0 0
Read Time:19 Minute, 44 Second

“ilim ilim bilmektir
 ilim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezisen
Bu nice okumaktır.”
Yunus Emre

Bugün insanlığın içine sürüklendiği sayısız kötülüklerin, sosyal sefaletin, ekolojik felaketin, ahlâki çöküşün, ama hepsinden önemlisi anlam kaybının başlıca nedenlerinden biri, bilim denilenin kendi etiğine yabancılaşması, velhasıl bilimin inkârına dönüşmesidir. Böyle bir durumun ortaya çıkmasında, bilim ve teknolojinin fetiş haline getirilmesinin de payı vardır. Teknik bilim her zaman kâr etmenin ve öldürmenin hizmetindeydi. Şimdilerde bütünüyle denetimden de çıkmış durumdadır. “Sosyal bilim” denilen de olup bitenleri meşrulaştırmanın hizmetindedir. Oysa İbn Haldun’un: “şeyler neden ve nasıl öyledir?” sorusuna cevap araması gerekirdi. Eğer öyle olsaydı, bilimsel faaliyetin kendi misyonuna yabancılaşması da söz konusu olmazdı.
Bilimin misyonu gerçeğin üstünü örten perdeyi kaldırmaktır. Görüntüyle gerçek arasındaki uyumsuzluğu açığa çıkarmaktır. Bilimi erdemli ve saygın bir zihinsel faaliyet yapan onun bu özelliğidir. Aksi halde “her türlü bilime de gerek kalmazdı” denmiştir. Gerçeğin bilgisine ulaşmak, gerçeği açığa çıkarmak, yaşamı kolaylaştırıp anlam kazandırmak, onu anlamsızlaştıran şeyleri teşhir etmek… işte gerçek bilimin misyonu.
Bilimin gerçeğin bilgisi olma zorunluluğu, ister istemez etik gerekliliği olmazsa olmaz koşul haline getirir. Bu bakımdan, etik gerekliliğe, etik standarda, velhasıl etik kaygılara yabancılaşmış bir bilim mümkün değildir. Buradan çıkan birinci sonuç şudur: Bilimsel faaliyet gerçeğin peşine düşecek, gerçeği açığa çıkaracak, bilim adamı da etik kaygılarla hareket edecek. Başka türlü ifade etmek gerekirse, bilim ahlâkının olmadığı yerde bilim diye bir şey mümkün değildir.


Mevcut sömürü, egemenlik, bağımlılık ilişkisini, ahlâki çöküntüyü yeniden üreten, meşrulaştıran bilimsel denilen çabalar ve ürünler, bilimle ilgili olmak bir yana, gerçek bilimin inkârıdır. Etik kaygılar ve değerler bilim insanını zorunlu ve kaçınılmaz olarak gerçeğin tarafına çeker. Eğer bilim gerçeğin bilgisi demekse ve “gerçek devrimciyse”, bilim ve bilim insanı da son tahlilde tanımı gereği ve kavramın gerçek anlamında devrimcidir.
Gerçeğin safında, yalana karşı olmak, ister istemez yalan ve tahrifat cephesiyle çatışmaya girmeyi gerektirir. Bu nitelikten ötürü bilimin tarihi bir bakıma gerçeğin gizli kalmasını, yalanın sürmesini isteyenlerle bilim insanlarının süregelen mücadelesinin tarihidir. Tarih boyunca gerçek bilim insanlarının ve entellektüellerin başına gelenler bu soruna ilgi duyanların az-çok malumudur. Eflatun, Aristo, Seneka, Çiçeron, Sokrat, G. Bruno, Galile, T. More ve daha niceleri, gerçeğin safında olmanın, bilimin onurunu taşımanın bedelini hayatlarıyla ödemedikleri zaman, sürgün ve hapis de dahil, sayısız baskı ve zulme maruz kalanların sadece birkaçıdır…
Bir bakıma gerçek bilim insanı ve entellektüel, yalanı sürdürmek, gerçeğin tahrif edilmiş, refiye olmuş, şeyleşmiş versiyonunu kabullendirmekte çıkarı olan egemenlerin karşısına dikilebilme iradesini ortaya koyduğunda bilim insanı ve/veya entellektüel sıfatını hak eder… bu yüzden doğası ve tanımı gereği gerçek anlamda bilim insanı, gerçeğe ihtiyacı olanların safındadır. Bilim adamının kurulu düzenle barışık olmayışının, olmaması gerektiğinin izâhı burada yatar. Zira, iktidar ilişkileri, sömürü, baskı ve toplumsal hiyerarşi, insanî aşağılanma, ancak gerçeğin gizlendiği, “yanlış bilinç” yaratıp-sürdüren bir egemen ideolojinin varlığı durumunda mümkündür.
