Türkiye’deki iktidar kavgasının bir dramatik perdesinin daha sonlarına yaklaşıyoruz. Dişleri sökülmüş, içlerindeki sapkın ya da açığa çıkmış, yıpranmış unsurlardan temizlenmiş ve istikrara kavuşturulmuş taraflardan bir yeni ortaklık inşa ediliyor diyebiliriz. Acaba ikisinin bu emperyalizmce yeniden yapılandırılmış ortaklığı, liberal Türk-İslam sentezi olamaz mı? Dişleri sökülmüş ama ortak pençeleri içeriye karşı bilenmiş bir tür yeni uzlaşma ve buna dayanan bir yapılanma?.. Unutmamak gerek; yerel sermayenin de emperyalizmin de tarafların her ikisine de gereksinimi var…
Türkiye’deki iktidar kavgasının bir dramatik perdesinin daha sonlarına yaklaşıyoruz. Tablo, “kapatma davası”nın sonucuyla netliğe kavuşacak, sonraki perde açılacak.
Bulanık suyun üzerinde görünen nedenler ortada. Hepsinde gerçek payı bulunan pek çok etken sayabiliriz bu kavgada, iç içe geçmiş. Büyük burjuvaziyle Anadolu kökenli küçük ve orta boy işletmelerin devlet imkânlarından nemalanma rekabetinden başlayabiliriz analize. Batılılaşmış hayat tarzlarıyla toplumdan ayrılan ve ona tepeden bakan, bürokratik konumlanış ile toplumsal değerlerin kaymağından nemalanan Devletçi seçkinlerle geleneksel yaşam tarzı içine sıkıştırılmış, horlanmış yığınların zenginleşen katmanları ve fırsatçı popülist politik/entelektüel temsilcileri arasındaki çekişmeyi buna ekleyebiliriz. Her iki taraf bakımından da, hayat tarzlarının risk altına olduğuna inanmanın getirdiği reel çelişkileri de saptayabiliriz. Bir “ikili iktidar” ortamı içinde, tarafların, “Kapatma davası” ile Ergenekon Davası’nda olduğu gibi, birbirlerine karşı ellerindeki imkânlarla hamle yaptığını da görebiliriz. Ve elbette, Cumhuriyet tarihinin her alandaki toplum mühendisliğinin sonuçlarına; yoksulluk, yoksunluk, yolsuzluğa; temel özlem ve ihtiyaçlara yanıt verilememiş olmasına ilişkin birikmiş tepkilere işaret edebiliriz. Taraflardan birinin bu geçmişin ve statükonun sorumlusu, ötekinin de buna tepkinin taşıyıcısı olduğu inancının yaygınlığına dikkatleri çekebiliriz.
Kuşkusuz, emperyalizmin, özellikle de ABD’nin bu kavganın müdahili, giderek, en güçlü aktörü olduğu sonucuna da varabiliriz. Bir yandan, ABD’nin kurmuş olduğu “Türk Gladiosu”nun bu kavgada yer alan “ayrık otları”nı teşhis edebiliriz. Bu yolda, mızmızcılığa, başıbozukluğa, giderek, eski hizmetlerin faturasını çıkartmaya, söylemde olsun efelenmeye, hele şantaja tevessül etmeye hiç yer olmadığını bilerek, bu cüretin bizzat ABD tarafından cezalandırıldığı hükmüne varabiliriz. Buna karşılık, emperyalizmin herhangi bir “taraf”a açık çek vermeyeceğini, AKP’li yeni müttefikin de belli bir baskı altında tutulmasından yarar sağlamakta olduğunu görebiliriz. Amerikalı editör-yazar Roger Cohen’in, türbanın yasaklanmasına karşı çıkarken, aynı zamanda, AKP üzerindeki Mahkeme “tehdidinin varlığı”ndan memnuniyet duyduğunu yazmasını bunun güzel bir kanıtını oluşturduğunu söyleyebiliriz. Sonuçta, ABD’nin her iki tarafın da yıpranmasını, güçsüzleşip can kaygısına ve dolayısıyla da kendi ocağına düşmesini istediğini, bir kanattaki yoldan çıkmışların tasfiyesine katkıda bulunurken, öte yandakini de törpülediğini, elden geçirdiğini, preslediğini varsayabiliriz.
