“3-5-2 değil, 4-3-3 değil, 4-4-2 değil, sistemi kurtaran yeni formül 1-4-6. Yeni bir diziliş modeliyle sahada yer almıştı, Anayasa Mahkemesi. Savunmada sadece bir kişi bırakmıştı. Çünkü, Anayasa Mahkemesi’nin bir savunmaya ihtiyacı yoktu, rakibe göre sistem belirlerdi. Hücumda 6, orta sahada 4 oyuncu oynuyordu. Ve “çağdaş futbol”da orta sahanın önemi herkes tarafından biliniyordu. Ve skoru da zaten orta saha belirledi. Orta saha, ne diyor o oldu. Saha kapatma değil, para cezası yeterli görüldü.”
Anayasa Mahkemesi; 6 kapatalım, 4 parasını keselim, 1 bu bizim işimiz değil, dedi. “Bu bizim işimiz değil, davayı reddedelim” diyen o 1’e yani Haşim Kılıç’a da açıklama yapmak/ders vermek düştü: “Kararı alırken, ekonomik, siyasi ve sosyal boyutlarını düşündük”, “bu partiye bir ihtardır”, “ilgili partinin mesajı alacağına inanıyorum”. Anlaşılıyordu ki Anayasa Mahkemesi, gizli oylama yapmamış, bu sonuca karar verdikten sonra oy dağılımı yapmıştı. “Ve AKP, kapatılmaktan kurtuldu. Ve herkes derin bir “OHHH” çekti. Herkes mutlu, mesut.
En çok mutlu olan Tayyip Erdoğan, ondan daha mutlu olan Abdullah Gül. Eğer parti kapatılsa ve bunlara siyaset yasağı gelse idi, neler olacağını tahmin etmek zor değil. Erdoğan, tüm siyasi sıfatlarını geride bırakacak, geride kalan ömrünün bir kısmını mahkemelerde bir kısmını da cezaevinde geçirecek ama siyasal varlığını hep hissettirecek ve gölgesi hep varolacaktı. Ama Abdullah Gül, bir insanın bu ülkede gelebileceği en üst mevkii büyük olasılıkla yitirecek, Erdoğan’ınkine benzer yaptırımlarla karşılaşacak ama daha da önemlisi gölgesi bile kalmayacaktı. Ve diğerlerinin de. Anlaşılan sistem bu kadarına “henüz” hazır değildi.
Çok mutlu olanların diğer bir kısmı ise sermaye idi, başka bir deyişle ekonomi dünyası. Anayasa Mahkemesi’nin böyle bir kararı ve üstelik bir an önce alması için ellerinden gelen ne varsa hepsini yapmışlardı zaten. Mahkeme de şimdiye kadar tarihinde görülmemiş bir hızla üç günde karar almış, üstelik aldığı karar da varolan durumu hiçbir biçimde değiştirmediği gibi aksine bunların işine yaramıştı. Çünkü bu uyarı aynı zamanda AKP’ye daha çok laf dinletebilmenin olanaklarını yaratıyordu. AKP, ciddi olarak silkelenmiş bir oyla direkten dönmüştü. Şimdi daha güçlü bir biçimde neo-liberal politikaların tam olarak uygulanmasını ve yapısal dönüşümlerin hızla gerçekleştirilmesini isteyebilirlerdi. Ama açıklama doğal olarak bu biçimde olmadı. TÜSİAD’ın açıklaması, “Türk demokrasisi önemli bir olgunluk sürecini başarı ile tamamlamıştır” şeklinde oldu. Sanki asıl dertleri; sömürü, spekülasyon ve rant değilmiş gibi ülkede demokrasi mücadelesi veren demokratik kitle örgütlerinin temsilciliğini üstlendiler.