Sınıflara bölünmüş, sömürü ve hiyerarşinin geçerli olduğu bir toplumda bilim insanı için bir ortayol mümkün değildir. Ya sömüren, hükmeden, zulmedenlerin safında yer alacak, ki, bu durumda bilimden, bilim adamından, kadınından söz etmek beyhudedir, ya da sömürü ve egemenliğin karşısına dikilecek… Eğer birinci durum söz konusuysa, sömürü ve zulüm düzeni tarafından makbul sayılıp ödüllendirilir, nice ünvanlarla donatılır, “büyük bilim adamı, kadını” sayılıp iktidarın hediyelerine mazhar olur… ikinci durumda, yâni yalanı, tahrifatı, ikiyüzlülüğü, ahlâki zaafiyeti ve soysuzlaşmayı teşhir ve mahkum etmeye yöneldiğindeyse, en hafifinden “saf bilimden” uzaklaştığı, işe ideoloji ve politika karıştırdığı suçlamasına muhâtap olur… Velhasıl “tarafsız bilimden” sapmanın bedelini ödemek zorunda bırakılır. Elbette duruma göre ödeyeceği bedel de değişecektir…
Neden? çünkü bilim “tarafsız”, olmalıdır. Öyleyse “tarafsızlık” nedir? Bilim adamı/kadını için tarafsızlık, birincisi mümkün müdür?; ikisini arzulanır bir şey olmalı mıdır? Elbette böylesi sınırlı bir yazıda, başlı başına bir tartışma konusu olan “bilimsel nesnellik” sorununu uzun boylu tartışmamız mümkün değildir. Yeri gelmişken şunları söylemekle yetinelim: Her ne kader bilimsel çabanın bilimsel bilgi üretme sürecinin ‘göreli özerkliği’ söz konusu olsa da, bu durumu abartmamak gerekir. Aslında bilimsel faaliyetin ve onun faili olan bilim insanının tarafsızlığı, hem mümkün değildir hem de bizzat bilim etiğinin bir gereği olarak makbul bir şey de değildir. Zira, bilim adamından/kadınından tarafsız olmasını istemek, ondan kendi misyonuna ihanet etmesini istemektir. Gerçek bilim insanı, gerçekle tahrif edilmiş olan arasında orta yerde durmayı kabullendiği anda bizzat kendi varlık nedenine ihanet etmiş olur. “Ben yalanla gerçek arasında tarafsızım, ikisine de eşit mesafede duruyorum” demek, benim o tarakta bezim yok demektir.
Öyleyse “tarafsızlık” söylemi ne anlama geliyor? Bundan murâd edilen nedir? Gerçek dünyada “tarafsızlıktan” ‘anlaşılan’ egemen düzenin istemediği, yasakladığı, tabu haline getirdiği sorunları tartışma konusu yapmamaktır… Mayınlanmış alana girmemektir… Başka türlü söylersek, yalan ve tahrifat cephesinde kalarak, yalanı ve tahrifatı yeniden üretenler, kurulu düzen tarafından muteber, tarafsız bilim erbabı sayılırlar, “saf bilimin” üreticisi sayılıp ödüllendirilirler… “Saf bilime” ideoloji ve siyaset karıştırmamış sayılırlar… Elbette sadece bunlarla da yetinmezler, işe ideoloji ve politika karıştırıp “saf bilimden” sapanları ihbar ve ifşa ederek, “akademik faaliyetlerini” sürdürürler… İstisnalar olmakla birlikte [kaldı ki, istisnalar her zaman kuralın doğruluğunu kanıtlamak içindir], kapısında üniversite yazan kurumlar da akademik ünvanlar ekseri “tarafsızlığını” kanıtlama yeteneğine sahip olanlara verilir… Elbette, orada “tarafsızlığın” anlamını tartışmaktan yana olanlara yer yoktur…
Bilim ve bilimsellik adına gerçek bilimin inkâr edilip yok sayıldığı koşullarda, bilim kurumları sayılan akademilerde, üniversitelerde durum nedir? Daha başta üniversitelerle ilgili yaygın bir yanlış anlamayı bertaraf etmek gerekir. Zira, üniversitelerle ilgili retorikle [söylemle] gerçek durum [reel üniversite] arasında bariz bir uyumsuzluk söz konusudur. Dolayısıyla, gerçek durum tevâtür edilenden farklıdır. Üniversitelerin evrensel bilimin üretildiği, her türlü sorunun sınırsız bir biçimde ve özgürce tartışıldığı, toplumun ve dünyanın iyiye, güzele, erdeme, aydınlığa açılan kapısı olduğu biçiminde yaygın bir kabul ve kanaat söz konusudur. Oysa, gerçek dünyada durum farklıdır. Reel Üniversitenin kapısından girildiğinde tam tersi bir durumla karşılaşılır. Reel Üniversiteler evrensel bilimin üretildiği değil, boğulduğu kurumlardır. Bu durumun anlaşılmasının önünü kesmek için de bilim, bilim insanı ve üniversiter kurumlarla ilgili bir “dokunulmazlık zırhı”, bir bilim ve teknik bilim (technoscience) fetişizmi yaratılmış durumdadır. Gerçekten üniversiteler ileri sürüldüğü gibi insanlığın önünü açmak üzere işlev görmüş olsalardı, insanlık, şimdilerde içine sürüklendiği sefil durumu ve anlam kaybını yaşıyor olur muydu?. Amacı sermaye üretmek ve yeniden üretmek olan ve hiçbir etik kaygı da taşımayan burjuva uygarlığı [sermaye uygarlığı densin] bilimsel-estetik faaliyet de dahil, herşeyi kendine tâbi kılmakla, ‘araçlaştırmakla’ kalmıyor, aynı zamanda ve hızla metalaştırıyor, paralılaştırıyor, soysuzlaştırıyor. Üniversiteler de buna dahildir.  