Buralardan bir sonuca da ulaşabiliriz. Dişleri sökülmüş, içlerindeki sapkın ya da açığa çıkmış, yıpranmış unsurlardan temizlenmiş ve istikrara kavuşturulmuş taraflardan bir yeni ortaklık inşa ediliyor diyebiliriz. Acaba ikisinin bu emperyalizmce yeniden yapılandırılmış ortaklığı, liberal Türk-İslam sentezi olamaz mı? Dişleri sökülmüş ama ortak pençeleri içeriye karşı bilenmiş bir tür yeni uzlaşma ve buna dayanan bir yapılanma?.. Unutmamak gerek; yerel sermayenin de emperyalizmin de tarafların her ikisine de gereksinimi var…
Egemenlik sisteminin unsurlarını ayrıştırarak bir bakalım: Soğuk Savaş’ın Psikolojik Savaş Aygıtı’nın silahlı kuvvetleri, istihbarat örgütleri, polisi, jandarması; popülist milliyetçi, Peronist, faşist bürokratik ve politik kadrolar; Friedmancı büyük burjuvazi, batıcı liberal seçkinler/hizmetliler; her iki yana payanda olmaya hazır sarı sendikalar, medyada, üniversitelerde görevli kanaat önderleri ve peşlerindeki küçük burjuvazi; geri bıraktırılmış geniş yığınların, taşralı ve esnaf dargörüşlülüğünü, antikomünizmini, tutuculuğunu ve önyargılarını harekete geçiren, işbirlkçi, piyasacı siyasi kadrolar, yeni palazlanan taşra sermayesinin temsilcileri… Bunların halk düşmanı ortaklığının örnekleri için Güney Amerika tarihine bakmak yeter…
Bu kadarından bile sonuçlar çıkartmak mümkün ama arka plana da bakmakta yarar var. Arka planda, Kürt Sorunu karşısındaki tarihi, siyasi, askeri, ahlaki yenilgi var. Küreselleşme ve Yeni Dünya Düzeni’ne uyarlanmanın sancıları var. Buna bağlı olan emperyalizmin yeniden yapılandırma hamleleri, baskıları, talepleri var. Bölgedeki yeni durumun karmaşası var. Yapısal çok yönlü kriz var. Çok boyutlu istikrarsızlıktan kaynaklanan dehşetli korku var…
Şayet bütün bu gelişmelerde ve olası sonuçlarda emperyalizm belirleyici bir etkiye sahipse, o zaman, uluslararası yeni ekonomiye, kapitalizmin nihai aşaması Küreselleşme’ye eklemlenme ve onun üstyapısını oluşturan Yeni Dünya Düzeni’ne dahil olma sürecine daha yakından bakmak gerekiyor.
Pek çok etkisinin yanı sıra, Küreselleşme ve Yeni Dünya Düzeni, Türkiye’de de, egemenlik yapılarının sınıf ve katmanları arasında ayrışmalara neden oldu. Devlete yaslanmış bürokrat ve seçkinler göreli ayrıcalık, yetki ve egemenlik paylarının sınırlandırıldığını, yer yer bütünüyle ortadan kaldırıldığını gördüler süreç içinde. Bu durum, devletçi (bürokratik)-militarist yapılarda farklı bir direnç yarattı Sınırları ve yerel pazarı burjuvazi adına denetleyip emperyalizme peşkeş çeken bu güçler, beynelmilel sermayenin spekülatif dolaşımının gerektirdiği “deregülasyon” sürecinde büyük oranda işlevsizleştirildiler. Sadece spekülasyon bakımından bile baktığımızda, emperyalizmin hizmetine sığınmış olsa da klasik “egemenlik” yapılarının sorun oluşturduğunu görebiliriz. Unutmayın, her gün trilyonlarca dolar, borsada, tahvil, bono, döviz piyasalarında işlem yaparak, yani bir tür kumar oynayarak, dünyayı dolaşıyor ve mali işlemlerle vurgun vuruyor. Bu devasa paranın, her gün 24 saat boyunca bütün dünyayı dolaşması sürecinde, mevzuata, maliye bakanlığına, hazineye, sınırlara, gümrüklere, merkez bankalarına, denetim mekanizmalarına tahammülü yok, zamanı yok, müdanası yok. Dünyanın küçülmesi, bir büyük köye dönüşmesi bu işte. Bu egemenlik yapıları, geçmişte sermayeye ve emperyalizme ne denli hizmet etmiş olurlarsa olsunlar, bugün artık onun gelişimi, yayılması ve yağması karşısına fren işlevi görüyorlar, anakronik duruma düşmüş oluyorlar. Bu nedenle de, burjuvazinin çöp sepetini boylamaları gerekiyor.