Benzer bir tutumun AB’den ve AB’cilerden gelmesi de şaşırtıcı değil. Çok uzun zamandan beri zaten AB ve AB’ciler, Türkiye ile olan ilişkilerinde özel bir taktik sürdürüyorlar; “AB’nin Türkiye’den istediği sadece demokratik kural ve kurumların yerleşmesi” biçiminde. Oysa bu kural ve kurumların yerleşmesini kimin için istedikleri hep gölgede kalıyor. Bunun sermaye için olduğu hep gizlenmeye çalışılıyor. AB, bu koşullarda kendisine AKP’den daha iyi bir partner bulamadığı için de onun arkasında durmaya mahkum, AKP de ona.
Niyeti, AB’den biraz daha(!) açık bir açıklama ise ABD’den geldi. Türkiye’deki demokrasiyle çok ilgilenirlermiş gibi onlar da demokrasinin gücünden dem vurdular ama eklemeyi de ihmal etmediler: “AB ve reform sürecine devam edin”. “Reform süreci”nden kastın, neo-liberal politikaların uygulanması ve yapısal dönüşümlerin hızla gerçekleştirilmesi anlamına geldiğini eklemeye gerek yok, zaten.
Bu arada, kararın böyle çıkacağını ise borsa spekülatörleri büyük ölçüde “tahmin” etmiş olmalılar ki İstanbul Borsası son üç günde rekor kırıyordu. Bu dönemde dünyada en çok yükselen borsa oldu. Ne ilginç değil mi?
En mutlular arasında sağlı sollu tüm liberalleri de katmamız gerek, kuşkusuz. Toplumsal tabanlarının neredeyse hiç olmadığı, ideolojilerinin tutarlı ve ikna edici hiçbir yönünün bulunmadığı, politik aktörlerinin beslemelerden/fonlananlardan oluştuğu bu kesim zaten varını yoğunu AKP’ye yatırmıştı. Sol saflardan da neredeyse tamamen dışlanan liberaller için tek gelecek; AKP’nin kendisi için istediği sözde demokrasinin kırıntılarından nasiplenmek idi. Bu umutları Anayasa Mahkemesi’nin kararı ile şimdi daha da güçlendi. Zaten bunların umudu, AKP’nin bunlara ihtiyacı kalmadığı ana kadar hiç bitmeyecek. AKP bunları deliğe süpürdüğünde ise yapışacak başka organizmalar arayacaklar.
Ergenekoncuların mutsuz olduğunu söylemek de doğru olmaz. Onlarınki buruk bir mutluluk. Anayasa Mahkemesi kararıyla karşı cepheye karşı “ılımlı” olmaya çağrılan AKP’nin Ergenekon davasına çok fazla yüklenmeyeceği, soruşturmayı mümkün olduğunca sığ tutacağı beklentisine çoktan girmişledir. Tayyip Erdoğan, istediği kadar “Ergenekon Davası ile AKP’yi kapatma davası arasında bir ilişki yoktur” demeye devam etsin, kontrgerilla aygıtındaki yeniden yapılanma sürecinin aynı zamanda AKP muhaliflerine yönelik bir operasyon olarak da kullanıldığı ortadadır. Tutuklu emekli askerlere ilişkin ek iddianamenin, kapatma davasının sonucu belli olmadan açıklanmaması, AKP medyası aracılığıyla Deniz Baykal’ın da soruşturmaya dahil edilebileceği işaretinin verilmesi bu yönde atılmış adımlardı. Anayasa Mahkemesi’nin “dengeli” kararının ardından, Ergenekon operasyonunun, kontrgerilla aygıtındaki dönüşümün gerektirdiği tasfiyenin ötesine geçmeyeceği, daha “derin”lere uzatılmayacağı belirginleşmiştir. Anayasa Mahkemesi’nin kararında, bu cephenin etkisinin olmadığını söylemek safdillik olur. Uzlaşma şimdilik(!) sağlandı. Ama bu kavganın bitmeyeceği aşikar. Bir tarafın “6’yı 7 yapma” kozu, diğer tarafın da “dışarıdakileri de içeri alırız” tehdidi devam edecek.