Fakat, hepsi bu kadar da değil. Bilimsel faaliyet ve üniversiteler diğer alanlar gibi bu süreçte “edilgen” bir konumda değiller. Bizzat baskı ve sömürünün, şeyleşmenin, metalaşmanın, soysuzlaşmanın hizmetinde ideolojik bir işlev görmüşlerdir ve görmeye devam ediyorlar…
Kaldı ki, tarih boyunca insanlığı ileriye götüren, yeni, orijinal, paradigma yıkıcı aydınlık fikirler resmi eğitim kurumlarının dışında ve ekseri onlara bir tepki olarak ortaya çıkmışlardır. Başka türlüsü de zaten mümkün olmazdı… Aksi halde egemenliği, sömürü ve tahakkümü, hiyerarşiyi yeniden üretmek üzere oluşturulmuş kurumlardan o düzeni eleştirmelerini beklemek, bir şeyi olmadığı yerde aramak olurdu. Her tarihsel dönemde her egemenlik sistemi, kendi ihtiyacı olan bir eğitim sistemi oluşturuyor ve söz konusu eğitim sistemi kurulu düzeni sürdürmeye, yeniden üretmeye hizmet ediyor. Dolayısıyla egemenliğin bir aracı ve onun hizmetindedir. Eğitim kurumlarında [üniversitelerde, enstitülerde, vb…]  üretilen ve yayılan bilgi egemen düzeni maddi ve ideolojik planda yeniden üretmeye yarıyor. Eğitim görmüş olan diplomalılar ya sistemin maddi yeniden üretiminde rol alıyorlar, ya da ideolojik yeniden üretiminde rol alıp, olup- bitenleri meşrulaştırıyorlar: Elbette bilginin doğasında içerilmiş bir özellikten ötürü her şeye rağmen eğitim sistemi her şeyi mutlak bir biçimde kapsayamaz. Mutlaka [az da olsa] sistemle uyuşmayan muhalif unsurları da üretir.
Esasen yöneten–yönetilen ilişkisinin geçerli olduğu ortamlarda ve emir-itaate dayalı bir işleyiş söz konusu iken, verilen diplomaların mutlaka bir bilgi birikimine veya yetkinliğe karşılık gelmesi gerekmez. Nitekim militer ilişkiler veya yarı-militer ortamlarda, işleri yürütmek için ayrıksı nitelikler gerekli değildir. Bu yüzden ekseri diploma insanlara bir şeyler bilmenin karşılığı olarak verilmez. Tam tersi söz konusudur: Diplomaları olduğu için bir şeyler bildikleri varsayılır. Öte yandan diploma sadece hiyerarşiyi yeniden üreten bir otorite değildir. Aynı zamanda bir meşrulaştırma aracıdır. Zira, sıradan bir yalanı ortalama birine söylettiğinizde kimse inanmaz, ama, aynı yalanı bir diplomalıya, unvan sahibi bir “uzmana” isminin önünde dr., doç. prof., ord. prof, vb… ünvanlar bulunan birine [elbette ordünaryüs prof. veya Nobel ödülü sahibi şahsiyetler tercih sebebidir.] söylettiğinizde insanları inandırmak çok daha kolaydır. Neoliberal küreselleşme çağında sermaye egemenliğini meşrulaştıran iktisat profesörlerine peşpeşe Nobel ödülleri verilmesi masum bir tesadüf değildir. Elbette bu yeni bir durum değil. Yüzyıllardır sayısız vahşeti “ilerleme” adına, nice zulmü de bilim ve bilimsellik adına meşrulaştıranlar boşuna ödüllendirilmediler…
Bu günün üniversiteleri XII. yy.’dan başlayarak Batı Avrupa’da kurulan, ama asıl biçimini sanayi devriminden sonra alan eğitim kurumlarının devamıdırlar. Başlarda üniversiteler kilise çevresinde kurulmuşlardı ve feodal üretim tarzını ve onun egemenliğini meşrulaştırma işlevini yerine getiriyorlardı. Başlangıçtaki işlevleri ideolojikti. Burjuva devriminden sonra başlıca iki temel değişikliğe uğradılar: Birincisi, teolojik [dine dayalı] meşrulaştırma, yerini rasyonalizme bıraktı; ikincisi artık yeni üretim tarzı olan kapitalizmin ihtiyacı olan “yetişkin işgücünü” yetiştirme işlevini de üstlendiler. Osmanlı İmparatorluğu’nda medreseler, tekke ve zaviyeler “eski rejimin” yüksek öğretim kurumlarıydılar. Batıdaki üniversite modeline göre kurulan ilk üniversite olan Dar-ül Fünûn, 1933 yılında tasfiye edilinceye kadar tekke ve zaviyelerle birlikte faaliyet gösterdi. 1933 Ağustos’unda kapatıldı.