Kapitalizmin ulusal Pazar yaratan, yani sınırlar diken “Fransız Devrimi” ile sınırları yıkan, dünyayı tek pazara dönüştüren “Sanayi Devrimi” arasındaki sorunlu birliktelik artık ikincisi lehinde düzenlemelerle aşılma aşamasına geldi sermaye bakımından. Küreselleşmeden kastedilen biraz da bu. Dolayısıyla da, yerel piyasaların beynelmilel sermaye ile ilişkilerinde artık devlet ayakbağı olmaya başlayınca, kapitalist ülkelerin egemenlik ve yetki alanı iyice sınırlandı. Bu, elbette, devlet ve egemenlik rantını yiyenlerde tepkiler oluşturdu. Aslında, bu daraltma ve devreden çıkartma ikinci sınıf emperyalist devletlere de dayatıldı ABD ve uluslararası sermaye tarafından. Emperyalistler arasında bile ciddi çelişki ve çatışmalara yol açan bu dayatma, Türkiye gibi ülkelerdeki sermayenin eski “gardiyanları”nca aracı ve korucu olmanın avantajlarının riske girmesi, ayrıcalık yitimi, kan kaybı, giderek, bir özyıkım olarak algılandı.
Süreç, ayrıca, bir ideolojik/kültürel saldırıyı ve etkiyi de beraberinde getirdi. Muhafazakar-bürokratik milliyetçilik, sol ya da sağ söylem ve kisvelerle, kırbaçla ve ideolojik manipülasyonla ehlileştirmiş oldukları yığınlardaki “ideolojik bozunma”ya, yeni “yaşam tarzı”na reaksiyonun ve direnişin odağı oldu. Yığınları ahmaklaştırma ve sürüleştirmede, “milliyetçi, antikomünist” söyleme, bu sefer ek olarak bir de “postmodern” liberalizm ve yeni tüketim kalıpları rakip olarak ortaya çıkmıştı. Yeni söylemin sahipleri, gerektiğinde, “dinsel” ya da “milliyetçi” diskuru da, eskileri devre dışı bırakarak, tekeline alabiliyor, modern zamanların “yükselen değerler”iyle de halkların yeni afyonu, dünyanın dönüştürüldüğü “fareli köy”ün “yeni kavalcıları” oluyorlardı. Eski esrarcılar da pazarlarını yitirme riskiyle karşılaşıyorlardı. “Yeni modernitenin eliti” eski Soğuk Savaş döneminin modern seçkinlerinin yerini alıyordu, bütün ayrıcalıklarıyla, güç kaynaklarıyla, toplumsal etkileriyle. Bir bakıma, eski modernler, “ayak takımı” olarak gördüklerinin “baş olması”ndan, hele emperyalist efendinin “yeni gözde”sine dönüşmesinden dehşete kapılıyorlardı.