Kimse heveslenmesin, bir ideolojisi bile olmayan bu faşist güruh, bazı sapkın uçlarını terk etse bile bu ülkedeki varlığını devam ettirecek. Kontrgerilla örgütlenmesinin ve siyaset yapma tarzının ne AKP ne de başka bir sistem içi aktör tarafından ortadan kaldırılamayacağı/kaldırılmayacağı bir gerçek. Yıllardır sol, tüm bu sayılan “icraatların” kontrgerilla tarafından yapıldığını yılmadan söyledi ve kanıtlamaya çalıştı. Şimdi bu çabaya, “kontrgerillayı ortadan kaldırabilecek tek gücün devrimciler olduğu” gerçeğini eklemek gerekecek.
Yine kimse heveslenmesin AKP ılımlılaşmayacak. Erdoğan’ın karar sonrası üç mesajından ilkinde belirttiği gibi, “Hiçbir zaman laikliğe karşı eylem odağı olmayan AKP” bugüne kadar ne olmadıysa onu olmamaya devam edecek. Toplumsal tabanını güçlendirmek yürüttüğü gericileştirme politikalarında biçimsel sınırlamalara gitse de, esasta bir değişiklik yapmayacak. Emekçileri hesaba katan pek yok ya; AKP 5,5 yıldır yürüttüğü emek/halk düşmanı politikalarda da “ılımlı”laşmayacak, aksine gemi azıya alacak.
Karardan, Genelkurmayın da özellikle Büyükanıt’ın da memnun olduğunu eklemek gerek. Sanki şimdiye kadar hiç yapmamış gibi, “bir asker olarak hukuki konularda yorum yapmam doğru olmaz” derken, kazasız belasız emekli olma hayalleri kurduğu ortada. Anayasa Mahkemesi’nin 30 Ağustos’tan yani yeni askeri yapılanmadan önce kararını açıklaması da önemliydi. Yeni Genelkurmay, AKP ile ilişkilerini kısmen de olsa yeni bir düzlemde kurabilecek. 30 Ağustos sonrasında, “ulusalcıların” askerden beklentilerinin iyice zayıflayacağı bir tablo açığa çıkacağı söylenebilir.
Deniz Baykal, AKP ile “ulusalcılar” arasındaki gerilimin Anayasa Mahkemesi’nin verdiği karar ile bir yumuşamaya dönmeyeceğini şimdiden deklere etti bile. Yıllardır halka hiçbir gerçek çözüm sunmadan siyaset yapan, oyalama taktiğinin büyük ustası Baykal, ülkede sol muhalefetin gelişmesini engelleme misyonunu devam ettirecek. Kararın tüyosunu önceden almışçasına, Güngören katliamını da fırsat bilip, siyasi varlığını devam ettirebilmek için yeni taktiklerin sözcülüğünü yapmaya başladı bile. Tüm siyasi rant hesabını, Türk halkıyla Kürt halkını karşı karşıya getirebilecek adımları atmak üzere oluşturuyor.
Sonuç olarak, filler tepişmeyi şimdilik bıraktı. Ama çimleri ezmekten asla vazgeçmeyecekler.
Anayasa Mahkemesi’nin kararı sonrasında açığa çıkan tablo, “darbe”ye karşı AKP’ye veya AKP’ye karşı devletin çeşitli merkezlerine sarılarak siyaset yürüten sol kesimlerin isabetsizliğini de gözler önüne serdi.
Neo-liberal politikaların, “ılımlılaştırılmış” siyasal İslam politikalarına bu dönemde mahkum olduğunu; ayrıca Güneydoğu’da da geleneksel otoriter-ırkçı–inkarcı çizginin AKP’ye muhtaç olduğunu aylardır yazıp çizen solduyu sahibi kesimlerin iddialarının haklılığı bir kez daha ortaya çıktı.
Kapatma davası açılmadan önce, özellikle Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası yasası tartışılırken AKP’ye “ecelinin nereden geleceğini gösteren” toplumsal muhalefet, önümüzdeki dönem de AKP’nin karşısındaki tek tutarlı ve gerçek muhalefet odağı olarak kalacak gibi görünüyor.