Bir yüksek öğrenim kurumunun üniversite sayılabilmesi için özerklik olmazsa olmaz koşuludur. Bir bakıma üniversite ve özerklik “özdeş” kavramlardır… Bilimsel entelektüel–estetik faaliyet ancak özerk ve özgür bir ortamda mümkündür. Üniversitenin özerk olması demek, kendi işleyiş kurallarını kendisinin koyması, velhasıl kendi kendini yönetebilmesidir. Bu, bilimsel bilginin doğasında içerilmiş bir nitelikten ötürüdür. Özgür olmayan bir ortamda emir-komuta ilişkisinin geçerli olduğu koşullarda bilimsel bilginin üretilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla özerk olmayan, kendi kendini yönetemeyen bir kurum üniversite tanımını haketmez. Elbette bu durum hiçbir özerklik marjına sahip olmayan kurumlara üniversite denmesine engel değildir [Türkiye’de olduğu gibi.]
Özerk üniversite aynı zamanda kendi geleneğini de oluşturur. Üniversitenin kendine özgü bir geleneğinin olması, doğrudan özerkliğin sonucudur. Üniversiteyi üniversite yapan binalar, sınıflar, laboratuvarlar, konferans salonları, isimlerinin önünde ünvanlar bulunan “cüppeli adamlar” değildir. Eğer kendi tarzı, üslubu, geleneği oluşmamışsa ve bilim etiğine uygun davranabilen bir bilim kadrosu mevcut değilse, o kurumlar kapılarında üniversite yazıyor diye üniversite sayılmazlar… Gerçeğin peşine düşme, gerçeği açığa çıkarma, doğru bildiğinden taviz vermeme, kendi etiğine bağlı kalma gereğidir bir insanı bilim insanı yapan. Dolayısıyla üniversitenin adamları/kadınları bilim haysiyeti ve entelektüel dürüstlüğe sahipseler ve onun gereğini yapabiliyorlarsa gerçek anlamda bilim insanı sayılabilirler. Bu özellik onları diğer kamu görevlilerinden ayırır. Dolayısıyla, memur kafalı adamların/kadınların bulunduğu kurumlar üniversite sayılamaz. Gerçek bilim insanı emir komuta ilişkilerini reddetmeden var olamaz ama bu üniversitenin kendine özgü bir akademik hiyerarşisinin olmadığı anlamına gelmez
Elbette özerklikten sadece siyasi otorite [devlet] karşısındaki özerklik anlaşılmamalıdır. Üniversite, sermaye sahipleri karşısında da özerk olmak zorundadır. Neoliberal küreselleşme çağında ve özelleştirme dalgasıyla yeni bir süreç başladı. Üniversiteler ekonomik güç odaklarına mesafeli durmak bir yana, giderek birer kapitalist işletme durumuna getiriliyorlar. Artık nerdeyse her büyük kapitalistin bir de üniversitesi var… Üniversiter kurumların, amacı kâr etmek ve kârı azamileştirmek olan birer kapitalist işletmeye dönüşmesi bir kavram olarak üniversitenin de sonu demektir.
Bilim insanını diğer kamu görevlilerinden ve diplomalılardan ayıran, onun kendi etiği doğrultusunda hareket edebilme yeteneğidir. Ancak bilim etiğini içselleştirmiş insanlar ait oldukları kurumların özerkliğini koruma konusunda duyarlıdırlar.
Mesela bizde entelektüel dürüstlük, bilim namusu ve özerklik bilinci yerleşmiş olsaydı YÖK diye bir şey de olmazdı. Üniversite hocalarının topluca etik bir tavır ortaya koymaları halinde siyasi otorite [cunta olsun] geri adım atmak zorunda kalabilirdi. Eğer üniversite hocaları dersleri boykot etme tehdidinde bulunsalardı, cuntanın YÖK’ü dayatması kolay olmazdı. Zira, yüzbinlerce genç insanı ve milyonlarca aileyi karşısına almakta zorlanabilirdi. Üniversite hocalarının ezici çoğunluğu bilim adamı kafası değil de memur kafası taşıdığı için, siyasi otoriteyi püskürtmek elbette mümkün değildi. Zaten öyle bir kaygı da söz konusu değildi. Bir akademisyenden çok memur kafası taşıyan adamlar, bırakın YÖK saldırısını püskürtmeyi, birbirlerini cuntaya ihbar ederek post kapma yarışına girdiler. Üniversite rektörleri ve akademi başkanları Cunta liderine kutlama telgrafları çekip, cunta lideri önünde esas duruşa geçtiler. Onunla da yetinmeyip cunta liderine fahri doktora (Docteur honoris causa) verdiler. Cunta liderine fahri doktora ‘hukuk alanında’ verildi ve bu utanç verici işi Türkiye’nin en köklü eğitim kurumu olarak sunulup övünülen İstanbul Üniversitesi yaptı… Dolayısıyla, üniversiteyi üniversite yapan ikinci temel özellik, onun, kendi kendini koruyabilme iradesidir. Elbette kendine özgü araçlar ve yöntemlerle… Gerçek üniversitenin inkârı olan YÖK’ün o kadar kolay yerleşmesi ve bu kadar uzun ömürlü olması, üniversitenin aslında önceki durumun da matah birşey olmamasındandır. Dolayısıyla YÖK öncesi durumu yüceltmek gerekmez. Elbette gerçek üniversiteye yakışır kimi odaklar filizlenme halindeydi ama bunlar son tahlilde istisna idi. Bir bakıma Cunta’nın YÖK’ü dayatmaktaki amacı da ‘istisnanın’ kural haline gelmesinin önünü kesmekti. Zira, bir yüksek öğretim kurumunun üniversite sayılmasının üçüncü koşulu, üniversitede yapılanların toplumdaki özgürleşme mücadelesiyle örtüşmesi gereğidir. Eğer üniversitede yapılanlar toplumdaki özgürleşme mücadelesiyle örtüşmüyorsa, söz konusu kurumlar üniversite tanımının dışında demektir.