Küreselleşmeye ilişkin bu tepki, taraflar arasındaki ideolojik savaşıma da yeni boyutlar katıyor. Zemin kaybeden eski seçkinler, Batıcı yaşam tarzını kendilerini yığınlardan ayıran bir özelliğe ve iç tesanütlerinin, iletişim ve sosyal etkileşimlerinin bir öğesine dönüştürüp, dışarıda kalanları “gericilik”le damgalamışlardı. Şimdiyse, “dışlanmışlar”ın sözcüsü AKP, işbirlikçiliğin onlardan öğrendikleri yöntemlerini onlardan daha yetkin bir biçimde uygulayarak, Batı’yı yüceltmekte, Küreselleşmeye uyumu ve YDD’nin içselleştirilmesini yeni “ilericilik,” “çağdaşlık” olarak lanse ederek, “gericilik” suçlamasını karşı tarafı vuran bir bumeranga dönüştürüyor, ideolojik saldırılarını bunun üzerine kuruyor. İşbirlikçi laik liberaller dolayımıyla emperyalizm de onlara kritik destek sunuyor. Eskiden emperyalizm tetikçilerine desteğini, “modernleştirici Kemalizm” projesinin propagandasıyla veriyordu, şimdi “çağdaşlık” payesini rakiplerine bahşediyor. Değişen bir şey yok; taraflar “gericilik”te ortaklaşıyorlar. Ama sonuçta, iki işbirlikçilik, iki “gericilik,” milliyetçi-militarist devletçilik ile milliyetçi-militarist liberalizm arasında kalan hayat çoraklaşıyor, gelecek karartılıyor.
Ayrıca, esas olarak, Soğuk Savaş’ta, Sovyetler Birliği, onun müttefikleri ve işçi sınıfı hareketi ile sömürgelerdeki milli devrimlere karşı tetikçilik göreviyle oluşturulmuş Ulusal Güvenlik Aygıtları’nın, yeni dünyanın devrimci sınıf ve halk hareketlerine, politik İslam gibi direniş odaklarıyla benzeri hareketlere karşı yeni koşullar çerçevesinde yeni görevlere uyarlanmaları için, zihni değişiklik dahil, elden geçirilmeleri bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştı. Emperyalizmin bu yönelişi, ittifak yapılarında değişikliği de içermekteydi. Örneğin, Soğuk Savaş’ta Batı’nın petrol alanlarındaki vekilharçları ve İslam Dünyası’ndaki bozguncuları olarak görev yapan Körfez rejimleri, şimdi, sadece emperyalizme dayanak olma özelliklerini yitirmiş sayılmıyorlardı; daha da önemlisi, arkaik, çürümüş, toplumsal dayanaklarını yitirmiş tetikçiler olarak, artık zararlı da görülüyor, emperyalist efendilerince “terörist yetiştiren istikrarsızlık bataklıkları” olarak nitelendiriliyorlardı. Şayet Irak Direnişi ortaya çıkmasaydı, ABD’nin askeri zoru yoluyla, yeni uşak seçkinlerce değiştirilmeleri emperyalist gündemin başına alınmıştı. Emperyalist demokratikleşme projesi buydu.
Bu, Türkiye bakımından da gündemde olan bir yeni durumu ifade etmekteydi. Üstelik bu yeni tetikçilik döneminde artık iki kutuplu dünyanın hareket serbestisi ve şantaj kokan nazlanmaları da, kimi rantlar, ayrıcalıklar, destekler kopartma imkanları da sözkonusu olmayacaktı tetikçi aygıtlar bakımından. 1950’lerin de ötesinde, “sadaka karşılığı tetikçilik” bile değil, tam “parasız askerlik” dayatılmaktaydı. “Kutsal Devletçilik” de, milliyetçilik de ideolojik manipülasyonlar olarak yeni liberalizmin rahle-i tedrisinden geçmeliydi. Ayrıca Amerikancı olmaya mahkum da olsa, nasyonal sosyalizmle liberal emperyalizm arasındaki kan uyuşmazlığına ve tarihi husumete de dikkat edilmeliydi. Amerikancı Kürdü ve İslamcıyı bile kendi yerel bakışıyla düşman sayan bir zihniyetin gerçekten anakronik olduğu, neoliberalizmin yeni kozmopolitizmini kavrayamadığı ortadaydı ve bu her yerde emperyalizm ile tasfiyeye mahkum edilenler arasında ortaya çıkan bir çelişki ve çatışmaydı. Artık salt kapitalizmden yana ve emperyalizme hizmete amade olmak yetmiyordu. Antiemperyalist olmadan, onun sınıfsal temellerine, programına ve ideolojisine dayanmadan, kimi “milli” avantalar uğruna, antiamerikancı şantaj söylemlerine itibar edenler ise, “meczupların trajedisi”ni yaşamaya mahkumdular. Aslında hep öyleydi ama yeni dünyada özellikle, “kükreyen fare”lerin gücü ancak kendi mazlumları karşısında bir anlam ifade edebilirdi.
