yıldır yoğun biçimde oynadıkları da ortada. Bununla beraber, ABD’nin ana politikaları bu ekibin çizgisiyle özdeş değil. Bu ekip belirleyici olmaktan çok, ABD’nin manevra alanını genişletme misyonuna sahip. Bu nedenle İslamcıların ve bir kısım liberallerin sürekli bunlara işaret ederek -liberal- solu etkilemeye çalıştıkları görülmeli. Diğer taraftan ulusalcıların da, özellikle Cumhuriyet gazetesinde, bu ekibi referans göstererek “ABD de AKP’ye karşı, önümüz açık” intibası yaratmaya çalıştıkları gözden kaçmıyor.

Sürecin şimdiki ana yönelimi, söylendiği gibi, “ılımlı İslam projesinin toptan ortadan kaldırılması” doğrultusunda değil. Bu projenin tadilattan geçirilerek yeniden pazarlanması üzerine kurulu. AKP’nin ve T.Erdoğan’ın başına gelecekler kendi yetenekleri kadar, hatta belki de daha çok tadilatın boyutlarıyla doğru orantılı olacak.

MHP’nin politikası AKP’nin arkasını toplamak üzerine kurulu. Bahçeli karar sonrasındaki ilk açıklamasında, AKP’nin klonlanmasından -yani benzerinin kurulmasından- söz etti. Böylece AKP’nin devamından yana olduğunu gösterirken, kapatma yanlısı ulusalcıların nabzına da şerbet vermiş oldu. İlk grup toplantısında ise, bir yandan AKP’yi eleştirip, “türban kararını başkası -mesela MHP- alsaydı sonuç başka türlü olurdu” diyerek AKP seçmenine selam çaktı. Diğer yandan, Büyükanıt’a çatıp “malumun ilanı demek basiretsizliktir” gibi muğlak sözlerle her türden milliyetçiyi, ulusalcıyı yanına çekmeye çalıştı.

CHP Genel Sekreteri Ö.Sav’ın dinlenme iddiasının bir skandala dönüşmesi de, “tadilat projesinin” bir diğer boyutu olarak Doğan Medya ve TÜSİAD bağlantılı sermaye çevreleri açısından CHP’nin “liberalleştirilmesine” dönük bir fırsat olarak değerlendirilmek istendi. CHP’de örgütsel yapıyı şekillendiren en önemli isim olan Sav’ın ayağı kaydırılmak istenerek, parti içindeki ulusalcı eğilimin budanması için hamle yapılmış oldu. Baykal’a bu süreçte katlanmak zorunda kalan egemen sermaye, CHP için düşünülen değişime Sav’ın tasfiyesi ile başlamak istedi. Baykal gelen basınç karşısında “dini değerlere saygı göstermek gerekir” diyerek, kamuoyuna Sav’ın arkasında durmadığının sinyalini vermiş oldu. Ancak partinin en güçlü ismi olan Sav’a karşı herhangi bir somut girişimde de bulunmayarak durumu her iki taraf açısından idare etmeyi tercih etmiş oldu. Sav ise baskılar karşısında susarak geri adım atmayacağını gösterdi.

Yaşanan siyasal kargaşadan pay kapma yarışına giren CHP, “liberalleşme” imajını Kürt sorunu üzerinden de pekiştirme derdinde. Baykal Güneydoğu gezisiyle Kürt sorununa “yeni” bir yaklaşım geliştirdiğinin sinyalini vermeye çabaladı. Buna karşın gittiği Kürt illerinin hemen hepsinde sistematik protestolarla karşılandı. Dikkat çekici olan bu sistematik protestoları, İslamcıların (muhtemelen Hizbullahçıların) geliştiriyor olmasıydı.