Dördüncü koşul da, üniversitenin mutlaka kamusal bir nitelik taşımasıdır. Buradaki kamusal kavramını devletle özdeşleştirmemek gerekir. Doğası ve misyonu gereği bilimsel bilgi özel çıkarlar alanının dışında üretilmek zorundadır.
Bu aşamada yukarıdaki üniversite kavramı ve tanımı karşısında Türkiye’deki durumla ilgili bazı gözlemler yapabiliriz. Fakat daha önce muhtemel bir yanlış anlamayı bertaraf etmek gerekir. Zira, “bizdeki kötü Batıdaki iyi” türü bir anlayış söz konusu. Şüphesiz Batı’daki üniversiteler üniversite tanımına daha yakındırlar. Ama bu emperyalist dünyadaki kurumların “sütten çıkmış ak kaşık” oldukları anlamına gelmez. Batı’daki üniversiteler genel bir çerçevede egemenlik üreten kurumlar olmanın ötesine geçemediler. Şimdilerde sermayenin ve onun dayattığı neoliberal küreselleşmenin hizmetinde ve meşrulaştırıcısı durumundalar. Aradaki yegâne fark, Türkiye’de kapısında üniversite yazan kurumların Batı’daki benzerlerinin ikinci-üçüncü sınıf kopyası olmalarıdır. Bir şeyin taklidi her zaman aslından daha kötüdür.
Türkiye de bağnaz bir resmi ideolojinin, MGK’nın özellikle cunta anayasasının, onun ünlü 130. maddesinin ve YÖK gibi bir kurumun varlığı üniversitenin olmazsa olmaz koşulu olan özerkliği bütünüyle ortadan kaldırılmıştır. Kaldı ki, başlı başına resmi ideolojinin geçerli olduğu bir rejimde sadece üniversite değil, hiçbir özerk kurum varolamaz. Nitekim varolamıyor.. Dolayısıyla, Türkiye’de üniversite tanımına uygun, kendi geleneği olan bir üniversite hiçbir zaman mevcut olmadı.
Bugün üniversiteler ve bir bütün olarak eğitim kurumları başlıca üç “amaca” hizmet ediyorlar: Mevcut sömürü düzeninin ihtiyacı olan insanların [personelin/işgücü densin] yetiştirilmesi, gençlerin özgürlük bilincinin ve yaratıcılığının boğulması, egemenlik ilişkilerinin meşrulaştırılması… Özelleştirme dalgasıyla bir dördüncü işlev daha ortaya çıkıyor: artık üniversite denilen kurumlar kâr amaçlı kapitalist işletmelere dönüştürülüyor…
Üniversite denilen kurumlar sömürüyü yok sayma temelinde faaliyet gösteriyorlar. Sömürü bir kere yok sayılınca [okültasyon yapılınca] sömürüye dayanan ne varsa yok sayılıyor. Oysa, bugün ne kadar olumsuzluk varsa, hepsinin temelinde sömürü ve sömürüye dayanan egemenlik ilişkileri yatıyor. Kadir Cangızbay’ın veciz bir biçimde ifade ettiği gibi: “Her türlü egemenlik ilişkisinin ortak içeriği emek sömürüsüdür.”1
Elbette ta baştan sömürü ve egemenlik ilişkisini yok sayan üniversiteler “derin” uzmanlıklar üretmekten geri kalmıyorlar… Uzmanlaşma ve uzmanlaşmanın aşırıya vardırılması, giderek dar uzmanlık alanı dışında hiçbir şeyden anlamamanın mazereti haline geliyor… Oysa, sosyal realite bir bütündür ve bütünü anlamadan parçaları anlamak mümkün değildir. Elbette herkesin herşeyi bilmesi imkansızdır ve belli bir çerçevede uzmanlık gereklidir ama, mevcut uzmanlaşma “ağacı görüp ormanı görmeme” gibi bir olumsuzluk içeriyor. Genel olarak bilimsel disiplinler öylesine parçalanıp un-ufak ediliyor ki, uzman çok dar bir alanın veya sorunun uzmanı oluyor ve ufku uzmanlığının duvarları arasına hapsoluyor…
Fakat, sömürü düzeni uzmanlardan sadece artı-değer sömürüsünü sürdürmek ya da baskı aygıtının işlerliğini sağlamak için yararlanmıyor. Uzmanlar bir de ideolojik meşrulaştırma işlevi görüyorlar. Uzmanlık, diplomaya, akademik ünvanlara, ödüllere, vb. dayanıyor. En büyük uzman en çok ünvanı, diploması olandır. Uzmanlar birer fetvacı işlevi görüyorlar. Diyanet İşleri Başkanlığının fetva kurulu dokuzu akademik ünvan da taşıyan, on altı diplomalıdan oluşuyor. Fetvacı, iktidar tarafından alınmış bir kararı meşrulaştırıp-kabullendirme işine memur edilmiş biridir. Genellikle fetvacının dînî alanla ilgili olduğu sanılır. Oysa, asıl fetvacılar iktisatçılar, siyaset bilimcileri [siyaset bilimi ne menem bir şeyse…], sosyologlar, tıp adamlarıdır, v.b. Önceden alınmış [değilse alınması düşünülen] bir kararı meşrulaştırmak üzere fetva verirler. Siyasi otorite ücretlerin düşürülmesi, emekçi çoğunluğun yararlandığı kamu harcamalarının kısılması yönünde bir karar alır [saldırıya geçer demek daha uygundur…]. Hemen iktisat profesörleri devreye girer ve söz konusu kararın gerekliliğini bilimsel olarak “kanıtlarlar”. Devletin ekonomiye birileri lehine müdahale etmesi gerektiğinde bunun neden gerekli, zorunlu ve alternatifsiz olduğunu kanıtlamak “uzmanların”, profesörlerin işidir… Başka zaman tam tersi yapıldığında da bu sefer “tersinin” gerekliliğini bilime dayanarak açıklamak da yine aynı taifeye düşer.