Türkiye’de Kemalist-bürokratik-seçkinci Gladio yapılanması Soğuk Savaş Psikolojik Savaş Aygıtı’nın kirli çamaşırları ortaya döküldükçe, bu anafora yakalanmış geniş kesimlerde büyük bir fikri kasırga oluştu ve bu yığınları başka bir gericiliğin yörüngesine savurdu. Düzenin kendini yeniden üretebilmesi de ancak böyle mümkün olabildi. Laik liberallerdeki AKP hayranlığını burada aramak gerekiyor. AKP, Düzeni ölümcül bunalımdan alıp yeni söylemlerle vahşi kapitalizmin ve emperyalizmin yörüngesinde tutabilmenin ana aracı oldu. Emperyalizmin kendisi de, yıpranmış eski müttefiklerini (tetikçilerini) tazeleriyle değiştirmeyi yeğledi elbette. Düğmeye böyle basıldı. Politik İslam’ın içindeki deprem ve AKP’nin doğuşu da işte bu yeni “trend”in sonucuydu. Soğuk Savaş’ın o cenahtaki fikri ve örgütsel yapısı da böylece miadını doldurmuş oldu ve bizzat emperyalizm tarafından dağıtıldı, küreselleşmeye, Yeni Dünya Düzeni saldırısına uyarlandı. Bu saldırıda Ortadoğu ana hedeflerden biri olduğu için de, bölgenin, antikomünizm tezgahında yetiştirilmiş ve o sığ sularda saplanıp kalmış işbirlikçileri bu halleriyle artık işe yaramaz oldular. Egemenlerin yeniden tanımlanmış ihtiyaç ve çıkarlarından oluşmuş burjuva değerlerinin, kapitalizmin normlarının ve emperyalizmin kurallarının içselleştirildiği yeni gericilik neoliberalizmle aşılandı, hizmete koşuldu. Ötekilerin kılıcı da yeni ve taze “taş gibi oğlanlar”a emanet edilecektir artık. Öcalan’ın Kenya’dan kaçırılıp Türkiye’ye telim edilmesini sağlayan “uluslararası komplo” da, özünde, bu gelişmelere bağlıydı; Bölgede yeni görevlere hazırlanan Türkiye’de istikrar sağlamanın yanı sıra, Kürtlerin içinde zaten var olan liberal eğilimlerle dinci yönelimlerin “milli ve sınıfsal aydınlanma”nın önünü kesmesi, yatağını değiştirmesiydi hesaplanan…
Sonuçta olan oldu. Her iki taraf da dersini aldı. En uç noktalarda, darbenin cuntası ya da güçlenmiş AKP iktidarı olarak, veya bu iki gücün hırpalanmışlıkları temeli üzerine inşa edilen ortaklığının iktidar bloku biçiminde, karşımıza çıkacaklar. Yani “kral çıplak” arz-ı endam edecektir her durumda. Bu demektir ki, bundan sonra muğlaklık olacaksa, bu halk ve emek saflarında ortaya çıkacaktır.
O muğlaklık perdesinin sökülüp atılmasının ilk koşulu, ana tespitte anlaşmaktan geçer. Şayet bir ortak arayış, hedef ve dolayısıyla ittifak zemini olarak kabul ediliyorsa, Türkiye’de demokratikleşmenin iki temel unsuru olmalı. Birincisi, Kürt varlığının milli eşitlik temelinde ve anayasal olarak tanınması. İkincisiyse, buna koşut olarak, Öcalan’ın önerdiği türden, Güney Afrika’daki “Truth and Reconciliation Commission” gibi, bir hesap kesme-yüzleşme mekanizmasının yaratılması, bir Adalet ve Gerçek Komisyonu’nun kurulması. Tabii söylemeye gerek yok ki, bunu bugünün egemenlik sistemi içinde, ya da, aynı şey olmak üzere, AKP-liberal koalisyonunda aramak beyhudedir…
28 Temmuz 2008