Türkiye egemenlerinin “yeni” Kürt siyasetinin uzantıları da her geçen gün birer birer ortaya çıkıyor. AKP’nin GAP hamlesinin ardından, TRT’nin Kürtçe yayın içeren yeni bir kanal açma projesi gündeme geldi. Beklendiği üzere MHP’nin göstermelik tepkisiyle karşılaşan bu girişim, İran’la Türkiye’nin PKK’ye karşı paralel operasyonlarıyla aynı süreçte yürütülüyor. DTP ise bu süreci AKP’ye karşı düzenlediği mitingler etrafında biçimlenen bir kitle hareketiyle karşılıyor.
***
Yaşanan stagflasyon ve spekülatif kazançlara karşı tepkiler her yerde büyüyor. Dünya “pahalı mazot isyanlarıyla” çalkalanıyor. İspanya, İtalya, Belçika, İngiltere, Fransa, Portekiz, Bulgaristan, Amerika, Güney Kore, Tayvan ve Japonya’da büyük protesto eylemleri gündeme geldi. Bir bölümünde iş bırakmalar, yol kesmeler, çatışmalar oldu.

Ülkemizdeyse mazotun yanı sıra, elektrik, doğalgaz, ulaşım, gıda gibi en temel girdiler büyük oranlı zamlar görüyor. Ekmek aldı başını gitti. Bu zamların ardı arkası kesilmeyecek. İzmir’de refleks bir eylemle, Eskişehir’de ise bir meclis oluşumuyla gündeme getirilen ekmek zammı protestoları son derece yerinde çabalar oldu. Ancak toplumsal muhalefetin 1 Mayıs sonrasındaki dağınıklığı, rehaveti, iç rekabetçiliği ve genel kurullara boğulmuşluğu bu çabaların katlanarak büyütülmesinin önünde önemli engel durumunda.

Toplumsal muhalefetin ana aktörleri olan oda ve sendikal konfederasyonların seçimleri sürüyor. Ortaya büyük fay hattı kırılmaları ve çok kısmi yenilenmeler çıkıyor. Ama karşı karşıya olunan tablonun gereklerine kıyasla, toplumsal muhalefetin çok zorlanacağı bir dönemden geçileceği görülüyor. Değişim zorlaması ve pozitif muhalefet çabalarının birlikte ele alınması gereken bu dönem, iddia güden herkes, her çevre açısından turnusol özelliği taşıyor.

Önümüzde 15-16 Haziran anmaları var. İşçi direnişlerinin küçük küçük kıpırdamaya başladığı bu dönemde, 15-16 Haziran her yerde ama özellikle de Tuzla’da çok daha kapsamlı ve iddialı biçimlerde ele alınabilirdi. Bu konuda birlik oluşturulamaması üzerinde istisnasız herkes düşünmeli ve olumsuzluktaki payını görmeli. Aşılmakla birlikte, bir başka olumsuz örnek de Eskişehir’deki ekmek zammı protestoları için kurulan “Emek ve Ekmek Meclisi” etrafında yaşandı.

Benzer bir parçalanmışlık durumu 2 Temmuz anmaları için de geçerli olacak gibi duruyor. Oysa sola yönelmeye başlayan kitleler açısından bu ayrışma çabaları son derece anlamsız. Bu yanlış eğilimlerin bir bölümü iç rekabetçi kültür gibi artık yapısallaşmış öznel sorunlar üzerinden biçimleniyor; bir bölümüyse geçmiş dönemin yanlış kutuplaşmalarının sürdürülmesinden. Elbette bu tablo bizim gerçekliğimiz. Bu konuda ukalaca üstten laf etmekle yetinilemez. Unutulmamalı ki, istisnasız herkes bu tablonun bir parçası. Yetenek, bu tablonun ve bu iç kültürün hareketli bir mecra yaratılarak değiştirilmesiyle açığa çıkacak.

Bu açıdan devrimcilerin izledikleri, en geniş kesimleri kapsayan ve meşru-militan kitle mücadelesine dayalı, hareketli, atak çizgi, yol açıcı bir rol oynama kapasitesine sahiptir. Solun bugünlerdeki bazı olumsuzlukları, geçmiş döneme ait ölmekte olan yanları; gelişmekte olan yaratıcı, atak özellikleriyse diri yanlarıdır. Bu yenilenme mücadelesini diri yanlarımızın kazanması yürütülen çabanın, enerjinin gücüne; inatçılığın, sabrın keskinliğine; ataklığın, yaratıcılığın, yeteneklerin gelişkinliğine bağlı olacaktır.

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
News Reporter