Yoksulluğun asıl nedeninin kapitalizm, mülkiyet ve sömürü olduğu gerçeği bir kere yok sayılınca, okültasyon yapılınca, artık sosyologlar yoksulluğun sosyal sonuçları üzerine uzmanlıklarını konuşturabilirler. Bundan yedi-sekiz yıl önce gazetelerde şu haber yer almıştı: “Fakirlik sınavını geçene devlet yardımı”. “Hükümet ağır ekonomik kriz sonrasında Türkiye’deki yoksulların yeni profilini çıkarmaya hazırlanıyor. ODTÜ tarafından hazırlanan formları dolduranlar, bu sınavda ortaya çıkacak fakirlik derecesine göre devlet yardımı alacaklar”2 Sorunun temelinde yatan gerçek neden olan kapitalist sömürü yok sayıldı diye, üniversitelerin seçkin uzmanları elbette boş duracak değiller. “Fakirlik ölçme testleri” düzenleyerek, hem bilime katkılarını sürdürüyorlar hem de “sosyal riskin azaltılması” hususunda önemli bir rol oynuyorlar.
Yazıyı uzatma pahasına iki fetva örneği daha verebiliriz. Diyanetin fetva kurulunun takma dişle ilgili fetvası şöyle: “ihtiyaca binaen diş taktırmak, kaplatmak ve doldurtmak abdest ve guslün sıhhatine mani değildir. Ancak çıkartılıp takılabilen dişlerin gusülde ağız yıkanırken çıkartılması gerekir”. Dansla ilgili fetva da şöyle: “Bir müzik eşliğinde raks ederken önemli olan müziğin türü değil, oynadığınız şahıstır. Bir kadının kendisine nikâhı düşen, kocası, kardeşi ve babası olmayan kişilerle oynaması İslam dinine göre hoş karşılanamaz, günah sayılır. Çünkü kadın oynarken tahrik edici, cinsel yönden cazip olan bazı hareketlerde bulunabilir”. 3 Bu safsataları söylemek için ayrıksı yetenek ve yetişkinlik gerekli midir? Safsatayı önce matah bir şeymiş gibi gösterip, sonra da kabullendirmek için diploma, ünvan ve ödül almış olmak tercih edilir de ondan…
Bir profesör:”ilk kez porno izledim ve geç kaldığımı anladım. Sosyal bilimler uzmanı olarak toplumdaki arızaları takip etmemiz gerekiyor”… diyordu. Elbette profesörün geç kalmaması arzulanırdı… Aslında söz konusu profesörün söyledikleri, akademik ünvanların kimlere neden verildiğini gösterdiği gibi, bu ünvanları alanların ortalama düzeyini de ortaya koyuyor. Elbette genel ortalamalardan sapanlar mevcuttur ama onların varlığı ortalamayı değiştirmez… Türkiye’de ünvanlar ekseri bilimsel katkının, bilimsel entelektüel birikimin ve yetkinliğin karşılığı olarak verilmez. En azından genel durum budur. Ünvanlar kıdem esasına göre dağıtılıyor. Bir memurun her üç yılda bir derece terfi etmesi gibi… Dolayısıyla, bir ilişki tersliği söz konusudur. Oysa gerçek bir akademide bunun tam tersinin geçerli olması gerekirdi…
Zaman zaman medyada “Türkiye’nin en büyük tarihçisi” “en büyük iktisatçısı” vb türü haberler yer alır. Söz konusu adamlar neden “en büyüktür”? Kilolarından dolayı mı?, Boylarından dolayı mı? Yoksa tartışılması gerekeni tartışmama konusundaki manipülasyon ve kıvırtma “yeteneklerinden” ötürü mü ? “En büyüktür” zira, rejimin tabu saydığı sorunlara dokunmadan geçme “başarısını” göstermiştir. Mayınlı tarlaya girmeme konusundaki yeteneğidir onu “en büyük” yapan. Benzer bir durum “en büyük iktisatçı” ve “en büyük başkaları” için de geçerlidir. “En büyük iktisatçı” neoliberal saldırının ne demeye geldiğini ortaya koyduğu için mi yoksa “gerekliliğini” savunduğu için mi “en büyük” sayılır? İktisat bilimi diye okutulanların aslında hayal ürünü safsatalar olduğunu, gerçekte var olan kapitalizmi [reel kapitalizmi] meşrulaştıran ideolojik tezler olduğunu ileri sürseydi de “en büyük” sayılacak mıydı? Üniversite’de kalıp hâlâ oradan maaş alabilecek miydi?
Uzmanın içine düştüğü mesleki yabancılaşma onun asıl soruları sormasını daha baştan engeller. Zira, gerçek sorunları tartışmaya cüret ettiğinde bizzat kendi varlık nedeni ortadan kalkar, üzerinde durduğu zemin çöker, bindiği dal kırılır. Aynı bir avukatın hak aramanın bir “uzmanlık” konusu haline gelmesindeki tersliği görmemesi, görmek istememesi gibi… Öyle bir mesleki yabancılaşma içindedir ki, bir insanın haklarını elde etmek için neden bir başkasına bir “uzmana” ihtiyaç duyması gerektiğini, uygar bir toplumda böyle bir şeyin saçmalığını tartışmayı akıl etmez.
Ekseri sanıldığı, ileri sürüldüğü gibi uzmanlık bilimsel gelişmenin, önünü açmaz. Tam tersine belirli bir eşikten sonra bilimsel ilerlemeye engel bile olur. Bilim, bilginin birikmesinden çok, paradigma kaymasıyla, bakış açısının değişmesiyle gelişir. Üniversite insanları da uzmanlık alanlarına kapandıkları sürece “bütünden” kopuyorlar. Giderek içinde yaşadıkları topluma ve onun sorunlarına, dünyada olup bitenlere yabancılaşıyorlar. Oysa, gerçek bilim insanının, bilim etiğinin bir gereği olarak, aynı zamanda entelektüel olması gerekir. “Bu kervan nereye gidiyor?” sorusunu sorma yeteneğinden yoksun olan biri, uzman olabilir, küçük bir sorunun en ince detaylarını da bilebilir ama bilim insanı sayılamaz…
Bu alandaki en büyük engellerden biri de bilim ve teknolojinin bir tabu, bir fetiş haline getirilmiş olmasıdır. Tabulaşma ve fetişleşme “neyin bilim”, neyin bilimin inkârı olduğunu tartışılmasını daha baştan engelliyor. Sözde tabularla, doğmalarla mücadele etmesi gereken bilimsel faaliyet tabulaştırılıyor. Elbette bütün bunlar boşuna yapılmıyor…
Fakat, hepsinden önemlisi, genel bir metalaşma, şeyleşme, paralılaşma yozlaşma, soysuzlaşma süreci tüm alanlar gibi bilimsel-entellektüel alanı da kapsamış durumdadır. Bilim ve sanat etkinliği para kazanmanın bir aracı haline geldiğinde, artık ne bilimden ne sanattan söz etmek mümkün değildir.
Kâr etmenin, mal satmanın, egemenliğin hizmetine koşulmuş bir bilim ve sanat olamaz. Şeyleştiren, metalaştıran, yozlaştıran, ahmaklaştıran, anlam kaybına neden olan reklâmlarda rol alan bir sanat insanı olamaz… kendi etiğine ihanet etmiş bir estetik adamı/kadını bizzat kendi varlık nedenini inkâr etmiş demektir. Kaldı ki, şimdilerde sanat ve sanatçı kavramı da bütünüyle yozlaşmış durumdadır. Bu öyle bir dönem ki, mafyayı eğlendiren şarkıcı-türkücü taifesi bile sanatçı sayılıyor. Bir kişinin sanatçı sayılması için o kişinin kendisini öyle tanımlaması yeterli sayılıyor… elbette değerlerin bu ölçüde aşındığı, her türlü değer ölçüsünün sahneden çekildiği bir ortamda, sanatla sanat olmayan arasındaki sınırın silikleşmesi de anlaşılır bir şeydir…
Başlangıçta [esas itibariyle] ideolojik meşrulaştırmanın, kurulu düzenin çarklarını çevirecek adamların yetişmesine hizmet eden üniversiteler, kapitalist üretimin egemen üretim tarzı haline gelmesiyle, sermayenin üretilmesi, yeniden üretilmesi için gerekli işgücünün [uzmanlığın] yetiştirilmesi işlevini de üstlendiler. Şimdilerde neoliberal küreselleşme çağında bütün bunların ötesinde yeni bir işleve daha koşuluyorlar. Artık bizzat kendilerini birer kâr ve kazanç kapısı haline geliyorlar. Üniversite denilen kurumlar ikili bir değişim sürecine sokulmuş durumdalar: birincisi sadece kâr etmenin aracı haline getiriliyorlar [elbette meşrulaştırma işlevi bâki kalmak kaydıyla] ; ikincisi, birer kapitalist işletme niteliği kazanıyorlar. Kapitalistler kârlı bir alan olduğu için bu alana yatırım yapıyorlar. Nasıl hastaneler tipik birer kapitalist işletmeye dönüştürülüyorsa, üniversiter kurumlar da, kapitalistlerin kâr amacıyla kurdukları birer işletmeye dönüşüyor. Özelleştirme dalgası her alanı kapsayıp sınırlı kamusal alanları da yok ediyor…
Bu süreç tamamlandığında [zira henüz herşey bitmiş değil] artık bir kavram olarak bile üniversitelerden söz etmek mümkün olmayacak. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, doğası ve misyonu gereği bilimsel bilgi üretimi ancak kamusal alanda mümkündür. Kamusal alanın mevcut olmadığı durumda ve yegâne amacın kâr etmek ve kârı âzâmileştirmek olduğu koşullarda, kârlı olmayan hiçbir şey üretilmez. Kapitalist, kârlı olmayan bir alana neden yatırım yapsın? Dolayısıyla, kârlı olmayan bilim dalları, disiplinler, kürsüler kârlı olanlar haline tasfiye edilir… Bunun ne anlama geldiği ortada. Artık bilimsel faaliyet kapitalistin kısa vadeli çıkarlarıyla “uyumlandırılacak” ki, bu üniversitenin bilimin, bilimselliğin inkârından başka bir şey değildir. Zira, bilginin yegane amacının kâr olduğu durumda, bilimin olmazsa olmazı olan etik standart ve kaygılar da bütünüyle gündemden çıkar. Bilimsel faaliyetin ve onun mekânı olan üniversitenin özel çıkarların aracı durumuna getirildiği koşullarda kürsülerin ve disiplinlerin varlığı, sponsorların insafına terkedilir… Bunun örneklerini medyada [televizyonlarda] görmek mümkündür. Her programın arkasında bir kapitalist işletme var… böyle bir medya olabilir mi ?
Toplumu iflah olmaz bir hastalık gibi saran metalaşmanın, paralılaşmanın, özelleştirmenin önü kesilmedikçe, üniversitelerin bu sürecin dışında kalmaları mümkün değildir. Öyleyse tek başına üniversite için bir çıkış yolu, “kurtuluş” mümkün değildir. Dolayısıyla, nerdeyse bütünüyle denetimden çıkmış durumdaki teknik bilimi [technoscience] aynı şekilde etik kaygılara yabancılaşmış sosyal bilimi, asıl bulunmaları gereken zemine çekme çabası, bir bütün olarak sermaye uygarlığının aşılması mücadelesine eklemlendiği durumda mümkündür ve bir anlam ve değer taşıyabilir.
Bilim adamı/kadını gerçekten bilim adamı/kadınıysa, özgür olmak zorundadır. Kimseye yaranmak zorunda değildir. Yegâne misyonu ve kaygısı gerçeği açığa çıkarmaktır. İnsanlığın durumunu iyileştirmek, bu amaçla yaşadığı dönemin olumsuzluklarını teşhir etmek, bilince çıkarmak, çözüm yolları üretmektir. Gerçeği kuşatan sis perdesini kaldırarak daha müreffeh, daha özgür, velhasıl gerçekten insanî olanın gerçekleşmesine katkıda bulunmaktır.
Bilimsel bilginin bu niteliği yüzyıllar, binyıllar boyu vurgulanagelmiştir. Yunus Emre, “İlim kendin bilmektir” derken, insanı, toplumu doğayı anlamaya hizmet etmeyen, yaşamın anlamını sorgulamayan bilginin beyhûde olduğunu söylemek istiyor… bilimsel bilginin zorunlu işlevine gönderme yapmak istiyor.
Bu gün insanlığın içine sürüklendiği kör gidişin, sayısız sosyal kötülüklerin, ekolojik bozulmanın anlam kaybının temelinde, gerçek bilim insanının ve gerçek aydının [benim entellektüel dediğim] sorması gereken: “bu kervan nereye gidiyor?” sorusunun sorulmaması, değilse gerektiği gibi sorulamaması, yatıyor. Kapitalist metalaşma süreciyle bilim metalaşıp-yozlaşıyor, sanat bayağılaşıp soysuzlaşıyor. Dolayısıyla, insanlığın önünü açması gereken bilim, yaşamı güzelleştirip anlamlı kılması gereken sanatın [bir bütün olarak estetik faaliyetin] gerçek misyonuna yabancılaşması, acil bir sorun olarak çözülmeyi bekliyor. Bilimi ve sanatı asıl bulunmaları gereken zemine çekmek durumunda olanlar da ona asıl ihtiyacı olanlar olabilir…

1 “Sol” Üzerine

2 Bkz. Hürriyet Gazetesi, 26 Mart 2002

3 Bkz. Sabah Gazetesi, 3 Nisan 2002

http://www.ozguruniversite.org/

 

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %
News Reporter